Blues ya açlık ya da sırılsıklam aşk… Blues, Jimi Hendrix, Yavuz Çetin, Ümmü Gülsüm, Ali Farka, B.B. King, Eric Clapton, Buddy Guy… Gökten her gece Blues yağıyordu, herkesi eşit ıslatan!
“ 17 Nisan, Jake ve Harrison kaçtı. Harrison geri geldi, kırbacını yedi. Jake’den haber yok.
30 Nisan, Jake eve geri döndü ve iyi bir kırbaç yedi.
28 Haziran, Jake öğle yemeği zamanında kaçtı.
11 Temmuz, Jake bu sabah geri geldi.
16 Temmuz, Jake’i bu sabah kasabaya gittiği için kırbaçladım, Jake yine kaçtı!”
**
Gökyüzünün mavisi tenine karışmıştı. Görünmez darbelerle sarsılıyordu, beş duyu ve altı yön beyaz, pamuk tarlalarıydı. Bir şarkı çalıyordu, rüzgârın ve çimlerin ve kardeşlerin eşlik ettiği… Her biri, hikâyenin başka bir kısmıydı. Onun teni, babasının eline tutuşturduğu gitarla gün yüzüne çıkmıştı. Simsiyahtı. “Kapat gözlerini, kendini rahat hissedinceye dek çal, yapana kadar çal!” demişti. Annesi ise, köle davullarının tüm güneyde yasaklanmasından tedirgin, davulla yakalananın idam edilişine şahit(1); “Bir daha elindekini görürsem, sopayı yersin!” Jake evinde hissediyordu, annesi başka bir efendiye satılana dek!
Blues onunla yaşayamayacağı bir acı, onsuz yaşayamayacağı bir kadın! Odanın ortasına çekilmiş bir sandalye, ucuz viski, loş ışık, melankoli, serbestlik… Ve Jake utangaç, kadın mavi… Jake’den alamadıkları ve alamayacakları! Balad… Dökülen ne nota, ne de kelime… İliklerine kadar hissettikleri! Uyumaya daldığı her gece gökten Blues yağıyordu, herkesi eşit ıslatan… Blues yalnızca hayata tutunuş biçimiydi, damlaları hissediyordu. Cehennem bir yerdi, hâl olmamalıydı…
“Bir zamanlar güzel bir kadınım vardı / Kaybediyorum bebeğimi üzücü değil mi?
Bir zamanlar tatlı küçük bir kızım vardı / Kaybediyorum bebeğimi üzücü değil mi?
Olmayanı harcayamazsın / Hiçbir zaman sahip olmadığını kaybedemezsin…”
Zorla çalıştırılma, kölelik, kaçma, iz süren köpekler, dayak ve kırbaçlama… Efendinin sözü kânun! Kölelerin yüzündeki ifade, bu ırkın tek değilse de önde gelen özelliği… Jake hiç yaşamadı, yaşamadıysa ölemezdi. Bu bir hayatta kalma mücadelesiydi… Kölelik ve Jim Crow Ayrımcılık Yasaları(2) dönemi ritimleriydi, özenle korunacak ve nesilden nesile aktarılacak olan…
Temmuz 16, Blues Jake’i asla gidemeyeceği yerlere götürüyordu… Firar günüydü, rayların üst üste bindiği, yolların kesiştiği yerde Robert Johnson’ı* duydu. Tanrım, bu herif ruhunu şeytana satmış olmalı! Zincirlendi ruhu, ayak bileklerinden tam orda, ona!
Başı olmayan bir başlangıçla, bu serseri müzik, dillere ve renklere aldırmadan başka ruhlarla birleşti, bir dönem dünyayı değiştirmeye aday, birbirinden bağımsız, tek bir şarkı oldu! Blues çalması kolay, hissetmesi zor… Blues, bazılarının üzerinde uzun yıllar çalışmasını gerektirecek, ama Missisippili bir zencinin ağzından çıkan her söz, bastığı her nota… Blues ya açlık ya da sırılsıklam aşk… Blues, Jimi Hendrix, Yavuz Çetin, Ümmü Gülsüm, Ali Farka, B.B. King, Eric Clapton, Buddy Guy… Gökten her gece Blues yağıyordu, herkesi eşit ıslatan!
(1.) “Birçok Afrikalının kültürü hızla bastırıldı. Kabileleri kasten dağıtılmış, dinleri yasaklanmış, kimi durumlarda müzikleri bile engellenmişti. Bazı eyaletlerde kölelerin haberleşip ayaklanma yapacağı korkusuyla davul çalınmasına son verilmişti.” G. Oakley, Blues Tarihi Şeytan’ın Müziği
(2.) “Jim Crow bir İngiliz komedyen olan Thomas Rice’ın 1828’de yarattığı bir karakterdir. Rice’ın canlandırdığı karakter, geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya maruz kalan bir zenci tiplemesidir. Rice, karakteri canlandırırken yüzünü kömürle boyuyordu. Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara takılan isimlerden biriydi.
Jim Crow Yasaları, demiryolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875’te Tennessee‘de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden demiryollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere Sadece Beyazlar İçin ve Siyahlar tabelaları asılmıştır. Aslında bunların hepsi mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu.
*Robert Johnson:
1911-1938 yılları arasında yaşamış, Blues’un babası, dolayısıyla Rock’ın dedesi ilân edilmiştir. Çocukluğu, dönemin birçok zencisinin olduğu gibi göçmen kamplarında ve çalışarak geçmiş. Atlattığı bir rahatsızlık nedeniyle, gözleri neredeyse göremez hâle gelmiştir.16 yaşındaki karısını doğumda kaybedince, kendini tümüyle müziğe verdiği söylenir.
Çok iyi bir kulağa sahip olduğu şu anekdotla belirtilir; arkadaşlarıyla gittiği bir barda, sohbetini ediyor ve çalan müzikle hiç ilgilenmiyorken bile, o geceden birkaç hafta sonra dinlediği şarkıları kusursuzca çalabilmektedir.
Çalışının hiç beğenilmediği bir dönemden, (Özellikle Sun House’un, Johnson gitarı eline alır almaz; ”Olan müşterileri de kaçıracaksın, yapma!” dediği söylenir.) kısa bir süre sonra gerçekleşen inanılmaz değişim, “Ruhunu Şeytan’a Satma” efsanesini türetmiştir.
Efsaneye göre Robert Johnson, bir kavşakta Şeytan’la karşılaşır ve büyük bir Bluescu olabilmek adına ruhunu ona satar. Şeytan’ın Johnson’ın gitarını alıp biraz çalmasının ardından her şey değişecektir. Ruhuna karşılık, gitarını hiç bilinmeyen bir şekilde akord edecektir. Robert Johnson’ın farklı bir akord sisteminin olduğu 1900’lü yıllarda kanıtlanmış olup, bunu tam olarak nasıl yaptığı hâlâ gizemini korumaktadır. Hiç akord yaparken görülmemiştir.
Bazıları da Robert Johnson’ın Şeytan’la değil, hiçbir kaydı bulunmayan müzisyen “Ike Zinnerman” ile karşılaştığını söyler. Rivayet odur ki, Robert Johnson bu müzisyenden çok feyz almıştır. Gerçek şudur ki; müzik dünyasını sarsan, değiştiren pek çok isim Robert Johnson’dan fazlasıyla etkilenmiş, yaptığı müziği örnek almıştır.
Çalıştığı barın sahibinin karısıyla birlikte olduğu için, bar sahibi tarafından zehirli bir viskiyle öldürülmüştür.
Kaynaklar:
G. Oakley, Blues Tarihi Şeytan’ın Müziği
The Blues A
Musical Journey, bir Martin Scorsese yapımı.