Berna Köker Poljak’ın yazdığı Ölüm Yaşamın Mührü Karakarga Yayınları’ndan çıktı.
Berna Köker Poljak bir ölüm eşlikçisi. Kitabın arka kapağından alıntıyla “Hayatının son günlerini yaşayanların yanında olan, gönüllü insanlar”dan biri. Köker’in bir ölüm eşlikçisi olarak tecrübelerini ve tanıklıklarını, yaşama, ölüme ve yasa dair sahici notlarıyla aktardığı kitabını ve kitabın düşündürdüklerini konuştuk.
“Yaşamın engin kanatları hem ölümü hem doğumu kapsıyor.”
Berna Hanım merhaba. Sizinle ilgili araştırma yaparken, bir röportajınızda söylediğiniz “Bir düğün organizatöründen farkım yok” cümlenizle karşılaştım ve bu yaklaşım çok ilgimi çekti. Buradan hareketle, ölümün tıpkı yaşamda kutlamaya dair anlar gibi normal karşılanmasının yas sürecini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Merhaba. Halkanın daha geniş bir çemberinden başlayarak ve yavaş ilerleyerek yanıtlamak isterim sorunuzu. Yaşam’ın hepimizi içine alan geniş kanatları var. Günlük hayatımda bana bu geniş kanatları ve Yaşam’ın kendi ömrümden ibaret olmadığını hatırlatan deneyimlere şükranım var: Yolda yürürken yanında geçtiğim bir ağacın ben bu dünyadan gittikten sonra da muhtemelen orada olacağını düşünmek, üzerine bastığım toprağa benim gibi binlerce (belki daha fazla) kişi tarafından temas edildiğini/edileceğini fark etmek gibi aslında basit olarak nitelendirilebilecek deneyimlerden bahsediyorum. Yaşamın enginliği ve ben olmadan da devam edeceği gerçeği, ki halkanın geniş çemberi olarak adlandırdığım yer de burası, üzerinde sıklıkla tefekkür ettiğim bir konu.
Hayatımız boyunca gerektiği zamanlarda bazıkurum veya kişilerle anlaşmalar yaparak yaşıyoruz ve tüm bu anlaşmaların belirli şartları oluyor değil mi ? Kira kontratı veya yeni bir işe yaparken yaptığımız bir iş anlaşması gibi. Yaşamın da kendince şartları var; doğduğumuz için öleceğimiz veya acıdan, kayıptan, hastalıktan muaf olmayacağımız gibi.
Bu dış halkaları düşünmek için hayatımda yer açmam yaşam döngülerinin daha farkında olarak yaşamamı ve kalıcı bir isyan veya içinde bulunduğum durumdan sürekli bir memnuniyetsizlik halinde olmamı engelliyor. Bahsettiğim, güç kullanarak yaratılan bir engelleme değil, daha ziyade yaşamın bütünüyle kabullenişinin getirdiği, kendiliğinden oluşan bir uyum hali…İşte o zaman ölümü başıma gelen bir ceza veya hak etmediğim bir olay kategorisinden çıkarıp zaten ait olduğu yere koyabiliyorum. Ölüm, yaşamın zıttı değil, yaşam döngüsünün bir parçası ve yaşamın engin kanatları hem ölümü hem doğumu kapsıyor.
Şimdi buradan yas yolculuğuna geçiş yaparsak, elbette kişilerin yas yolculuğunu yalnızca bir şekilde tanımlamanın imkânı yok. Ölüm çok gerçek, sevdiğimiz bir kişinin ölümü arkasından yaşanan acılar da öyle. Kullandığım tanımlama bu acıları yok saymak amacı taşımıyor veya ölümün yarattığı o kocaman boşluğu hafife almıyor. Söylediğim, ölümün yaşamın bir parçası olduğu gerçeğiyle ilgili; doğumlar ve düğünler varsa, hastalık, yaşlanma ve ölüm de var. Bu gerçeği kalbimize yakın tutmak ve ‘’Hayat herkes gibi benim de başıma geldi’’ diyebilmek zaten zorlayıcı olabilecek yas sürecimize karşı daha bütüncül ve şefkatli bir anlayış geliştirmemize yardımcı olabilir.
Ölüm ve yas, daha çok karanlık bulunan, pek yaklaşmadığımız bir alan. Sizi bu alanda çalışmaya iten, travmatik kayıplar mı oldu yoksa etrafınızda gördüğünüz yas deneyimleri mi dikkatinizi çekti? Tam olarak nerede bu alana yöneldiğinizi merak ediyorum.
Soruda travma ve yas kelimeleri aynı satırda geçtiği için şöyle başlamak isterim: Yaşadığım herhangi bir deneyim, ruhumun o deneyimi tutma, sindirme veya işleme kapasitesini aştığında veya hayatıma entegre etmek için o an çok yoğun olduğunda sert/zorlayıcı bir deneyimden geçiyorum.
Bizim bugün bazen travma kelimesini de kullanarak açıkladığımız sert deneyimler, her dilde farklı bir kelime ile anılıyor olsa da ortak bir noktaları var biliyor musunuz? Dil, olguların kökenine inmek için inanılmaz bir hazine. Mesela Avustralya’da Aborjinlerin sert deneyim için kullandığı kelime kırık-kırılmış anlamına geliyor. Almanca’da karşılığı olan kelime ruhu sarsan demek. İngilizce’de trauma, kökeni eski Yunanca’ya dayanan yara, hasar anlamına geliyor. Meksika ve orta kıta Amerika’sında kullanılan kelime ruhun kaybı demek. Yani, yaşanan sert bir deneyim karşısında ruhun buna cevabı kırılmak, sarsılmak, kaybolmak veya yara almak oluyor. Diller sayesinde yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşan bir bilgelikten ve anlayıştan bahsediyorum.
Bundan sonrasında yazının devamında travma kelimesini kullanmayacağım çünkü travma sert bir deneyimin ötesinde klinik bir yanıt gerektiren durumları da kapsayabiliyor. Ayrıca daha da önemlisi, her travma bir yas içerse de her yas travma demek değil. Yası sadece travmatik bir durum olarak tanımlamak yukarıda bahsettiğim, yaşamın (maalesef) doğal bir parçası olan sert deneyimlerin ve ruhun gene doğal olarak buna verdiği ‘’kırılma-sarsılma’’ tepkisinin, tedavi gereken bir durummuş gibi algılanmasına sebep olabiliyor. Acı çekmek = travma son derece tehlikeli ve tamamıyla yanlış bir denklem çünkü bu, hayat = mutluluk öyleyse bizi mutlu etmeyen her şey travmadır demek anlamına geliyor.
Beni bu alanda çalışmaya iten, yaşadığım sert- zor deneyimler. Özellikle oğlumun yaklaşık bir buçuk yaşındayken tanısının konduğu nörolojik rahatsızlık ve bunun getirdikleriyle yaşıyor olma halimiz sanıyorum hayatımdaki en derin yaslardan bir tanesi. Kronik bir hastalıkla yaşıyor olmak sürekli sızlayan bir bıçak yarasıyla hayata devam ediyor olmak gibi bir şey. Çünkü geçmişte kalan bir olaydan bahsetmiyorum. Her ne kadar zamanın iyileştirici gücü burada da kendini gösterse de bu konuyla ilgili kayıplarımın kendini her daim canlı hissettirdiği bir yas yolculuğundayım.
Ancak bunu fark etmem hemen olmadı tabii ki. Yasla ilgili anlayışımın farklılaşması, yasıma sahip çıkmaya karar vererek yas tutma becerilerimi geliştirmeye başlamam veya Francis Weller’ın söylediği gibi yasa çıraklı etme halim son dokuz-on senedir deneyimlediğim bir yolculuk. Öncesinde daha ziyade güçlü görünmek adına yaşadıklarımı paylaşmayan ve kayıplarıma bak-a-mayan bir taraftaydım. Bu halim hayatı daha mekanik bir şekilde yaşadığım ve yaşamla bağlantımı ‘’canlı’’ bir şekilde hissedemediğim sıkışık bir köşede tutuyordu beni. Yasımı kabullenmem ve ifade etmem beni canlandırdı diyebilirim.
Kitapta “ölmeden önce ölmek” lafzını kullanıyorsunuz. Bu bakış açısı ölümü ne denli katmanlı ve kapsayıcı ele aldığınızı gösteriyor. Ölmeden bizi öldüren acılarımız da fiziksel bir ölümün yaşattığı yas kadar derin olabilir mi?
Benim üç oğlum var. İlk oğlum şu an on dokuz yaşında. Onun yolculuğuna baktığımda yaşamın tüm zenginliğiyle nasıl deneyimlendiğini görüyorum. Yaşı ilerledikçe kendine ait yas yani kayıplar sepeti dolmaya başladı; kardeşinin sağlık durumu, anne ve babasının boşanması, biten arkadaşlıkları, kaybolan ilişkileri, göç etmemiz ve tamamlanamayan projeleri aracılığıyla yaşam her haliyle kendini ona gösteriyor. Hayat başımıza geliyor ve bazı deneyimlerimiz bize sorulsa hiç de tercih etmeyeceğimiz şekilde ruhumuzu yaralıyor; fiziksel bir ölüm kadar. Kendi hayatımda da yaşadığım bazı deneyimler bir sevdiğimin ölümü kadar derin kayıplar yaşamama sebep oldu; oğlumun hastalığı veya göç etmem gibi. Daha da ötesinde bu zor deneyimlerin hepsi bir anlamda beni başkalaştırdı ve değiştirdi. Berna’yı anlatmak için kullandığım tanımlar başka bir şeye dönüştü. Şu an ki Berna da yolculuğunun devamında kim bilir kaç kez daha ölecek ve başka Berna’lara doğacak.
Kitapta okuyucuya “Sevgili okuyucu” diye sesleniyorsunuz. Bu, okur okumaz samimi ve yakın geliyor. Fiziksel çalışmalarınızda da bu yakınlığı kuruyor ve bunun süreçte nasıl bir faydası olduğunu düşünüyorsunuz?
Ölüm ve yas konularının ‘’ağır’’ ve zorlayıcı konular olduğunu hiç unutmuyorum. Sanıyorum kendi yaşanmışlıklarımdan hareket ediyor olmak beni ciddi anlamda ölçeklendiriyor ve alnımı yere yakın tutuyor. Ölüm ve yası hayatın büyük hocaları, kendimi de onların çırağı olarak görüyorum, ömür boyu sürecek bir çıraklık. Kendimi böyle konumladığımda ‘’Sevgili Okuyucu’’ tüm çalışmalarımda kendiliğinden ortaya çıkan bir yaklaşım oluyor zaten. Ayrıca çalışmalarıma katılan herkese karşı sonsuz bir şükran duygusu içindeyim, çünkü orada bana gösterilen güvenin değerini kelimelerle anlatabilmeme imkân yok. İnsan olmanın zorlayıcı hallerinden geçiyorlar ve sert deneyimler yaşıyorlar. Böyle bir durumda ihtiyaç olunan şey yargısız bir yerden şefkatli bir şahitliğin sunuluyor olması. Eğer bunu sağlayabiliyorsam ne mutlu bana.
Kitapta ölümle bağdaştırılacak sanatsal görseller de var. Sanatın ölüm ve yas sürecine bir katkısı olabileceğini düşünüyor musunuz?
Ölüm ve yas konularından konuşmayı derin bir kuyunun içine inmeye benzetiyorum. Bu derin kuyulara inebilmek için kullandığımız kelimelerin ipleri bazen kısa kalabiliyor veya kelimeler daha otomatik bir şekilde sadece bildiğimiz – alışık olduğumuz hikayeleri anlatmaya devam ediyor. Halbuki bence sanat, hayatla ilişkimizi başka bir yerden tazeliyor ve kelimelerin yetmediği yerlerde imdadımıza koşarak içimizde saklı olanın açığa çıkmasını sağlıyor. İngilizce’de grief kelimesi, Latince’de ağır anlamına gelen gravare kelimesinden türemiş. Bu ağırlık sadece derin bir üzüntü yaratmakla kalmıyor aynı zamanda izin verilirse bir içgörü duygusu sunarak o kişinin yaşamı algılayışını da değiştiriyor. Böylelikle yasına sahip çıkan pek çok kişinin sanata bakışı, şiire, müziğe veya resme hayranlığı veya içinden geçtiği süreci sanatsal bir yolla ifade kanalı açılıyor. Çünkü yas, görülmek ve duyulmak isteyen bir enerji, o yüzden sanatın yumuşak elleriyle yasa yaklaşmak kayıplarımızın yarattığı acı tortuları temizlememiz ve yaşamla bağımızı canlı bir yerden hissetmemiz için bir alan tutuyor.
Kitap, “Yaşamaya nasıl başlayabilirim?” sorusuyla başlıyor. İnsan, hayatını yaşamadan ölebilir mi ve yaşanmayan bir hayatın yası da tutulabilir mi?
Kitap bu soruyla başlıyor ve hemen arkasından sorunun işaret ettiği bir yer olduğunu söylüyor: “Ölümün yaşamın bir parçası olduğu gerçeğiyle irtibatımızı kesen hususlardan bahsetmeden ilerlememiz mümkün olmadığı için yolumuz dolambaçlı’’ diyor.
Bu cümlenin üzerinde biraz düşündüğümüzde ölümün yaşamın bir parçası olduğunu ya da yaşam döngüleri içerisindeki yerini kabullenmenin aslında yaşamın temel kaidelerini kabullenmek olduğunu görebiliriz diye düşünüyorum. Yaşam, ona karşı gücümüzü kanıtlayacağımız bir düşman değil, olsa olsa onunla iş birliğimizi isteyen bir ortak.
Peki ne oldu da bizim bu gerçekleri kabullenebilme gücümüz azaldı ve güçlü olma tanımlarımızı başka şekillerde kurgulamaya başladık? Hayat tanımımız sadece nefes almaktan mı yoksa sadece arzularımı gerçekleştirmekten mi ibaret? Bunun gibi bazı soruların düşünülmeye değer sorular olduğunu düşünüyorum. Benim için bu sorularla birlikte yürümek, kendi adıma, hayatımı “yaşayarak’’ öleceğimi hissettiriyor. Tersi bir durumda, elbette, yaşanmayan bir hayatın yasını tutmak çok mümkün.
Hem palyatif bakımla hem de ölüm/yas süreciyle ilgili çalışan biri olarak çok sarsıldığınız anlar oluyordur diye tahmin ediyorum. Sizin buradan çıkmanızı sağlayan motivasyon kaynaklarınız neler?
Eşlikçiliğin her şeyden önce kendimle ilgili bir farkındalık çalışması olduğunu her zaman hatırlamaya çalışıyorum. Evet ölüm doulası olarak eşlikçilik ettiğim kişilerin son zamanlarına ve yas yolculuklarına eşlik ediyorum ancak bu aynı zamanda kendi koşullanma ve etkilenme-zorlanma süreçlerimi de içeriyor. İnsan olmanın dinamiklerinden muaf değilim ve kendi geçmiş tecrübelerimin sessiz izlerini taşıyorum. Bu farkındalıkla hareket ettiğim zaman içimde yükselen dalgalara rağmen daha dengede kalabildiğimi görüyorum.
Bunun dışında kendime bakım vermenin lüks değil bir mecburiyet olduğunu biliyorum. Benim için günde yarım saat bile olsa kendimle yalnız vakit geçirmek ki bunu yürüyüş yapmak, yazmak veya kitap okumak olarak değerlendirebilirim, meditasyon yapmak, doğayla ilişkimi hissedeceğim bir yere gitmek ve ailemle vakit geçirmek olmazsa olmazlarım.
Pandemi süresince tüm dünyada, yakın zamanda da ülkede yaşadığımız büyük depremle ölümle ilgili önemli deneyimler yaşadık. Sizce kolektif ölüm deneyimleri -özellikle bu çağın dinamikleri karşısında- kişilerin hayatlarında neler değiştiriyor veya değiştirebiliyor mu?
Aslında yas, kişisel kayıplarımızın da ötesinde birbiri içine geçmiş hikayelerin oluşturduğu katmanlı bir alan ve bu hikayeler içerisinde kolektif olarak yaşadığımız hikayeler ve dünyanın acıları da var. Pandemi ve özellikle Türkiye’de yaşadığımız deprem felaketi kolektif hafızada derin izler bıraktı. Kolektif acıların yaşamlarımızda kapsadığı yeri fark etmeyi önemsiyorum çünkü bireyselleşme ve kendimizi dünyadan ayrı bir varlık olarak görme halimizin maalesef kolektif yasların veya dünyanın acılarının ruhumuzda kapsadığı yeri fark etmemizi engellediğini düşünüyorum. Bence adını koyamadığımız iç sıkıntılarımız, hissettiğimiz anlamsızlık ve boşluk duygularının bir kısmı, insan olarak kolektifle yitirdiğimiz canlı bağlantının yansıması. Esasen yas, bu çok katmanlı haliyle ona tanıklığımızı bekliyor. Ancak bu tanıklığı yaparak kalbimizi yaslarımızla birlikte dünyaya karşı yumuşak, duyarlı ve açık tutmanın yollarını keşfetmeye hevesli olabiliriz.
Pandemi ile birlikte evrensel olarak ölüme bakış açısı ve ölümle baş etme süreçleri değişti mi?
Pandemi hepimizi zorlayan bir süreç olsa da insanlık olarak bizlere kırılganlığımızı ve ölçeğimizi hatırlamak adına önemli bir fırsat sundu. Küçüldük, bir nevi köylerimize -mahallemize çekildik, daha lokal yaşamaya başladık ve yaşamın işleyişi karşısındaki o narin ve bağımlı halimizi fark ettik. Kişisel olarak çevreme baktığımda bazı arkadaşlarımın önceliklerinin ve yaşam tarzlarının pandemi sonrası aynı şekilde devam etmediğini görüyorum ancak genele baktığımda büyük bir çoğunluk eski hızıyla “normallerine’’ geri döndü. Sanıyorum pandeminin zorlukları pandemide kaldı ve büyük unutuş – hafıza kaybı maalesef burada da kendini gösterdi…
Kitabın en ilgi çekici bahislerinden biri olan ölüm-dil ilişkisinden, kitabı merak edenlere de biraz ön bilgi verebilmek için bahsetmeniz mümkün mü?
Dilbilgisi kurallarına göre ölüm kendi zamanıyla var olduğu için bir oluş fiili yani ondan bir iş (iş fiili) olarak bahsetmek doğru değil. Gelin görün ki yaşadığımız bu yüzyılda kulaklarımızda yankılanan kolektif repertuar bize bunun tam tersini söylüyor. Ölüm bir tabu; sakınılan, hakkında konuşulmak istenmeyen hatta konuşanların garip karşılandığı bir konu. Aynı zamanda medikal dünyada son yüz yıldır yaşanan ilerlemeler bizleri daha uzun yaşamanın yanı sıra daha uzun süreler de ölmeye de mahkûm ediyor. Ölüm zamanımız geldiğinde bile ölmemek için direndiğimiz, dilin bize işaret ettiği doğallığı itip yerine ölümle savaş, ölümle başa çıkma, ölümle baş etme ve hastalıkla mücadele kelimelerini ödünç aldığımız ve yalnızca ölüm kelimesinden sakınmak için yerine başka kelimeler ikame ettiğimiz bir haldeyiz.
Ölümün oluş fiilinden çıkartılıp iş fiili yapıldığı bir çağda yaşamın sonuçları öncelikle dilde gösteriyor kendini. Kitap buradan başlıyor anlatmaya.
Farklı ülkelerden insanlarla ölüm ve yas üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Çok ilginç bulduğunuz yas ritüelleri oldu mu?
Vedaları önemsiyorum o yüzden onunla ilgili bir örnek vermek isterim. İyi ki bu işi yapıyorum dediğim deneyimlerimden bir tanesi güzel bir vedalaşmanın nasıl olabileceği konusunda örnek olan bir hastanın hikayesidir.
Palyatif bakıma yatışının ikinci haftasında enerjisi düşmeye başlayan ve zamanının daha uzun bir kısmını uyuyarak geçirmeye başlayan hastanın ailesi onun ölüme yakın durumunu kabullenmiş bir durumdaydı. O yüzden hastanın bilincini kaybetme ihtimaline karşı, öncesinde hakkıyla vedalaşabilmek adına kendisine şükranlarını sunmaya karar verdiler. Bir gün yatağın etrafında tüm ailesi ve yakın dostları genişçe bir çember oluşturdular ve teker teker onu ne kadar sevdiklerini söylemeye ve hayatı boyunca yaptıkları için teşekkür etmeye başladılar. Bu güzel vedalaşmanın arkasından birkaç gün içerisinde tahmin edildiği gibi hastanın bilinci kapandı ve bir hafta içerisinde de öldü. Dediğim gibi vedaları önemli buluyorum çünkü sevdiğimizle nasıl vedalaştığımız arkada kalan bizlerle yaşamaya devam ediyor.
Ölümle bu kadar iç içe bir iş yaparken aynı zamanda hayatı bu kadar kutsal bulmanız çok ilgi çekici. Ölümü ve hayatı bir bütün olarak kabul etmek dışında, sizin beslendiğiniz ve güç aldığınız deneyimler neler?
Sessizlik içerisinde oturarak etrafımı ve akan yaşamı gözlemlemeyi seviyorum. Beni en çok besleyen deneyimlerim sanıyorum bu sessizlik anlarından ve doğayla bağlantımı hissettiğim zamanlardan doğuyor. Aklıma Mary Oliver’ın Yaban Kazları isimli şiiri geldi. Orada bahsettiği gibi “şeylerin ailesindeki yerimi hatırlamak’’ ve kendimi benim hayal gücüme sunan bir dünyayı sezinlemek bana güç veriyor.
İyi olmak zorunda değilsin.
Dizlerinin üstünde yürümen gerekmez
çölde yüz mil, tövbe ederek.
Yalnızca içindeki uysal hayvanın
sevdiği şeyi sevmesine izin ver yeter.
Bana çaresizliğini anlat, kendininkini, ben de sana benimkini anlatacağım.
O esnada dünya dönmeye devam eder.
O esnada güneş ve yağmurun berrak damlaları
kırlarda, çayırlarda ve derin ağaçlarda,
dağlarda ve nehirlerde gezinir.
O esnada yaban kazları parlak mavi semalarda,
yeniden evin yolunu tutar.
Kim olduğun, ne kadar yalnız olduğun fark etmez,
dünya senin hayal gücüne sunar kendisini,
sana aynı yaban kazları gibi seslenir, kulakları tırmalarcasına ve heyecanla—
defalarca duyurur sana yerini
şeylerin ailesindeki.
—Mary Oliver
Ölüm/ yas sürecine bakış açısını değiştireceğini düşündüğünüz dizi, kitap ve film önerileriniz varsa duymak isteriz.
Dizi olarak After Life (Netflix) ve The Last Word (Netflix)
Belgesel olarak GriefWalker ( Yönetmen Tim Wilson), End Game (Netflix)
Film olarak Coco ve Bab’Aziz
Kitap olarak Bilge Öl (Stephen Jenkinson), Kederin Vahşi Kıyısı ( Francis Weller), Yağmura Kavuşan Toprağın Kokusu ( Martin Prechtel) ve naçizane kendi kitabım Ölüm, Yaşamın Mührü
Ölüm Yaşamın Mührü · Arka Kapak Yazısı
Yaşamla aramızdaki perdeyi aralayan ve onun manasına ulaşmamızı sağlayan şey ölümdür. Çünkü bizden hayatı, “kendini sürekli yenileyen bir buluş halinde” yaşamamızı ister. Ölüm yaşamın ilahi mührüdür; onun varlığı, dünya üzerinde geçirdiğimiz süreyi daha kıymetli kılar. Hayatı yaşama halimize, keşfe dayalı bir lezzet katar. Dikkatimizi yaşama yönlendiren bir dosttur ölüm. Yaşamla ilgili ilham veren mutlak ve kuşatıcı bir bilinç halidir. “Ölüm eşlikçiliği” hakkında ne biliyorsunuz? Hayatının son günlerini yaşayanların yanında olan, gönüllü insanlar… Peki hayat hakkında ne biliyorsunuz? Berna Köker Poljak tarafından kaleme alınan bu kitapta; iç içe geçmiş olan yaşam ve ölüm kavramlarını yeniden keşfedecek, gerçek yaşam öykülerini okuyacak ve belki de hayatın hakkını vererek nasıl yaşanacağını, ilk defa bu kadar derinden hissedeceksiniz.
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.