“… Sevdiğimizle dargın olmak için
Deli olmak lazım.”
S. T. Coleridge
Kanadalı yönetmen Xavier Dolan’ın son filmi “Juste La Fin Du Monde” (It’s Only the End of the World) 2016’da bir kısım tarafından çok beğenilirken diğer bir kısım tarafından çok eleştirildi.
Film, 12 yıl önce ailesinden ayrılan yazar Louis (Gaspard Ulliel)’in yıllar sonra doğup büyüdüğü yere dönüp ailesiyle beraber yediği öğle yemeğini yedikleri sırada onlara hasta olduğunu, öleceğini söylemeyi planlamasını anlatır. Ancak ailesiyle geçirdiği 5-6 saatte her şeyin değiştiğini fark eder. Bu değişimin merkezinde kendisinin olduğunu görmesiyle hastalığını söylemeden evinden ayrılır. Louis’in kız kardeşi Suzanne (Lea Seydoux), Louis giderken küçük bir kızdır. 12 yıl sonra Suzanne’in Louis’e olan hayranlığını görmemek imkânsızdır. Sözleriyle ve hareketleriyle hissettirmektedir. Antoine (Vincent Cassel), Louis’in ağabeyi, öfkeli, bağıran, kimseyi dinlemeyen bir adamdır. Karısı Caroline (Marion Cotillard) ise kendini tam olarak ifade edemeyen, zarif bir kadındır. . Herkesin sürekli birbirine bağırdığı, öfkelendiği, küfürler ettiği, tahammül edemediği bu ailede anne Martine (Natalie Baye) birleştirici olmaya özen göstermektedir. Ancak ailedeki herkesin umutlarında ya da umutsuzluklarında Louis’in olması, Louis’in hastalığını söyleyememesine sebep olmuştur. Varlığıyla herkesi bir şeklide temelden rahatsız ettiğini fark eden Louis, yokluğuyla da travmatik bir durum yaşatmak istememektedir.
Neredeyse tek mekânda, 5-6 saatlik bir zaman dilimini anlatan film, Dolan’ın yakın çekimleriyle karakterleri ve hissettiklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ancak yoğun, fazla ve uzun monologlar seyirciyi sıkabilir, filmden koparabilir. Dolan’ın kullandığı müzikler ve keskin zekâsının belirtisi olan ince detayları bu filminde de görmek mümkün.
Sevgi, Suçluluk, Onarım
Melanie Klein, “Sevgi, Suçluluk, Onarım” makalesinde, yıkıcı dürtülerin sevgi ve nefret etkileşiminde oynadığı role değinmektedir. Bu hislerin bebeklik döneminden beri kişinin bilinçdışında yapılandığını belirtmektedir.
“Eğer annesinin ya da babasının sevgisinde rakip olarak gördüğü kız ya da erkek kardeş varsa da şiddetle kıskanır. Aynı zamanda onları sevmemektedir ve böylece bu durumla bağlantılı olarak saldırgan dürtüler ve sevgi hissi arasında yeniden güçlü çatışmalar doğar. Bu, suçluluk duygusunu ve yine telafi etme isteğini doğurur: Duyguların bu karışımı sadece erkek ve kız kardeşlerimizle ilişkilerimiz üzerinde etkili olmakla kalmaz, insanlarla ilişkilerimiz genellikle aynı kalıba göre biçimlendiği için yaşamımızın sonraki dönemlerinde de toplumsal davranışlarımız, sevgi ve suçluluk duygularımız ve telafi etme isteğimiz üzerinde etkili olurlar.” ( Klein, 2003, s. 234)
Film boyunca öfkeli olan Antonie’nin filmin sonunda Louis’in onu şehre davet etmesiyle etkilendiğini görüyoruz. Ancak, Louis’in “ gitmek zorundayım” cümlesi her şeyi değiştirir. Ölmeden önce ailesine karşı yaptığı hataları telafi etmek isteyen Louis, Antoine’in büyük öfkesiyle karşılaşır. Antoine, Louis’i sevmesine rağmen Suzanne ve Maria’nın Louis’e hayran olmalarına katlanamaz. Bu sebeple Maria, sigara içerken sessizce Louis’i çağırır. Ona ailenin en büyüğü olmamasına rağmen kardeşleri için neler yapması gerektiğini söyler. Çünkü kardeşlerini terk eden, suçluluk duyması gereken odur. Filmin sonundaki sahnede aile içindeki telafinin mümkün olmayacağını fark eder. Ancak Antoine saldırganlaşarak buna izin vermez. Antoine’nin karısına gösterdiği tavırlarında da çocukluğunda Louis’e karşı çözemediği sevgi ve nefret çatışmalarının etkisi görülür.
Klein’in kardeşler için yaptığı bu yorumun doğru olduğunu gösteren iyi bir örnek: It’s Only the End of the World. Bütün ailelerde örneklerinin görülebileceği çatışmalardır bunlar.
Klein, mutlu bir sevgi ilişkisinin, insanlarda özdeşleşme yeteneğini geliştireceğini söyler. Böylece aile içinde ya da sosyal hayatta insanların kendi arzu ve hislerini bir dereceye kadar feda edip karşı tarafı anlayabileceğini belirtir.
Sanırım psikanalitikte hep sıradışı olgu hikâyeleri anlatıldığı için olumlu düşünemiyorum. “Normal” tanımının tamamen ütopik kaldığını inanmaya başlıyorum. Bu filmi bitirdiğim zaman bir kez daha bunu anladım.
1988 yılında Adana’da doğan Ayşe Özkan, lisans eğitimini Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde tamamladıktan sonra 2011 yılında İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde “Hasan Ali Toptaş Romanlarında Çocuk Algısı” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl Çukurova Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde doktoraya başladı. Modern Türk Edebiyatı ve Psikanaliz Edebiyat Kuramı, doktora araştırma alanıdır. Aynı üniversitede 2014 yılından beri öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.