Andrey Zvyagintsev’in 2017 yapımı, Cannes Jüri Özel Ödülü kazanan filmi Loveless’ı izledikten sonra bu soruyu sordum kendime. Ebeveynliğin bir insan dünyaya getirmekten çok, insanın kendi çocukluğu, daha derinde kendi varoluşu hakkında bir yolculuğu olduğu yadsınamaz bir gerçek. Peki bu gerçeği yadsıyan bir toplumda toz pembe görünen ebeveynlik, çocuklara nasıl yansıyor?
Loveless, her karesinde insanı iliklerine kadar üşüten bir film. Orta sınıf, mutsuz, boşanma eşiğinde bir çiftin, tüm diyaloglarında “Kendi yolunuza gidin artık,” dedirten hayatına şahit oluyoruz. Tam ortada yapayalnız kalan bir çocuk, Alyoşa var. Bu çocuğun odası, bakışları, yürüyüşü, okuldan eve gelişi, yemek yiyişi bile yalnız.
“Çocuk kimde kalacak?” kavgasını, çocuğu yok saymak üzerine kuran çiftin on iki yaşındaki çocuğu Alyoşa, anne ve babasının kendisini çok sıkıldıkları bir kıyafet gibi üzerlerinden atmaya çalışmalarına şahit oluyor. Büyük bir acının içine düşen ve aniden ortadan kaybolan Alyoşa’nın aranma sürecinde anne ve baba kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeye çalışıyorlar.
Ben, boşanmış daha da önemlisi bireylerin kendini gerçekleştiremediği ve her türlü duyguyu dengesiz ve çarpık şekilde yaşadığı bir ailede büyüdüm. Hiç aklımda olmamasına rağmen, hayatın beni bilgece iteklemesiyle öğretmen oldum. Öğretmenliğimde on ikinci yılı doldururken, zihnimde dağılmış yüzlerce aile öyküsü, cam önünde anne ya da babasının o hafta sonu için gelip gelmeyeceğini bekleyen çocukların ve veli toplantılarında birbirlerinin yüzüne bakmayan çiftlerin görüntüsü var.
Boşanmanın evlilik kadar doğal bir süreç olduğunu düşünüyorum. İşlerin sarpasardığı ve çocuğa en çok zarar veren noktanın ise boşanmakla ilgisi yok. Kendini gerçekleştirmeyi başaramamış, evlenmek için evlenmiş, yapmış olmak için çocuk yapmış insanların ebeveynlikle birlikte ortaya çıkan yaraları, bazen hiç belli etmeseler de çocukları çok ama çok derinden yaralıyor. Kendiyle yüzleşmemiş, ne istediğini bilmeyen birinin dünyaya getirdiği bir çocuğun kendini güvende hissetmesi mümkün müdür?
Alyoşa’nın kayboluşu fiziksel olmaktan öte tam anlamıyla duygusal bir kaybolma. O çocuk gerçekten var mıydı, anne ve baba çocuğun ne denli farkındaydı? Anne ve babaya sorulan “En yakın arkadaşı kim, en çok nereye gider?” sorularına verilen acemi ve şüpheci cevaplar aslında istisnai değil, gerçek hayattaki birçok aileyi yansıtıyor.
Bir çocuğu gerçekten sevmek ve tanımak ne demektir?
Ebeveyn olmak ne demektir?
Bir insanın, başka bir insanın hayatında tüm varlığıyla var olması ne demektir?
Bu soruları her insanın önce kendine, sonra yakın olduğu herkese sormasını dilerim.
Ama en çok da ebeveynlerin ya da ebeveyn adaylarının…
Mutsuzluğun içinde çürümüş bir aileden çürümüş bir topluma doğru keskin bir yolculuk yapmak isterseniz bu filmi izleyin.
Sonra da kendi çocukluğunuzu ve kendinizi izleyin.
Gözlerinizi kapamadan.
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.