Başrolünde Juliette Binoche’un yer aldığı Hangi Kadın Başka Sinema kapsamında gösterime girdi. Ödüllü yazar Camille Laurens’in aynı isimli romanından uyarlanan film dünya prömiyerini 2019 Berlin Film Festivali’nde yapmıştı.
Film, elli yaşında ve iki çocuklu bir akademisyen olan Claire’in, ayrıldığı genç sevgilisini takip etmek amacıyla sosyal medyada bir genç kıza ait sahte profil oluşturmasıyla başlıyor. Kolayca sahip olduğu gizemli ve güzel genç kız profili sayesinde Claire arzulanmanın heyecanına kapılıyor. Ancak kısa sürede olayların kontrolünü kaybediyor. Gerçeklik algımızı sarsan sosyal medyadaki ilişkilerin günümüzde ne kadar tehlikeli hale geldiğini gösteriyor. Dahası gerçekliğin yanı sıra sevgi ve etik kavramları üzerine yeni tartışmalar açıyor.
Öncelikle Juliette Binoche’un bu rolün hakkını kesinlikle verdiğini belirtmeliyim. Yönetmen Safy Nebbou röportajında* senaryoyu yazarken bu rol için aklında en başından beri Binoche’un olduğunu belirtmiş. Olgun bir kadının çelişkileriyle genç bir kızın uçarılığını başarıyla birleştirdiğini hissettim. Adeta içinden fiziki olarak da farklı kadınlar çıkardığını düşündüm.
Film, kurgusunu romandan aldığı üzere, seyircinin önüne koyduğu düğümleri sırayla çözen güçlü bir yapıya sahip. Flu noktaları açıklığa kavuşturarak anlamlı bir bütüne otururken, seyirciyi sonuna kadar şaşırtmayı sürdürüyor. Dahası, kurmaca içinde kurmaca ile yeni bir katman açıyor.
Yaşamak istediklerinden yola çıkarak bir roman yazan Claire, romanın bir taslağını psikiyatrına veriyor. Doğrusu, üniversitede karşılaştırmalı edebiyat dersi veren birinden de kendini daha iyi ifade etmek için böyle bir yöntem beklenirdi. Böylece film psikolojik okumalara açık hale geliyor. Bir nevi Claire’in bilinçaltına giriyoruz. Yaşadığı ilişki sanal olsa da yazdığı roman gerçekte beklediği sevilmenin nasıl olduğunu gösteriyor. Elbette yalnızca Claire’e özgü olmayan şekilde sevilme arzusunda, olduğu gibi kabul edilme ve acılarıyla beraber anlaşılma isteği olduğu anlaşılıyor. Sanal ilişki yaşadığı Alex ile gerçek hayatta yüzleşemeyen Claire, roman kurgusunda Alex’e gerçeği anlatmanın zekice bir yolunu buluyor. Alex’in tercihini kendinden yana mı, yoksa yarattığı sanal kimliğinden yana mı kullanacağını ölçmek isterken aynı zamanda intikam alırcasına ona acı çektiriyor. Bunun altında henüz tanışmadan önce Alex ile yaptıkları telefon görüşmesinde, Alex’in, Claire’in o zamanki sevgilisi Ludo’yu telefona vermeyişinin payı olduğunu düşündüm. Böylece gerçek hayatta başaramasa da Claire’in bir taşla iki kuş vuracak kadar zekice plan yaptığını görüyoruz. Yine de romanın sonunda, Alex’in ölümünden kendini sorumlu tutmasına karşılık, Claire kendine bir araba kazasında ölmeyi uygun görerek, kefaretinin bedelini ödüyor.
Yönetmenin mekân kullanımını başarılı buldum. Gerçek hayatta yüz yüze gelemeyen Alex ve Claire’i roman kurgusunun içinde labirent gibi yollar ve cam bölmeler arasında neşeyle kaçma kovalama oynarken görüyoruz. Ardından yeşil bir uçurumun kenarında birlikte özgürce bisiklet sürüyorlar. Adeta yanı başlarındaki tehlikeyi görmezden gelip kendi ritimlerini buluyorlar. Claire romanında böyle coşkulu anları yazarken, gerçek hayatta kendini merdivenlerin bittiği yüksek cam tünellerin sonunda buluyor.
Film boyunca aklımı kurcalayan bir soru var: Claire, Alex’i yirmi dört yaşında bir genç kız olduğuna inandırmayı nasıl başarıyor? En azından telefonda ses tonuyla kendini ele vermesi gerekmez miydi? Bu sorunun yanıtını Nietzsche’nin dolandırıcıların güçlerini nereden aldıklarına dair tespitinde buluyorum:
“Bütün büyük dolandırıcılarda, güçlerini borçlu oldukları kayda değer bir durum vardır. Tüm hazırlıkların içindeki asıl dolandırma ediniminde, sesin titremesinin, anlatımının, jestlerin içinde, etkili sahnelemenin ortasında kendi kendilerine inanırlar: Çevrelerindekilere mucizevi ve ezici biçimde hitap eden de budur.” (s.47).
Filmin Fransızca orijinal ismi olan “Celle Que Vous Croyez”in birebir Türkçe çevirisinin “Neye İnanıyorsun” olduğunu görmek, Nietzsche’nin bu yorumunu daha anlamlı hale getiriyor. Claire şüphesiz kendine inanıyor. Doktoruna “Yirmi dörtmüş gibi davranmıyordum, zaten yirmi dörttüm,” demesi ve “Aradığınız şey neydi peki, başka bir hayat yaşamak mı?” sorusuna yanıt olarak “Hayır, kendiminkini yaşamak. En sonunda!” deyişiyle kendine inanmaktan aldığı gücü açıkça ifade ediyor.
Bu noktada film seyircinin kendine dönerek sorgulama yapmasını sağlıyor. Sosyal medyada yönümüzü inanmak istediğimiz tarafa çevirmiyor muyuz? Ya da içimizde olduğuna inanmayı istediğimiz yanlarımızı ön plana çıkarmıyor muyuz? Sanal dünyanın bir kez parçası haline geldikten sonra filmdeki olayların ne kadar uzağındayız?
Camille Laurens’in başka romanları Türkçe’ye çevrildiği halde filme konu olan bu romanı henüz çevrilmemiş. Günümüz gerçeklerini seyirciyi rahatsız edecek kadar başarıyla irdeleyen bu kurgunun romanını da en kısa zamanda okumayı umuyorum.
REFERANSLAR
Nietzsche, F. (2012) İnsanca, Pek İnsanca-1. Mustafa Tüzel (Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Elçin Yıldızbayrak 1988 yılında İstanbul’da doğdu. 2010 yılında Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Özel bir şirkette Bilgi Teknolojileri alanında çalışmaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ve okumaya olan heyecanını sürdürdü. Okuduğu kitaplar ve izlediği filmler üzerine yazdığı bir blogu ve hikaye çalışmaları var. Halk oyunları oynamakta ve fırsat buldukça seyahat etmektedir.