Cevap, belki de sevgidir. İnsanın en fenasında istifade edeceğimiz taraf, o insanda sevilmeye değer olan taraftır belki. Sait Faik Abasıyanık, sevdiği insanları anlattı, biz de sevelim diye.
Türk edebiyatının –Tahsin Yücel’in deyişiyle- “kökü kendisinde olan” büyük öykücüsü Sait Faik Abasıyanık’ın ismi söylendiğinde, okuyanların zihninde canlanan resimlerde birbirine benzeyen şeyler vardır. Mesela şiirsellik, yalınlık, yazıya dökülmüş sevgi, iyi insanları iyilikleriyle, kötüleri de kötülükleriyle kabulleniş… Tüm bunların anlatıldığı sahiller, denizlerin orta yeri, balıkçı kulübeleri, ağır ağır sallanan tekneler…
Sait Faik bunları yaparken, kendisinden önceki kalıplardan kalemini sıyırıyor. Yücel’in dikkat çektiği özgünlüğü de bu kısımda yakalayabiliyoruz. Sait Faik, okuyucusunu denize nazır bir kahvehanede, çok sevdiği tahta iskemlelerden birine oturtup anlatmaya başlıyor. Kendi kişiliğinden, kendi hayatından dem vurup, kaleminin ucunu açtıkça açıyor. Baki Süha Ediboğlu’nun, Resimli Yirminci Asır Dergisi’nde yayımlanan yazısında bahsettiği gibi, doğayı ve insanları basit, samimi bir dille ve aynı zamanda usta bir şiirsellikle anlatıyor.
Abasıyanık’ın özgünlüğüne ilişkin bir başka değerlendirme de İbrahim Kavaz’a ait. Kavaz, “Sait Faik Abasıyanık” kitabında, Sait Faik’in hiçbir edebi akımın etkisi altında kalmadan, kendi yolunu açarak yazdığını belirtiyor.
Hikâye, roman, şiir, çeviri ve röportaj gibi birçok farklı türde kalem oynatan Sait Faik, üslubunun inceliklerini her türe yediriyor ve bunu ustalıkla yaptığından ötürü okurun zihni tırmalanmıyor.
Sait Faik Abasıyanık, edebiyatımızda karakteri ve yaşayışı üzerine de çok söz söylenmiş yazarlarımızdandır. Köklü ve varlıklı bir aileden gelmesine rağmen küçük yaşlardan beri tercih ettiği mütevazı yaşam tarzı, bu tarzın yazınına yansıması bugün de incelemecilerin en çok dikkat ettiği unsurlardan biridir. Yaşamında kendisine verilen lakaplara baktığımızda, bu yaşam tarzının izlerini görebiliriz. “Sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyf sirozlu”, “küfürbaz şair”, “müflis tacir”, “züğürt yazar” bunlardan sadece birkaçıdır.
Varlık Dergisi’nde, Sait Faik’in Bursa Lisesi’nde sürgün öğrenci hayatı yaşarkenki halini anlatan Hakkı Süha Gezgin’in yazdıklarına baktığımızda, Abasıyanık’ın ilk gençlik yıllarında da aynı karakter yapısında olduğunu görüyoruz. Gezgin’in anlattığına göre Sait Faik o yıllarda, “sınıfta sakin ve dalgın, bahçede ise yalnız”dır.
Dışarıdan bakıldığında oldukça sakin görünen Sait Faik’in zihninde ne menem fırtınaların koptuğunu yazılarından, öykülerinde ele aldığı olay ve karakterlerden anlıyoruz. Buraya girmeden önce Sait Faik ile ilgili bir ayrıntıyı daha belirtmekte fayda var. “Sait Faik Abasıyanık” kitabında İbrahim Kavaz, Sait Faik’in hayatı boyunca çevresiyle uyum sağlayamadığını ve bu uyuşmazlığın da onun her şeyden şikayet eden bir karakter yapısına sahip olmasına sebep olduğunu yazıyor.
Öykülerini incelediğimizde şikayetçi bir üslupla çok sık karşılaşmıyoruz. Daha doğrusu yazar, ele aldığı karakterlerin kişiliklerinde dillendirdiği şikayetleri, serzenişleri ve kızgınlıkları o kadar ustaca ele alıyor ki, biz şikayet eden bir yazar değil, bir karakter görüyoruz. Öyküyü bitirdiğimizde de yazarın değil, karakterin şikayetlerini, kızgınlıklarını, öfkelerini hatırlıyoruz.
Sait Faik, öyküsünü anlattığı karakterler hangi sosyal statüden, sınıftan, yaşam tarzı ya da ideolojiden olursa olsun, biz o karakterin bireyliğini görerek işe başlıyoruz. Onun sosyal hayatında, iş çevresinde ya da kendi içinde yaşadığı sorunlardan, yer aldığı toplumun genişçe bir tablosunu çıkartabiliyoruz.
Samet Ağaoğlu da Varlık Dergisi’nde yayımlanan yazısında Sait Faik’i, toplum meselelerinden çok insanı ele alan sanatçılar sınıfına koyuyor. Toplumların bireylerden oluştuğu görüşü göz önüne alındığında ve her bireyin sorununda toplumun önemli bir yer tuttuğu düşünüldüğünde, Abasıyanık’ın bireyi ele aldığı kadar, o bireyin katkısıyla oluşmuş toplumu da değerlendirdiği söylenebilir. Bireyin sorunu toplumla, toplumun sorunu da bireyle ilişkili değil midir?
Fethi Naci, Sait Faik Abasıyanık’ın öykücülüğünü üç döneme ayırıyor. “Sait Faik’in Hikayeciliği” kitabında Naci, Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’ı, Sait Faik’in öykücülüğünün ilk dönem eserleri olarak kabul eder. 1948 yılında yayımlanan Lüzumsuz Adam ile 1952 yılında yayımlanan Son Kuşlar arasındaki dönemi, yazarın öykücülüğünün ikinci dönemi olarak adlandırır. Alemdağ’da Var Bir Yılan ise, Sait Faik öykücülüğünün üçüncü döneminin başlangıç eseri olarak kabul edilir.
Fethi Naci’nin yaptığı gruplandırmaya yönelik bir okumaya giriştiğimizde, Sait Faik öykücülüğünde bu sıralamaya uygun bir konu ve üslup değişimini yakalayabiliyoruz. İlk dönemde ele alınan konular ve karakter seçimleri, bu karakterlere yazarın bakış açısı ve onları okura sunuş biçimi ilerleyen dönemlerde değişikliğe uğrar. Yazarın yazım tarzına yansıyan hayat şartları da bu değişimde etkilidir. Sait Faik, gitgide daha yalnız, daha öfkeli ve daha küskün bir adam olur.
Artık iyiliklerin altında da kötülükler aranabilir. Aranmasa da görülebilir. Önceleri görünse de görülmek istenmeyen bu kötülükler, artık okuyucunun da gözüne sokulabilir. Sait Faik, çok sevdiği İstanbul’u bile sevmez olur. Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabındaki öyküler, İbrahim Kavaz’ın da belirttiği gibi, Sait Faik’in sürrealizme geçen bir öykücülüğü benimsemeye başladığını gösterir. Artık sakin sularda avlanan balıkların yerini, karanlık sokaklarda koşturan deliler almaya başlar.
“İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, mecburuz.”
Hayata yukarıda alıntıladığım cümledeki anlam doğrultusunda bakan bir insan neyi anlatmak ister? O insan bir sanatçıysa, öykü yazıyorsa mesela, sular seller gibi öykü yazıyorsa, ne anlatır okuruna?
Cevap, belki de sevgidir. İnsanın en fenasında istifade edeceğimiz taraf, o insanda sevilmeye değer olan taraftır belki. Sait Faik Abasıyanık, sevdiği insanları anlattı, biz de sevelim diye. Semaver’deki işçi Ali, Şehri Unutan Adam, Şahmerdan’da Çöpçü Ahmet… Bu insanlar bir kurgunun ürünü değiller, yalnızca bir kurgunun ürünü değiller. Evden çıktığımız andan itibaren, hatta belki de o andan da erken karşılaştığımız, sokakları yan yana adımladığımız, otobüste yanlarına oturduğumuz, omuz attığımız, küfrettiğimiz adamlar bunlar.
Öyküleri yalındı ama yavan, asla değildi. Sait Faik’in üslubundaki yalınlık, öykülerinin çalakalem yazıldığı gibi bir izlenime götürmüyor okuru. Aksine, bu yalınlığın sağlanması için fazlasıyla özenilmiş, yazı dili karmaşıklıktan bilerek arındırılmış gibi. Sait Faik’in hayatına baktığımda, kendi kişiliğini ve hayat tarzını da süslemelerden, abartıdan, karmaşıklıktan arındırmak için elinden geleni yaptığını gördüm. Annesi Makbule Abasıyanık da, Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda oğlunun bu özelliğinden şöyle bahsediyor; “Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi.”
Bir balıkçı teknesi hayal edin. Teknede yamalı pantolonları, eski gömlekleri, yıpranmış kasketleriyle balıkçılar ve onların arasında gayet afili giyinmiş, emanet gibi duran bir adam… O adam orada ne kadar sırıtırsa, Sait Faik’in öykülerinde de ağdalı sözcükler, abartısı bol cümleler o kadar sırıtırdı. Yani Sait Faik, anlatmak istediğini anladığı gibi, anlamamız gerektiği gibi anlatmaktan yana bir yazar.
Öğrenciliğe de, işçiliğe de bir türlü ısınamayan Sait Faik’in hayatındaki en uzun soluklu uğraşı yazmak olmuş. Ailesinin yönlendirmesiyle okullara başlamış, bırakmış. İşlere girişmiş, zarar ederek onlardan da ayrılmış. Babasının yönlendirmesiyle girdiği ticarette de, iş ortağı tarafından dolandırılmış. Öğretmenlikte, sınıfta otorite kuramamış ve derslere sürekli geç geldiği için tam bir maaş alamamış. Sait Faik’i okurken en çok şaşırdığım şeylerden biri, hayata karşı bu isteksizliğine rağmen içindeki sevginin hiç körelmemesiydi. Her şeyden çabuk sıkılan birisiydi ama sevmekten çok geç sıkılmıştı.
Sevmekten de sıkıldığı yargısına Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabını okuduğumda vardım. Yazarlık yaşamı boyunca geleneksel kalıpları kıran Sait Faik, bu kitabında kendi oluşturduğu kalıpları da kırıyor ve gerçeküstücü bir anlatıma yöneliyor. Üstelik kitabın yayım tarihine baktığımda, Sait Faik’in kitap yayımlandıktan kısa bir süre sonra öldüğünü gördüm. Bu bilgiye ulaştığımda, kitapta ölümle ilgili yazdığı satırların, benim için etkileyiciliği daha da arttı.
“Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.”
Hiçliğin güzelliğini tarif etmek için ölümü kullanan bir insan hayli sıkılmış olmalı. Bu tip bir ölüm övgüsüne, öykücülüğünün ilk dönemine ait olarak değerlendirilen Şahmerdan kitabında da rastladım.
“Bir yudum daha… Oh! Ölüm belki de bir memlekettir. Işıkları söndürülmüş bir Paris kadar güzel, tayyare korkusundan ışıkları söndürülmüş bir Paris’te bir çift Parisli kadar yalnız âşıklarını düşünmeye çalışan insanlarla doludur; belki de ölüm şehri. Orada, belki de insan yalnız iskeletiyle güzeldir. Her şey kalbi atmadan, sükûn içinde yapılır. Nehirler vardır ki kocaman ziftli kayıklarla geçilir. Nehrin öteki kıyılarında mor ışıklı asfalt caddelerde çıplak kadınlar dolaşır, ölüm memleketi belki böyledir…
Belki eğilirsin, bir avuç su serpersin iskeletine, pırıl pırıl parlarsın… Yeniden başka türlü etler peyda edersin. Yatarsın bir denizin üstüne, kocaman mor dalgalar alır seni dünyalar kadar bol ışıklı mavi bir beldeye götürür. Mavi mahlukların içine düşersin. Yanına altın saçlı, mavi gözlü, billur bacaklı çocuklar üşüşür. Mavi balkonlu saraylardan genç kızlar fırlar… Mavi rüyalı ölüm… Kim bilir, beklediğin belki de seni orada bir huzur âlemine beklemektedir.
Hayır, hiçbir şey yoktur. Sükût… Yapılan şeylerin hesabını bile vermek yok. Ne beklemek, ne beklememek, ne öpmek, ne öpülmek. Sükût… Kim derki bu bütün hazların hazzı değildir? Sükût… Sükûn… Oh!”
Okuduğum kitapları arasında bende en çok iz bırakan, Alemdağ’da Var Bir Yılan oldu. Sait Faik’in hayata ve insanlara karşı bakışındaki değişiklikler bu kitapta çok belirgin. Sait Faik, bu kitapta çok sevdiği İstanbul’u bile, artık “çirkin” bulduğunu yazıyor. Üstelik aynı satırlarda, Sait Faik’in sevmekten ve hayattan da artık tat alamamasının sebebine dair önemli bir cümle var.
“Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır… Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
Sait Faik, yaşamının son yılında yalnızlığa, yaşadığı şehrin sevgilerle büyümek yerine, sevgilerle yıkılıyor oluşuna isyan ediyor. Tüm isteksizliğine ve mağlubiyetlerine rağmen hayatı kovalamayı bırakmayan yazarın, son yıllarında bu noktaya gelmesi hayli düşündürücü. Yine de Sait Faik, sevginin kendisine duyduğu sevgiyle bugünümüzde de büyük bir yazar olarak karşımızda duruyor. Sait Faik, ancak sevginin bittiği yerde bitiyor.
KAYNAKÇA
ABASIYANIK, Sait Faik, Birtakım İnsanlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003.
ABASIYANIK, Sait Faik, Şahmerdan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013.
ABASIYANIK, Sait Faik, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2002.
AĞAOĞLU, Samet, “Sait Faik”, Varlık, 1 Ağustos 1954, s. 409.
EDİBOĞLU, Baki Süha, “Modern Türk Hikâyesinin Kurucusu Sait Faik”, Resimli Yirminci Asır Dergisi, 20 Mayıs 1954.
ERGİN, Metin, “Sait Faik’in Annesi Oğlunu Anlatıyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 19 Eylül 1954.
GEZGİN, Hakkı Süha, Varlık, Haziran 1954.
KAVAZ, İbrahim, Sait Faik Abasıyanık, Şule Yayınları, 1999.
NACİ, Fethi, Sait Faik’in Hikayeciliği, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1990.
YÜCEL, Tahsin, “Sait Faik”, Varlık, 1 Aralık 1954, s. 413.