April Yayıncılık tarafından basılan, Murat Uyurkulak’ın “Merhume” romanı ve düşündürdükleri…
Bu ayki okuma listemde, çıkacağını öğrendiğim andan itibaren vardı “Merhume”. Murat Uyurkulak uzun aradan sonra, yeni bir yayıneviyle ve romanla geliyordu. April Yayıncılık benden hızlı davranıp romanı gönderdiğinde daha da sevindim, yeri gelmişken tekrar teşekkür ederim kendilerine.
“Merhume”, hem genel anlamda, hem de bir Murat Uyurkulak romanı olarak özel anlamda şaşırtan bir roman olmuş. Daha ilk sayfalardan itibaren şaşırmaya başlayıp, ne zaman bitecek de ters köşe olacağım diye beklerken son sayfasına kadar devam ediyor bu şaşkınlık. Sebebi ise Tol ve Har gibi romanlar yazmış bir Uyurkulak’ın bu kadar erkek kokan, bu kadar kaba bir dil ve kurguyu nasıl yazmış olduğu.
Derdimi iyi anlatmak için baştan birtakım açıklamalarla çerçeve çizmek zorundayım: Murat Uyurkulak’ın sıkı okuru/hayranı olmasam da eskiden beri kendisini takip eder, edebi, siyasi ve toplumsal yaklaşımlarına sıcak bakarım. Kötü bir insan ve kötü bir yazar olduğunu düşünmem. Bu yazıda yazarlığını ya da kişiliğini tartışmak değil niyetim; lütfen buna ikna olarak okumaya devam edin. Öte yandan edebiyatın “edepli” olması gerektiğine de inanmam; yani “falanca roman çok küfürlü, aha burada lan demiş, burada sevişme sahneleri var” gibi şeylere takılmam. Evet, eril dilden şikayetçiyim; daha doğrusu eril dili yaratan anlayıştan… Yani günlük hayatta, örnekse, kadını pasifize eden küfürlerin bir alışkanlık olarak kullanılmasından rahatsızım, evet; ancak, bu küfrü oluşturan, toplumun sakat düşünce mirasından duyduğum rahatsızlığın yanında küfür sadece bir sonuç olarak kalır. İkisi arasındaki farkı anlatabilmişimdir umarım; bu, emperyalizmi yıkmak için kola içmemeye benziyor. Yani söz konusu küfürleri etmeyelim, tamam; peki bu küfürleri etmeden tacize, tecavüze, cinayete teşvik eden beyanları/fetvaları/anlayışı ne yapacağız? Şuraya gelmeye çalışıyorum kısaca: Bu yazıda eleştireceğim aksaklıklar, Uyurkulak’ın romanında bol küfür veya seks olması falan değil; arkada yatan anlayışla derdim.
Uyurkulak, birkaç beyanında, romanında “erkek cehennemi”ni anlatmak istediğini söylemiş. “Kadına şiddet, ensest, tecavüz gibi tehlikeli sularda dolanan cesur bir kitap”mış. Evet, romanın daha ilk sayfalarından itibaren tacizin, tecavüzün, kadını aşağılamanın, kadına şiddetin, ensestin daniskasını görüyoruz. Bunların anlatılmasında, hatta sınırların dibine kadar zorlanmasında hiçbir beis görmüyorum. Yani geçtiğimiz gün Murat Bardakçı’nın Orhan Pamuk’u eleştirdiği “Çüş Orhan Pamuk, Çüş” başlıklı yazıdaki gibi, “Murat abi, neden bunları yazdın abi, başka yol yok
muydu?” demek değil amacım.
muydu?” demek değil amacım.

Hayır, roman siparişi vermiyorum. Sözgelimi; en klişe motif olarak, tacizci, tecavüzcü, vesaire kötü kahramanı cezalandırabiliriz mesela. Ya da kötü kahramanların başına hiçbir şey gelmez, ceza almak zorunda değildir ama anlatıcı onları ve yaptıklarını öyle bir anlatır, satır arasında öyle bir eleştiri hissettirir ki okuyucu şunu der: “Evet, bunlar dünyada olan ve yaşanan şeyler. Ama olmaması gereken, kötü şeyler.”
Uyurkulak’ın romanında ise bu tür sahnelerin her birinde, “Şimdi yazar bir yerden çıkıp satır arasında bile olsa bir müdahalede bulunacak” diye diye, kaçırma ihtimalime karşılık geriye dönüp baka baka sona geldim. Bir kez de baştan kuşbakışı geçtim; ama yok… Başta söylediğim gibi, burada Murat Uyurkulak’ı ya da kitabı yerin dibine sokmak değil, aklıma yatmayan açılardan kitabı ve anlayışı eleştirmek derdim. Eğer kendisiyle ilgili hiçbir fikrim olmasaydı, romandan sonra hiç düşünmeden “seksist” etiketini yapıştırabilirdim ki incelikli sorgulamadan uzak kimseler bunu rahatlıkla yapabilir; yapacaklardır da…
Birkaç küçük örnek:
“Şerbet nasihate başlıyor:
‘Bu ruslara öyle hemen abanmıycan. Bırakıcan ki ağır ağır okşasınlar, okşansınlar… O şekil yapmadın mı, öfkeli kelimelerin ağza doluşması misali, erkekliğin de çöküverir orana, yaramazsın bi boka…’ (S.32)
“…taksici devam ediyor: ‘Bu saatte salıyolar güzelim kızları dışarı, iti var uğursuzu var, bindiler Beşiktaş’tan, dediler Haliç, dedim bu saatte tekin değildir oralar, olsun dediler, iyi dedim, geldik, az evvel çıktığınız binaya bıraktım, ama gözüm de arkada kaldı hani, hayır yani, ilik gibi kızlar, iti var uğursuzu var, dayıycaksın malafatı, yer misin, yemez misin, bu vakitte dışarı çıkmak neymiş, yani iti var, haksız mıyım, haksızsam haksızsın de abi…” (s.31)
Taksici bu şekilde devam edip de yazardan bir müdahale beklerken, müdahaleyi gördüğümüz tek sahne de bu oluyor aslında. Kahramanımız Şerbet, belinden silahını çıkarıp taksicinin kafasına dayıyor ve “Kes lan!” diye bağırıyor. Evet; kadına bu kabilden bir bakış, yine silahlı bir erkekten gelen “Kes lan!” tepkisiyle karşılık buluyor.
Bunlar tek örnek değil elbet. Detaya girmeyeyim, romanın bir yerinde şöyle bir hikaye anlatılıyor: Funda (asıl adı Zükabiye, bu ismi beğenmedikleri için Funda demek istiyor kahramanlarımız) ve Benhur evliler; ne olup bitiyorsa Funda ile Benhur’un arkadaşı Veysel birbirlerine aşık olup uzun süre gizlice ilişkilerini yürütüyorlar. Funda hamile kalana dek devam ediyor bu ilişki, kızlarının adını Kader koyuyorlar. Yıllar geçince Funda ölüyor, Benhur ile Veysel de ortak meyhane işletiyorlar. Devamını kitaptan okuyalım:
Bu bölüm burada bitiyor, sonrası yok! Herhangi bir müdahale, herhangi bir eleştiri veya benzeri bir şey yok. Ve bu durum roman boyunca sürüyor; sürekli taciz, tecavüz, cinsiyetçi durumlar anlatılıyor. Romanı bu kadar net eleştirmemin sebebi, bu yazıyı yazmadan önce kim ne demiş diye bir bakınıp da Uyurkulak’ı çok sevenlerin romana bayıldığını görmem. Çünkü bu, en çok da yazarın kendisi için sakat bir durum: Merhume’yi beğenenlerin neredeyse hepsi, Tol’u ve/veya Har’ı okuduğunu söyleyen, yazarın eskiden beri okuru olan insanlar ve Merhume’deki bu ifadelerin arkasında belli belirsiz de olsa Murat Uyurkulak’ın iyi niyetini gören/görmek isteyen okurlar. Gelgelelim, bir kitabın okur sayısı kadar yorumlanma biçimi vardır ve herkes bu iyi niyeti –varsa bile- görmeyecektir.
Türkiye’de tecavüzlerin ve kadın cinayetlerinin bu denli arttığı, kadının sosyal kimliğinin gün be gün yerin dibine sokulduğu, bireyliğinin tüm alanlardan çekilerek “Ya annedir, ya orospu” anlayışının yerleştirilmeye çalışıldığı (kaldı ki anneyse bile hamileyken erkekleri tahrik etmemek için dışarı çıkmamalıdır) bir dönemde, bu tür bir roman yazmanın ve bu kadar keskin hatlarla yazmanın arkasında bir iyi niyet varsa bile, üzgünüm, roman koca bir sis bulutu halinde görmemi engelliyor.
Merhume ile ilgili kim ne yazmış diye araştırırken rast geldiğim ve yalnız olmadığıma sevindiğim ŞU YAZIDA aşağıdaki Radikal Kitap kapağı kullanılmış, işaretlendiği için direkt almak istedim, yani romanın iddiasını göstermek için:
Başta da belirttiğim üzere, bir kitabın böyle bir iddiası varsa, bunu zaten olmakta olan rezil ve korkunç olayları bir kez daha yazarak, ama olduğu gibi yazarak ve üstelik birtakım erkek kahramanların rakı masalarında alttan alta zevk vererek dinledikleri bir dille, rakı masası ağzıyla yazarak eleştiremezsin. Olduğu gibi anlatmaksa dert, anlatırsın; ama bir yerde de küçük bir cümleyle de olsa “Orada dur” dersin. Ama işte bunu yapmadığınızda o kitabı yazmanıza gerek yok; aynısını Şafak Sezer’in filmlerinde de izlersiniz zaten.
Murat Uyurkulak Günah Keçisi Değil
Bu eleştirileri doğrudan bir isme ve bir yazara yapıyorum diye onu günah keçisi ilan etmeyeyim. Bu eril dil maalesef son dönem edebiyatçıları içerisinde yıllardır kendini gösteriyor. Bu zaten bilinen ve eleştirilen bir durumdu ama Uyurkulak’ın eseri, diğerlerinde bir şekilde kurulmuş olan bahsettiğim dengeyi kuramamış maalesef. “Srpski Film (Bir Sırp Filmi)” adında bir film vardır; bilen bilir. Sebepsiz şiddet ve tecavüzle doludur. Hiçbir amacı ve eleştirisi yoktur; suratı kapalı ve elleri bağlı birine tecavüz eden bir adamın, maskenin altında kızı olduğunu sonradan öğrenmesi gibi sahneler vardır sözgelimi. İşte bu amaçsızlık nedeniyle, Merhume de bende o filmin etkisini yarattı.
Bu arada kitabın aceleye getirilmesi veya özensiz basılması türevinden mazeretleri de düşündüm. Olur ya, aradan geçen onca zamandan sonra Murat Uyurkulak, yeni romanını bitirmiştir ve bir an önce basılmak istenmiştir.
Tamam, romanla hiçbir alakası olmayan, 123rf.com’dan satın alınıp indirilmiş bu anlamsız kapak, muhtemel bir “aceleye geldiği” mazeretini destekleyebilir, fakat künyede altı tane editör ismi yazıyor. Altı editör, iki de son okumacı. Bu editörlerden birisi de Murat Menteş. Kimse de çıkıp, “Abi, iyi güzel yazmışsın, tüm bunları eleştirmek istemişsin, eyvallah da sanki bir eksiklik yok mu?” dememiş.
Ya Murat Menteş Dursun, Ya Etrafındakiler
Konunun başka bir yönü daha var: Bastığı bazı kitapları severek de okuduğum April Yayınları’nda Murat Menteş varlık göstermeye başladığından beri o yayınevine gidenlere bir şey oluyor. Yine altını çizeyim: Menteş’in romanlarını severim, üzerine olumlu eleştiriler de yazmışımdır. Ne kadar “erkek romanları” da olsalar, sevsek de sevmesek de, edebi değeri olduğunu düşünsek de düşünmesek de Menteş kendine atlamalı zıplamalı, hiperaktif ve ince zeka işi bir dil ve tarz oluşturdu mu, oluşturdu.
Fakat her kim ki Menteş’in resmi yahut gayrıresmi editörlüğüne maruz kalıyor, bir anda Menteş’leşiveriyor. Bunun örneğini Tuna Kiremitçi’de gördük. Kiremitçi’nin okuru değilim, fakat yaptığı işleri topyekun kaldırıp atacak kadar sığ bir okur da değilim. Bir süre önce Murat Menteş’le yakınlaşan Tuna Kiremitçi, April Yayınları’ndan arka arkaya iki kitap çıkardı. Yılların “Git Kendini Çok Sevdirmeden, Bu İşte Bir Yalnızlık Var”cısı romantik adam, oldu mu sana “Sonun Geldi Sevgilim”ci. Kitabı tabanca şeklinde başına dayayıp poz verdiği an anlamıştım bir Menteş’leşme durumu olduğunu, sonradan okuduğum kimi eleştirilerde de bahsedilmiş bundan:
“Sonun Geldi Sevgilim Tuna Kiremitçi’nin kitapları içerisinde bir kırılma noktası niteliğinde; özellikle anlatım biçimleri ve üslup bakımından yazarın önceki kitaplarından farklı bir yerde duruyor. Baş karakterin dilinden anlatılan bu hikayede yazar önceki kitaplarında rastlamadığımız inceden alaycı bir üslup da edinmiş durumda. Bunu Murat Menteş ve Tuna Kiremitçi dostluğunun Sonun Geldi Sevgilim üzerindeki yansıması olarak yorumlayabiliriz belki de…” (Kaynak: SabitFikir )

Bunu niye uzattım: Murat Uyurkulak’ta da aynı durum söz konusu olduğu için. Aforizmatik ifadeler, atlamalı zıplamalı cümleler, ilginç ironik kahraman isimleri, polisiyeye bulaşmak isteyip bir türlü bulaşamamalar, vesaire… Buna üzülüyorum; hem yanlışlıkla etkilenip benzeyen, hem benzemeye çalışan hem de kendisine benzetilen adına, ama en çok da edebiyat adına üzülüyorum.
Eğer kitabı April Yayınları’ndan çıkan veya Murat Menteş’in editörlüğüne giren her Türkçe yazarı böyle olacaksa, gitmesin, o dosya birkaç ay daha beklesin daha iyi. Hem dosyaya yazık, hem yayınevine, hem de Menteş’e.
“Halbuki” Demek İstediklerim…
Halbuki, bu ağır, salyalı, sarhoş, küfürlü ve eril unsurlar olmasaydı ya da bu kadar keskin ve alternatifsiz olmasaydı, elbette roman doğrudan çöpe atılacak bir roman değil. Neticede Tol’un ve Har’ın yazarının romanı. İnce zeka işi parıltılı hikayeler var mesela, o hikayelerin oradan buradan bir şekilde zekice bağlanıp bugünkü asıl kahramanlarımıza gelişi var, birçok yerde ince bir nağme gibi süzülen cümleler, özellikle yazar/yayıncılık alemine yapılmış çok sağlam eleştiriler var. Halbuki, uzun uzun gösterdiğim örnekler ve yaptığım tekrarlar yerine bu kısımlardan bahsetmek isterdim.
Umarım yazarı da, yayıncısı da, okuyucusu da bunca lafı uzatmamın arkasındaki iyi niyeti görebilir. Romanın sonunda yazar, kahramanlarına kendi kitabını, “Merhume”yi eleştirtiyor, yine eğlenceli ve hoş bir dolaylı özeleştiri derken, tam da benim gibi eleştireceklerden bahsediliyor. Belki aşağıdaki o kısım gibi “Geçelim” diyecektir. Sağlık olsun.
“ ‘Ayrıca kadınlar hep maruz kaldıklarıyla var, daimî bi mağduriyet hali, o yüzden iç dünyalarına girmekte zorlanıyoz, ama erkeklerin iç dünyalarında uzun uzun seyahat ediyoz, sanki onlara iltimas geçilmiş gibi… Bu da metni iyice erkek yapıyo, senin anlatıcı olmanla hepten tezat oluşturuyor…’
(…)
‘Ya erkekmiş kadınmış, bırak… Çok bilirmiş gibi… Geçelim, devam et, sonra?” (s.289-290)