Ahmet Ümit’in Everest Yayınları etiketiyle çıkan “Elveda Güzel Vatanım” romanı üzerine bir inceleme.
Polisiye ile Tarihi Roman Arasında Bir İttihat ve Terakki Serüveni: Elveda Güzel Vatanım
Ahmet Ümit; antik efsaneler, Alevi köyleri, Mevlana ve Mevleviler derken bu sefer kalemini İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarihi ve gündemi değiştirdiği 20 küsur yıllık dönemine çevirdi. Bir yanıyla tarihi roman, bir yanıyla polisiye diyebileceğimiz “Elveda Güzel Vatanım” karşımıza, üzerinde çok çalışılmış, olabildiğince detaylandırılmış, uzun bir roman olarak çıkıyor.
Romanda, eski ittihatçı, aynı zamanda edebiyat ve sanat aşığı Şehsuvar Sami’yi ana karakter olarak görüyoruz. Romanın tamamı mektup yöntemiyle yazılmış; kahramanımız, halen unutamadığı gençlik aşkı Ester’e gönderip gönderemeyeceğini bile bilmeden mektuplar yazıyor ve biz de olan biteni bu mektuplar sayesinde okuyoruz. Takip edildiğini, kendisiyle ilgili kötü planlar yapıldığını düşünen Şehsuvar, roman boyunca Pera Palas otelinde kalıyor. Cumhuriyet’in ilk yılları romanın temel zamanıyken, mektuplarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşundan işgal İstanbul’una kadarki süreci geri dönüşlerle Şehsuvar’ın anılarından izliyoruz. Burada çok önemli ve ileride döneceğim noktalardan birisi de tarihin tekerrür edişinin tüm klişeliğine rağmen yine çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkması; zira söz konusu dönemin şartları, bugünkülere çok benziyor.
Gerek polisiye romanları, gerek Ahmet Ümit romanlarını severek okurum. Yazarın yakın dönem kitapları, bu severek okuma akışını inişli çıkışlı bir hale getirse de “Elveda Güzel Vatanım”, bazı yönleriyle birçok Ahmet Ümit kitabının bir adım önüne çıkıyor. Buna karşın bazı yönleriyle de önceki Ahmet Ümit romanlarında olumsuz eleştirdiğim kimi yanları barındırmaya devam ediyor.
Her şeyden önce, Ahmet Ümit’in bazılarınca doğru, bazılarınca gereksiz bulacağı bir üslup özelliği var: Yazarken, özellikle kurgusunun dışında kalan tarihi ve teorik verileri sunarken, kitabı okuyacak olan tüm okurları gözetmeye çalışıyor olsa gerek ki her konunun, her bilginin detaylarını olabildiğince uzun anlatıyor. Hiçbir okuru es geçmemek için, sıfır bilgisi olan birisine anlatır gibi. Bu kısım okuyucular için son derece iyi olan bu özellik, bir süre sonra sadece tarihi bilgilerle kalmayıp romanın kurgusuna da sinmeye başlıyor ve yorucu hale geliyor bana göre. Evet; Bâb-ı Âli Baskını’nı ya da İttihat ve Terakki’nin kuruluşunu okurken birçok detayı öğrenmek isteyebilir okuyucu, ama bu detaylandırma ve uzun anlatımlar Şehsuvar’ın iç sorgulamalarında, Ester’e yazdığı mektuplarda, Ester ile ilgili duygularında ve benzeri diğer yerlerde olunca, bir süre sonra sürekli bir sonraki bölümü merak ederek aceleye kapılıyor okuyucu.
Bunu olumsuz bir eleştiri olarak belirtirken aslında olumlu bir eleştiri de yapmış oluyoruz; çünkü, bir sonraki bölümü merak ettiren akıcılığı, en azından tarihi kurgunun dile getirildiği sahnelerde okuyucunun merakını diri tutuyor.
Biraz daha açalım: Romanın tamamına yayılmış olan bir tezatlar çatışması mevcut; bireysellik ile toplumsallık, Doğu ile Batı, hayal ile hakikat gibi çatışmalar ve ikilemler, romanın belkemiği durumunda. Bu belkemiğinin üzerindeki temel çatışma ise Şehsuvar’ın aşkı ve vatanı arasında kalmışlığı. Aslında bu çatışmalara Tanzimat, Servet-i Fünûn ve Cumhuriyet dönemi edebiyatı okurları yabancı değiller. Bu yüzden bilinçli midir bilinmez ama Ahmet Ümit’in o dönemi anlattığı bir romanda, o dönemin çatışmalarını da kullanması, kaçınılmaz olmakla birlikte hoş bir uyum da oluşturmuş.
Bunu biraz örneklendirelim…
Ester; toplum ile birey arasındaki tercihini bireyden yana yaparken, kolay kolay haksız görülemeyecek beyanları oluyor:
“Biz de Poe gibi ızdırabımızla alay etmeyi başardığımızda insan olmaya bir adım daha yaklaşacağız. (…)Şu sokakları dolduran kalabalıkların kaç tanesi, Poe gibi sadece insan olmanın kederini hissedebilir? Onların bu görkemli isyanı, herhangi bir canlının hayatta kalma çabasından daha manalı değil ki. Elbette biz sosyalleşmiştik, hürriyet, kardeşlik ve eşitlik isteyecek kadar geliştik ama hâlâ insan olmanın derinliği bütün bu kalabalıkların hareketlerinden uzaklarda bir yerlerde duruyor.” (s.71)
Vakt-i zamanında Ester, bireyci, daha doğrusu varoluşçu bir yaklaşımla ülkede olan biteni geride bırakıp Paris’e gitmeyi, bir fedai olmak yerine yetenekli bir yazar olmayı Şehsuvar’a önerirken, Şehsuvar bu ikilemde tercihini vatanından yana yapıyor. Okuyucunun kahraman ile empati kurmasını sağlama başarısından mıdır, yoksa bu toprağın gerçek hikayesinin anlatıldığından mıdır; Ester maalesef romanın başından sonuna kadar bir gölge halinde kalıyor.
Romanı ikinci yarısına yaklaştığım andan itibaren keyifle okumaya başlasam da, kitap bittiğinde bile halen zihnime oturmayan bir durum var: Ahmet Ümit; bir romantik-vatansever kahraman yazmak istese de roman boyunca Şehsuvar Sami’yi bir türlü tam bir romantik ya da tam bir fedai gibi konumlandıramadım. Yazar belki tam da bunu amaçlamıştır; fakat kahramanın iki türlü özelliklerinin kurgu içerisine homojen dağıtılmamasından ve en önemlisi de, kahramanı en çıplak haliyle yakaladığımız
mektup yöntemini kullanmış olmasından ötürü, uzun süre boyunca bu kadar romantik ve hassas bir adamın başarılı bir ittihatçı fedai olabileceğini düşünemedim. Aynı şekilde tam tersini de düşünmeme izin vermedi roman; çünkü Ester sadece kendisine mektupta hitap edilen, geçmişte kalan bir kahraman olarak kaldı. Her bölüm başında Ester’e hitaben yazılan yeni bir mektuba başlasak da Ester; romandaki gerçek tarihi figürlerin karşısında bir araç, kurgunun bir kurbanı olarak kalmış. Bu yorumum cinsiyetçi bir yorum gibi algılanmasın; tarihi bir romanda, tarihi karakterlerin karşısına hayali figürler çıkaracaksak, çok sarsıcı ve belirgin figürler çıkarılması gerektiğini düşünüyorum sadece.
mektup yöntemini kullanmış olmasından ötürü, uzun süre boyunca bu kadar romantik ve hassas bir adamın başarılı bir ittihatçı fedai olabileceğini düşünemedim. Aynı şekilde tam tersini de düşünmeme izin vermedi roman; çünkü Ester sadece kendisine mektupta hitap edilen, geçmişte kalan bir kahraman olarak kaldı. Her bölüm başında Ester’e hitaben yazılan yeni bir mektuba başlasak da Ester; romandaki gerçek tarihi figürlerin karşısında bir araç, kurgunun bir kurbanı olarak kalmış. Bu yorumum cinsiyetçi bir yorum gibi algılanmasın; tarihi bir romanda, tarihi karakterlerin karşısına hayali figürler çıkaracaksak, çok sarsıcı ve belirgin figürler çıkarılması gerektiğini düşünüyorum sadece.
Üstelik Ester’in fikirlerini önemsediğim, romanda daha güçlü bir alternatif fikrin figürü olarak ortaya çıkmasını istediğim de bir gerçek. Bireyin toplumuyla ilişkisini şımarık bir üst ağızdan söylemiyor Ester; dünyanın ve ülkenin gerçeklerinin de farkında:
“Yüz küsur yıl Şehsuvar, en az yüz küsur yıllık bir zaman dilimi var Paris’le aramızda. Üstelik sadece iki inkılabı kıstas alırsak. Sen inkılabını daha dün yaptın, onlarsa yüz on dokuz yıl önce. İhtilali hazırlayan sanayiyi, içtimai vaziyeti, hayat şartlarını, sanatı tartışmıyorum… Dersaadet’i Paris yapmak, güzel hayal ama mümkün değil.” (s.128)
Bu paragrafta her ne kadar Avrupa’nın karşısında Osmanlı’yı yetersiz gören bir hava sezilse de aslında getirilen yorum, çok daha doğru ve kendini doğrulamış bir gerçek olarak romanın başka bir yerinde çıkıyor karşımıza:
“Ne yaparsak yapalım, sanki mağlubiyete mahkûm gibiydik, hep hayal kırıklığına yazgılı… Ne yaparsak yapalım beyhudeydi, bir türlü çıkamayacaktık bu derin, bu kanlı çukurdan. Yıkımlar, ihanetler, isyanlar… Zulüm, yolsuzluk ve yoksulluk. Ne varsa devr-i Abdülhamit için söylediğimiz, hepsi tekrar yaşanıyordu bizimle birlikte. Uğursuz bir döngü gibi olaylar hep kendini tekrar ediyordu bu coğrafyada… Ve insanlar, buğday taneleri gibi ezilip gidiyordu tarih denilen o değirmenin taşları arasında.” (s.303)
Gerçek tarihi figürlerden bahsetmişken, romanın sağlam bir tarihi gerçekçiliği olduğunu da belirtmem gerek. Tarihi romanın görevi gerçek tarihi yazmak değildir elbet; ancak benzeri romanlar yazan çoğu yazarın aksine Ahmet Ümit, tarihin akışına müdahale etmemiş, kurguyu ve hayalciliği, kurgu karakterlerin hikayesiyle sınırlandırılmış. Ki söz konusu dönem tarafsız kalmanın en zor olduğu, at izinin it izine en çok karıştığı dönemlerden birisidir. Ahmet Ümit’in ne kadar titizlikle çalıştığı da burada anlam kazanıyor. Daha da önemlisi yazar, taraf tutmamış. Bu konudaki en belirgin örnek, Abdülhamit’in roman kahramanı olarak karşımıza çıkarılışıdır.
Aynı konuyu yazan birçok yazar Abdülhamit’i ya yerden yere vurur, ya ilahlaştırırken Ahmet Ümit; handikaplarını, yanlışlarını anlatmasının yanında onu olağan birisi, hatta tahttan indirilmesine rağmen sürgüne gönderilmesini bir haksızlık olarak görmüş. Romanda sıkı bir polisiye okuru olarak da görürüz. Ki gerçekten de kendisinin polisiye merakı meşhurdur. Bir polisiye yazarın, polisiye sever ve sansasyonel bir padişaha romanında polisiye konuşturması çok eğlenceli olmuştur diye düşünüyor ve hatta bunu kıskanıyorum.
Sadece kişiler ve olaylar değil; mekanları da bir belgesel hüviyetiyle yazmış Ahmet Ümit. Dönemin gazetelerini, İstanbul’unu, özellikle Beyoğlu’sunu, yani Pera ve çevresini tüm gerçek kişileri, gerçek mekanları, gerçek atmosferi ile görüyoruz.
Romanın geneline işleyen edebiyat havasından da bahsetmeden geçmeyelim. Şehsuvar’ın aynı zamanda yazarlık hayali olmasından doğan bu edebiyat ile ilgili unsurlar, romanda sık sık bahsi geçen pek çok yazar ile pekiştiriliyor. Aynı şekilde, kahramanların birbirleriyle diyaloglarında, satır arası anekdotlarda sık sık yerli ve yabancı romanlara, yazarlara atıflar var. Yine aynı şekilde müzik de hem eserler, hem sanatçılar ile romanda yer tutan unsurlardan. Bir polisiye yazarı olan Ahmet Ümit, Pera Palas’ta kalan bir karakter yazarken, gerçekten de o dönemde o otelde kalmış, bugün de odası halen korunan Agatha Christie’ye romanda yer vermeden geçmiyor.
Bitirirken, romanın dilinden de bahsetmek isterim. Başlarda, “Ahmet Ümit neden bu kadar sade, bugünkü gibi yazmış o zamanın dilini?” diye düşünsem de kitap içerisinde gerçekten de hem dönemin günlük dilini, dönemin atmosferinden koparmayacak oranda kullandığını, hem de anlaşılmazlıktan uzak bir dil oluşturduğunu söylemek isterim.
Toparlarsak; kimi çok uzatılan, çok tekrar edilen yerleri saymazsak, özellikle dönemin tarihine ilgisi olanların merak ve zevkle okuyabilecekleri bir roman. İkinci yarısından itibaren polisiye unsurların ağırlık kazanmaya başlaması da sonradan tadını daha da çıkarmanızı sağlayacaktır. Romanın sonunda bir mini sözlük, kaynakça ve en önemlisi de İttihat ve Terakki’yi anlatan romanlar indeksi verilmesi de ayrı güzellik. İlgilisine; bu listede yer alan Mithat Cemal Kuntay’ın, bir dönem dizisi de çekilmiş olan “Üç İstanbul”unu da önererek bitirmek isterim.
Kitabın tanıtım filmi:

1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)