“Işığın geldiği yer, hep loş, hep boş…”
Bir şarkı sözüydü bu, Objektif adlı grubun kasedini yüzlerce kez başa sararak dinlemiştim çocukluğumda ve ilk gençliğimde. Boş bir yerden ışığın nasıl geldiğini anlamadığımda, kendimi anlamak yerine sezmeye bırakmaya başladığım zamanların şarkısı.
**
Altından çıkarıldığım enkaz, hayata tekrar doğacağım bir rahim idiyse eğer, birlikte doğduğum yeni kardeşim de Veysel olacaktı elbet. O zamanlar Veysel’in bir adı yoktu. Bir başka binanın enkazından arka bacakları kırık çıkarılmıştı ve sonradan bacakları kurtarılsa da gözleri tek sıkımlık iltihaplara dönüşmüş, çok geçmeden tamamen yok olmuştu. Gözlerine ilk bakan ben miydim bilmiyorum ama enkazdan çekilip bir ceset gibi yere bırakıldığımızda, yarı baygın yattığımız zeminde henüz erimeyen gözlerine son bakan ben olacaktım. Başkaları da bakıyordu bana; sadece sağ çıktığım için değil, çamura bulanmış kollarımın arasında bilgisayarımı ısrarla tuttuğum için. Ayıplar veya garipser bakışlar yoğunluğunu arttırırken ben bilgisayarıma sarıldığımı bile unutmuştum. Oysa olan bitenleri hatırlamam için elimdeki tek tetikleyici, o bilgisayardı.
Hatırladığımda, henüz bir adı olmayan kedinin bakışları da anlam kazandı. İçimden başka ağlayacak yerim kalmadığı için kaskatı halde gözlerimi diktiğim baygın kedi, enkazdan ölü çıkacağına emin olduğum erkek kardeşim gibi bakıyordu ve ben kardeşimi kurtaramadığımı hatırladıkça, o gözler de flulaşıyordu ölür gibi. Günlerimi geçirdiğim o çalışma masasının başında, bugün yarın diye korkuyla beklediğimiz deprem ve ha bitti ha bitecek diye bin bir kaygıyla yazdığım romanı saymazsak, evdeki yalnızlığıma on beş yaşındaki kardeşimden başka eşlik eden yoktu. Vaktiyle bir başka enkazdan, babamın büyük gururla aldığı arabanın ters dönmüş enkazından yalnızca ikimiz kurtulduğumuzdan beri. Bağları güçlü bir ailede ilk kim ölürse ölsün, kalanlar tek bir kişi olurlar zamanla. Biz de tek olduk kardeşimle; öyle ki, bundan sonraki tüm enkazlardan birlikte çıkacağımıza emindik, ya da çıkamayacağımıza…
Deprem gecesi, planlarıma göre çoktan bitmesi gerekip de bir türlü bitirmeye kıyamadığım romanımın başındaydım. Aklımdaki tüm sahneleri yazmıştım. Ne var ki bu hikâyeyi yazma süreci, bir hayatı yaşamak gibi bir şeye dönüşmüştü. Başka hiçbir şey yaratamayacağımı, ilham veya yetenek, neye sahipsem bu romanla tükeneceğini hissediyordum. Hikâyeyi bitirirsem hayatım da bitecekti sanki ve bu yüzden sürekli yeni sahneler ekleyip duruyordum. Arama motoru optimizasyonlu ikinci sınıf kredi ve sigorta makaleleri yazarak para kazanmaya çalıştığım gündüzlerden kalan zamanı hayattan çalıyordum böylece.
Kardeşim, yaz tatilinin rehavetiyle benimle birlikte sabahı ediyordu her gün. Hemen karşı köşemdeki kanepede uyuyakalmıştı, ben gecenin son cümlelerini yazarken. Sonra birden, olağan baş dönmelerimin dışında bir sallantı söz konusu olduğunda, paranoyakça beklediğim hatta zaman zaman uykumu kaçıran depremin başladığını anladım. Afette ilk kurtarılacaklar belliydi; yerimden sıçradım fakat sallantının beklediğimden fazla olması karar mekanizmamı da sarsıvermişti. O sırada çalışma masam ile uyku sersemi kardeşimin tam ortasında olduğumu fark ettim. Neden bilgisayarımı kucaklayıp kardeşime gidemiyordum? Onca zaman yaptığım psikolojik hazırlıklar ve can havli denen şeyin kontrolü, uçup gitmişti. Silkindim ve hemen geriye attığım zar zor adımlarla bilgisayarımı çekip aldım kabloların elinden. Romanımı bunca zaman neden yedeklememiştim? İnsanın kendini en çok hazırladığı şey, en savunmasız kaldığı şeye nasıl dönüşüyordu?
Bilgisayarın kapağını kapatıp, korkuyla bağıran ve elini bana uzatan kardeşime yönelebilmiştim ki önce onun olduğu kısım gözlerimin önünde çöküverdi müthiş bir gürültüyle. Ardından da ben, şuuru alınmış bir karanlığa gömüldüm. Hayatımı kurtaran, çalışma masam olmuştu. Bir türlü kardeşimi kucaklayıp yanına çekemediğim o masa… Kardeşimin çığlıkları, aklımın içinde bir başka akıl doğurdu sonra ve ben, kardeşimi bu yeni aklımla eskisinin arasına bir yerlere gömdüm. Tam yerini hatırlamıyorum; bencilliğin ve pişmanlığın tazyiki benliğimi öyle bir hasara uğrattı ki ne cesedini teşhis ettim onun, ne de öldüğünü kabullendim. Kabullenirsem kendimden vazgeçmem gerekirdi, çünkü benim yüzümden ölmüştü. Ve sonra, bana kardeşim gibi bakan, enkazdan çıkınca iki tanış gibi uzun uzun bakıştığımız kediyi aldım hayatımın evim gibi çöktüğü o kasabadan ve bir başka kasabaya yerleştim.
Zamanla aklımın içinde yeni yeni akıllar türedi. Yaş aldıkça yenilerine ihtiyaç duyuyor insan. Âşık olduğum iki kadının anılarını ayrı bir yerde tutuyorum sözgelimi; vaktiyle bir öğrenci evinin rutubetli battaniyesi altında olanlar bir akılda, hayattan ve zamandan muaf geçen rüzgârlı tatil anıları başka bir akılda. Babamın kazada parçalanmış çenesini bir aklımda tutuyordum, kardeşimin çocukken elime çizdiği çerçeveli ayna resmini bir başka akılda.
Fakat insan kırklı yaşlarını geçtiğinde akıldan başka eksikleri de oluyor. Ölümün kapsayıcı ışığı hayatınızın aydınlık yerlerine bir anti-ışık gibi çöktüğünde farklı şeyler oluyor. Eskileri daha sık hatırlıyorsunuz mesela; ölülerinizi toprağın ve kalbinizin neresine gömerseniz gömün, aşklardan, ayrılıklardan ve kaybedilmiş dostluklardan ne kadar hasarsız çıkarsanız çıkın, birer zaman makinesi olan şarkılar yahut bir devirdaim ile dört mevsimde bir eskiyi hafızanızda parlatan iklim şartları, sizi bir anda çoktan unuttuğunuz şeylere bile ağlar hale getiriyor.
Bir de mesela şunu soruyorsunuz kendinize: “Ben neyden ibaretim?” Öyle ya; “ben” diye bahsettiğimiz şey çoğunlukla yüzümüz oluyor; bedenimizin kalanı bile yüzden sonra geliyor. Eğer belli bir yaratıcılığa ulaştıysanız bazen yaptıklarınız, yüzünüzün öne geçebiliyor lakin o zaman bile yüzünüz belirleyici olmaya devam ediyor. Oysa ölüme yaklaştıkça, her gün yeni bir organınıza yabancılaşmaya başlıyorsunuz. Sadece estetiğinizi belirleyen dış organlar değil, örneğin, bağırsağınıza bile… Midenize veya böbreğinize. Çünkü zaman azaldıkça onların emanet olduğunu, “Benden bu kadar,” der gibi çalıştıklarını ve içinizi dışınızı kaplayan bu malzemelerin de sizinle birlikte yaşlanıp ölüme selam durduğunu anlıyorsunuz. Artık nazınızı çekmeyen bir arkadaş kadar iticileşiyor. Sakin kalmaya çalışarak her sabah “Ha gayret,” diyorsunuz, “Biraz daha idare et beni, neredeyse bitiyor.”
Kediler daha hızlı yaşlandığı için benim insan yaşımı yakaladı Veysel, hatta geçmiş bile olmalı, saymadım açıkçası. Gözlerini kaybedince önce “Borges” demek istedim ona, ama sonra “Veysel olsun, bizden olsun” dedim.
Hayır, bu bir ironi değil. Veysel veya Borges gibiler, bakıp göremeyenlerin dünyasını kör gözleriyle ikiye yarıp, bir Musa gibi dosdoğru geçtikleri için… Bir saygı duruşu, bir selam… Romanım hâlâ bitmedi; yaza yaza ben oldum roman. Evrilerek harflere, kelimelere ve çarpık cümlelere dönüşmeyi beklemeye başladım. Başlangıçta, roman bittiğinde bir şeylerin değişeceğine, bilmediğim bir şeyleri keşfedeceğime emindim neredeyse. Şimdi bitirip de keşfedecek bir şey bulamazsam diye yazıyorum da yazıyorum. Ailemin ölümü, dostlar, kadınlar, “can havli”ne sığınıp kardeşim yerine romanımı kurtarmayı seçmiş olmanın verdiği kendimden nefret hali… Hepsinin bir anlamı olsun diye yazıyorum. Veysel de ben klavyeye bastıkça tuş seslerinden huzur bulup uzanıyor masama. Görmeyen gözleriyle içime bakıyor uyumadan önce. Masam sağlam değil artık, olası bir enkazda altında kolayca can verebileceğim şekilde tasarlandı.
Romanımdan umudu kesince mi hayatımdan da kestim, yoksa tam tersi mi? Benim ayakta çürüyüşüm hangisiyle başladı? Merak ediyorum çünkü artık o hikâyeyi bitiremeyeceğim belli, bu yüzden de bari hayatımın son karesinde bir cevap bulayım istiyorum. Anlam aramakla zerre ilgisi olmayan bencağızın başına tüm bunlar neden geldi? Ailem ve kardeşim nereye gitti ve en önemlisi hepsi aynı yerde mi? Bir yer var mı buradan sonra… Ben kimim? Neyim? Ben her neysem ciğerlerim de dahil mi olduğum şeye? Kuruyan bağırsaklarım veya pörsüyen midem dahil mi bana? Uzundur bakmadığım aynada ben yokken de artmaya devam eden kırışıklarım, kalsiyumsuzluktan bağıra bağıra intihar eden köpek dişim dahil mi? “Ben” aynı zamanda “kazaklarım” demek mi mesela? Buruşuk pijamam, sararmış atletim, bayatlamış çayım, çatlamış fincanım. Bunlar ben miyim? Veysel bana dahil mi ya da? Kardeşim? Ailem? İsmim! İsmim bana dahil mi? Onun anlamı ve benim yaptıklarım, karşılıyor muyuz birbirimizi?
İşte bu sorular akıllarımın içinde yeni bir akıl daha yaratmamı gerektirdi sonunda. Başkaları gibi tek bir aklın içine sıkışmamak için yeni yeni akıllar üretirken, onların da kendi alanlarına sığmadığını fark ettim sonunda. Ve bu, benim gibi bir gamsızlık timsalini bile yıkmayı başardı neticede. Tüm ölümlerde ve kayıplarda rezerve edip kullanmadığım göz yaşlarım, yaşlılıktan tıkanmış sinüslerimi zorlayıp şişmiş kanallardan aşağı inmeye başladı. Neyden ibaret ve nelerden hariç olduğumu düşünürken bir sürü soruya dönüştüğümü fark ettim. İnsan sorularını başkalarına soramayınca sorunun kendisi oluyor zamanla.
O kriz anımda, uyuyan Veysel’i uyandırdım. “Veysel kalk!” dedim ensesinden dürtüp. Sıçradı yerinden, esneyip gerindi pervasızca. Ön patilerini tutup iki ayağı üstünde kaldırdım: “Lan Veysel,” dedim, “Cevap ver bana! N’olacağım ben? Artık bir şey olmayanlar ne oluyor sonra?” Boş göz yuvalarına kapanmış tüylü derisinin ardındaki küçücük beyniyle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu Veysel. Daha çok bağırdım: “Biliyorum oğlum her şeyi bildiğini! Kardeşim öldüğü zamanki bakışından belliydi. O kadar şey gördün ki gözlerin terk etti seni, değil mi? Yer miyim lan! Konuş!” dediğimde yüksek sesten hiç de hoşnut olmayan Veysel, patilerini ellerimden kurtarıp sağlam bir tırmık çekti ve odalar arasında kayboldu hızla.
Kesmeyi ne zamandır unuttuğum tırnakları, sol elimin üzerini çizmişti ve çiziklerin arasından damla damla kan sızdıkça, hafızamdan görüntüler de aklıma sızmaya başlamıştı. Kardeşimle küçükken ellerimize çizdiğimiz resimler parlamıştı hafızamda… Tam da onun çizdiği yeri, onun gibi çizmişti Veysel. “Abi bak bu ayna,” diye ukala ukala gösteren kardeşim gibi; iç içe iki yamuk dörtgenden oluşan bir ayna, Veysel’in tırmıkları tarafından yeniden elimdeydi işte.
Banyoya koştum heyecanla. Aynaya baktım. Paslanmış ve sırrı dökülmeye başlamış olan aynaya. Ön yüzeyi, sağ üst köşesinden kavlamıştı. Aynanın markası olan, yukarıdan aşağı doğru yazılmış “MAZİ” kelimesinin yukarıdan aşağı doğru başladığı yer. Güya ilahi bir mesaj keşfetmek için geldiğim bu yerde gidip de o köşeye taktım kafayı ve koparmak için çektiğimde, aynanın yüzeyinin olduğu gibi sıyrıldığını fark ettim. Aradaki alelade camı ayna yapan şey, arka yüzeydeki sır ve ön yüzeyindeki bu alüminyumsu tabakaydı. Ben ön tabakayı bırakmadım ve MAZİ’nin ilk harfinden başlayarak çekip aldım. Şimdi karşımda, artık doğru düzgün yansıtmayan bir cam ve arkasındaki sır tabakası vardı. Duvardan aldım, arkasını çevirip astım. Bu sefer de aynanın sırrını soymaya başladım ve ön tabaka gibi çekip aldığım sırrın altında, artık aynalığından eser kalmayan camın üzerinde, tam da MAZİ yazan yerin altında saydam harflerle AHİR yazdığını gördüm.
Sırrı çekip aldığımda bomboş bir AHİR’den başka bir şey kalmıyordu. “Ah,” dedim bir kediden varoluşun sırrını öğrenmiş biri olarak. Her şey kendisiyken kendisi olmayan her şeyden azadeydi. Sırrın yalnızca sırken saklı olması gibi. Bütün büyük üstadlar, öğrencilerine verdikleri son derste, ilk derste öğrenilecek basitlikte bir konuyu öğretirdi. Ulaşılması gereken mitolojik yerlerde, kapalı sandıklarda ya da fantastik kapıların ardında boşluk vardı hep. Çileli tasavvuf kapılarının en sonuncusu bile hiçliğe açılıyordu. Sırrı çözmek için sırra dönüşmekten başka yol yoktu. Bu da demek oluyordu ki tüm çabaların amacı çabanın kendisiydi. Eski bir dostumun dediği gibi: “Yaşamak, yolda olmaktır”.
Aynanın boşluğuna bir o kadar boş gözlerle bakmaya başlamıştım ki birden, gözlerim terk etmeye karar verdiler beni. İşlevsiz olan yok olurdu neticede. Ben de gözlerimi kaybettim orada, artık görmeyen gözlerimin ardında bir süre bir şeyler devindi. Bir taşınma veya deriyi bir kıyafet gibi soyunma hissi.
Ortalık sakinleştiğinde birileri başımı okşadı uzun uzun; neşeli bir kadın sesi, yanındaki adama “Adını Borges koyalım,” dedi. Karanlık ve ardında göremediğim her şey; evet, hepsi bana dahildi.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
Kaderin sillesine boyun eğmek yerine bir ölümü insanın kendisine mal etmesi niye? Bu kadar pervasızca kaybetmek ne demek bilirim. Ve özlemek… Ellerimizden her daim tutan insanların yokluğuna alışmak zor… Yalnızlığın kararmış gecelerine hapsolmakta. Ölüm… İpeğin kozasından sapasağlam çıkması için ipek böceğinin kendinden vazgeçmesidir. Bunun için kadere kızabilir miyiz? Rumi'nin şu sözleriyle teselli bulmalıyız biz aklı selim insanlar:
"Sevdiğin birini yitirince bir yanın onunla beraber kaybolur. Terk edilmiş hayaletli bir ev gibi buruk bir yanlızlığa esir olur, eksik kalırsın. Içinde bir sır gibi, giden sevgilinin yokluğunu taşırsın. Öyle bir yaraki üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin genede canını yakar. Öyle bir yara ki iyileştiğinde bile kanar. Bir daha gülmeyeceğini, asla hafiflemeyeceğini sanırsın. Karanlıkta el yordamıyla ilerler gibi akar hayat. Önünü görmeden, yönünü bilmeden, sadece şu anı kurtararak… Gönlünün kandili sönmüş, zifiri gece kalmışsınıdır. Ama işte ancak böyle durumlarda, yani iki göz birden karanlıkta kalınca, bir üçüncü göz açılır insanda. Kapanmayan bir göz… Ve ancak o zaman anlarsın ki bu elem sonsuza dek sürmeyecek. Hazandan sonra başka mevsimler, bu çölden geçince nice vadiler gelecek, bu ayrılığın ardında ebedi bir vuslat."
Bu hikaye gerçek mi bilmiyorum ama ben inandım. Kendinizi öyle boşvermiş bir hayatın kollarında gibi anlatmışsınız. Ne derece doğrudur bu kısmını bilemem. Ama "Beşir Fuat" ile ilgili yazınızı okuduktan sonra daha farklı şeyler düşünmüştüm. Farklı bakış açılarına sahip olmak güzel şey ve bazı şeyleri itiraf edip anlatmak.
Bu yorumu teselliler uydurmak için yapmadım. Sadece istedim. Kaleminize sağlık.