“Yedi Yaz Güncesi“, Kalem Kahve Klavye yazarlarından Gezginci Erdem ‘in kaleminden yedi bölümlük hikayelerden oluşan bir yazı dizisi olarak iki günde bir yayınlanır. Bu, beşinci bölümüdür.
Dinlemek binlerce vaadi
senin ve sevdiklerinin yanından
dönmemecesine geçip giden. – Umutsuzluğun Yedi Katmanı beşinci dize / John Berger
O kadının heykelini içime diktim. Her heykel gibi durağan ve tapınılası… Gözlerinin içine dikkatlice baktım. Hayal sarmanı donuk gözbebeklerinde ve unutulması imkânsız bir yangın vardı bakışlarında. Hava çok sıcak… Yaz bitti bitecek ama hava çok sıcak. Şehirlerarası bir otobüste yol alıyorum. Koridor tarafındayım. Oysa bir hikâye için cam kenarında oturmam gerekirdi. Başımı yaslamam, dışarıyı izlemem ve yolculuğun verdiği hüznü yol insanlarına bulaştırmam gerekirdi. Çok şey gerekir kelimelerin hikâye olması için. Çok şey gerekirdi hikâyem olması için, kaçırdım diye bakıyorum o treni ve boş verdim dünyaya. Hava çok sıcak… Mola verdik.
Yanımdaki adam neyin nesi? Sıradan biri. Ben ondan daha sıradanım. Karşı koridordaki yaşlı kadın sıradanlıktan öldü ölecek. Onun yanındaki kadın direniyor ama nafile, o da sıradanlaşacak mutlak hayatının bir molasında ve kabullenecek ya da intihar edecek. Otobüs hareket ediyor ve klimalar çalışıyor. Artık ürperiyoruz. Hoşumuza gidiyor tüylerimizin diken diken olması, çünkü hava çok sıcak ve doğaya karşı kazanılan her zafer sarhoş eder insanı. Güneşi alt etmiş bir otobüs dolusu kahramanız. Üstelik bunun daha bronzlaşma faslı var. Hizmetkâr edeceğiz Güneşi. Güzelleştirecek bizi, çekici kılacak ve belki de verdiği sağlıklı renk çoğalmamızı sağlayacak. Ne aptal şey şu Güneş. Daha çok insan, daha çok efendi. Söndüreceğiz seni ey Güneş!
Durup durup aklıma geliyor. İçimdeki heykel metaforundan kurtulamadığımdan mı acaba, diye düşünüyorum. “O kadın” diyerek gizem katıyorum. Aşık olduğumu belli ediyorum aba altından. Edebiyat dediğin en has dalavere. Üç kağıdın kralı dönüyor kafamızda ve bile bile sürüyoruz kelimeleri yeşil masaya. Hile üstüne hile…
Kederliyim. Yol uzayıp gidiyor. O kadının heykelinin karşısında duruyorum. Durmak zorundayım. Herkes zamanının bir yerinde durmak zorunda… Kıvırcık, kumral saçlarını düşünüyorum. Nasıl da güzel yontmuş heykeltıraş. Çenesini, burnunu inceliyorum. Dokunmak yasak. Ondan uzaklaştıkça heykeline yaklaşıyorum. Çaresizce yazıyorum. Yanımdaki adam konuşmak isteyecek birazdan. Gazetesini okudu. Kahvesini içti. Yolu da yarıladık. Keyfi yerinde. Önündeki son teknoloji ekrana ilgi göstermiyor. Anlamadığından ama kendine itiraf etmiyor. Sevmem böyle şeyleri, var mı insan gibisi, diyor. Cam kenarına oturan herkes yalancı olur. Sanatçı ruhunu fark etmesinden gelir bu yalancılık. Hızla akar dağlar, tepeler, köyler yanağından ve sen içindeki tınının pasını alırsın. Şiir gibi bir şey ama ne bileyim dersin. Dağlı bir türkü ya da… İçine damlayan bu güven yalancı yapar seni. Adam da kendine yalan attı az önce. İnsan insanın zehrini alır dedi ve sordu: Yaş kaç delikanlı?
Yalancılarla konuşmayı severim ama bu sefer değil. Birkaç lakırdı ettik. Soğuk davrandım, alındı. Anlaşılmamayı tattırdım ona. Ötekileştirmenin iğne ucunu gösterdim. O hakim, o egemen, o emekli adam astı suratını ve yolculuk bitene kadar camdan dışarı baktı.
Yersiz bir mutluluk sardı her yerimi. Neden bilmiyorum bıraktım şu heykel işini. Söz verdim kendime. Unutmalıyım. Unutmasam bile umursamamalıyım.
Deniz göründü solda. Mavi, çok mavi… Güneş mızraklıyor ışığıyla ve çığlık çığlığa yarılıyor an. Zamanın sivri dili: Şimdi yani…
Zaman üzerine düşünüyorum. Anlamsızlığın beni getirdiği bu yolculuğun zamanından başlıyorum. Heykelin parçaları ayaklarıma batıyor. Acı yok. Gururlu ve mağrurum. Zaman üzerine düşünüyorum. Hava çok sıcak… Güneş kucağıma düşüyor. Yanımdaki adam perdeyi kapatmıyor. Sıradan insanların tavırları yakıcı sıradanlıkta olur ki bu adam da nesneleşecek neredeyse sıradanlaşarak. Minnet etmiyorum yaşayan ölüye, üstelik yalancı, belki de ufaktan sanatçı. Düşüncelerimin arasında nefret durağı oldu yoldaşım. Yoldaş! Özeleştirini bekliyorum. Hiç yüzüme bakmadan: Muavin su! Peki, öyle olsun. Zaman üzerine düşünüyorum. Anlamsızlığın karasında inşa ettiğim gemileri… Durmadan, yılmadan gemiler yapıyorum. Ruhuma en yakın deniz, felsefenin en uzak gezegeninde. Yaşam var mıdır orada? Su varmış su. Su varsa. Hiç. Zaman üzerine düşünüyorum. Güneş kucağımda. Heykelin parçaları parlıyor.
Hangi şehir burası?
Bilmiyorum. Cümlelerim kısaldı korkudan. İçine çekildi kaplumbağa gibi. Hava çok sıcak… Yaz bitti bitecek ama hava çok sıcak. Güneş, batarayak gözümde konaklıyor. O kadar insan var, o kadar sıradan var, o kadar talihsiz var, geliyor beni buluyor. Seviyorum diye belki de. Benim gözüme Güneş vurduğunda gözümü kısıp yüzümü buruşturmaktan imtina ederim. Utanırım. Ayıp.
İnsan kendi ismini tanıdık bir sesten hiç beklemediği bir yerde duyarsa tam olarak ne hisseder?
Bütün hikâye bunun üzerine olmalıydı aslında. Heykelin konuştuğu o andan başlayıp geriye doğru gidebilirdim mesela.
Efendim. Sen, burada ne işin var? Hafta sonu için. Evet, tabi ya bugün cuma. Biz şehir insanı, kaçacak yer arıyoruz değil mi? Yok ben bir hafta kalacağım. Tesadüf işte. Aramadın. Anladım. Olur öyle şeyler. Sağlık olsun. Hava çok sıcak. Yaz bitti bitecek ama hava çok sıcak. Görüşürüz o zaman. Hoşça kal.
İçimde kocaman bir kadın heykeli… Daha ihtişamlı, daha vakur olamazdı. Daha güzel, daha büyüleyici olamazdı. Her aşkı gölgede bırakacak. Her hayali muhtaç edecek. Kimse bilmeyecek o sesin sahibini. Kimse beni bir daha göremeyecek.
Bir saniye. Sarılabilir miyim?
Mühendis / Yazar. Çeşitli kitap eklerinde kitap inceleme / eleştiri yazıları çıktı. Kalemkahveklavye site ve dergisinde öykü, deneme, kitap incelemeleri yazmaya devam ediyor.