2000’lerin başında Cezmi Ersöz, Nihat Genç gibi isimlerin dile getirdiği edebiyat lobisi tartışmalarını dünden bugüne ele almaya çalıştığım bu arşiv yazısında yardımlarını esirgemeyen Çağla Özden ve Zeynep Bilgin’e teşekkür ederim.
2000 sonrası milli sporumuz haline gelen komplo teorisyenliği, sosyal medya sayesinde hızla büyüyüp gelişen analiz kaslarımız, Ortadoğulu tarafımızın bir dezavantajı olarak yüceltme ile dibe indirme arasında bir ortamızın olmaması ve dahası…
Kültüre, tarihe, siyasete dek sirayet eden bu tavrımız elbette edebiyatta ve yayıncılıkta da kendine bir karşılık buldu, buluyor. Üstelik yayıncılığımızın gelenek kuramadan sektörleşmesi, yayıncılık ekollerinden önce yayıncılık sektörünün ortaya çıkması, matbaanın geciken kullanımından başlayıp bir anda Batı’yı keşfetmek zorunda kaldığımız Tanzimat’ın ilk örneklerinden itibaren çeviriyle şekillenen kültürümüz, edebiyatımız ve askeri-sivil darbelerle şekillendirilen hayatlarımız derken son derece trajik bir toplum haline geldik. Hatta belki artık bir toplum bile değilizdir, ayrı konu.
Edebiyat ortamımızın bazı halleri de bu trajediden payını alıyor, aslında edebiyattaki yansımasına “acıklı” demek çok daha doğru olabilir çünkü burada bir çocuksuluk da yok değil. Dışa kapalı bir yerken turizmle bir anda kalabalıklaşan ve paranın su gibi aktığı yerler için bir söz vardır: “Medeniyetten önce para girmiş,” derler. Bütün büyük, usta yazarlara, bütün nitelikli eserlere, yereli ve evrenseli aynı anda yakalayan şövalye yayıncılara ve sermayeden beslenmekle birlikte nitelikli işleri okurla buluşturan kimi istisnai yayıncılık faaliyetlerine rağmen yayıncılığımız için de aynı şeyi -başıma bir şey gelmeyecekse- düşünüyorum.
Bâb-ı Âli geleneğinden plaza yayıncılığına geçişle ilgili bir eleştirim -biraz da artık çok geç olduğundan- yok. Bu yazıda nerede o eski günler veya edebiyatçı para kazanmamalı hezeyanlarını duymayacaksınız. 2000’lerin başında bir süre edebiyat gündemini meşgul eder gibi olan edebiyat lobisi konusunu arşive geçirmek ve oradan bugüne bir hat çekmek amacım. Bunu yalnızca arşiv karıştıran bir meraklı olarak değil kısmen bu sektörden ekmek yiyen bir editör, hayatı kitaplar olan bir okur ve yazdıkları okurlarla buluşan bir yazar olarak yapmak istedim.
Edebiyat ortamımızın çocuksu acıklılığı aslında yaklaşık 90’lar sonundan beri mevzubahis. Matbaaya geç kalan, beynelmilel yazım türlerine geç kalan, moderniteye geç kalan kültür dünyamızın sektörleşmeye de önce geç kalması, sonra da çok kestirme ve hızlı girmesi bunun başlıca sebeplerinden. Elbette arz-talep ilişkisinde son derece edilgen ve kolay şekillendirilebilir durumda olan okur kitlemizin okurdan önce müşteriye dönüş(türül)mesi de unutulmamalı.
Bu coğrafyanın insanı kafa karışıklığını sevmiyor. Sadece politikada değil her alanda teki, tekeli istiyor. Tek siyasi lideri, tek TV kanalını, tek komedyeni, tek çok satan yazarı, tek polisiyeciyi, tek yereli, tek evrenseli talep ediyor. Dönemlere göre değişebilse de ve kimi zaman farklı seçeneklere göz atmayı akıl edebilse de hiçbir alanda iki elin parmağını geçmiyor bu. Reklamlarda, ekranlarda ve artık sosyal medyada ne sunuluyorsa ona tav olmaya hazır. Her şeyin alışverişini nereden yapacağını biliyor ama bir kitap veya dergi paylaşımının altına “Nereden alabiliriz?”i soran yüzlerce “okur adayı” hâlâ var. Bir dergi yaptığınızda içeriği değil posteri soran okurlar artık o derginin hayatta kalmasını belirleyen ana unsur. Dergicilik yaptığını söyleyenler aslında hayallerindeki okur tipine pek benzemeyen, daha çok aforizma, kırtasiye ve matbaa ürünü hediyesiyle dergi satmaya çalıştıkları o ortalama okura muhtaç… Dergi satarak evini arabasını alan, kurumsal işinden ayrılan “yeni” yayıncılar on küsur yıldır domine ediyor o piyasayı.
2000’lerin hemen başında, bugünlerde yirminci yılını doldurmak üzere olan iktidarın yeni başlattığı büyük kadrolaşmalar sayesinde her şeyi olduğu gibi medyayı ve yayıncılığı da bir oranda biçimlendirmesinin hemen öncesinde, bir grup yazarın ortaya attığı “bir edebiyat lobisi var ve her şey onların elinde” iddiaları TV, dergi ve gazetelerde bir miktar karşılık bulmuştu. Yaklaşık birkaç ay süren bu tartışmalar elbette bir yere varmadı. Sosyal medya o zamanlar olsaydı daha farklı olur muydu? Biraz daha büyük bir fırtınanın kopması haricinde olmazdı tabii. Çünkü daha ziyade “muhalif, sol tandanslı” yazarlardan gelen bu iddialar, son derece doğru yerlere temas etse de söylem ve tavırlarındaki sol-muhafazakârlık ve yeniliğe kapalılık, haklılıklarını gölgede bırakıyordu. Biraz da bu yüzden bir yere varamadı diye düşünüyorum.
2000’lerin lobi tartışmasını ısıtmak ve geçmişteki herhangi bir tarafı tutarak bugün de doludizgin savunmak gibi çocukça bir amacım yok. Okur, yazar, editör olarak bu ülkede ve sektörde geçirdiğim mütevazı zaman bile yazarından yayıncısına, solcusundan sağcısına, underground’ından çok satarına, şükür sebebi birkaç istisna haricinde kimseye büsbütün kefil olunamayacağını öğretti neyse ki. Üstelik eskisi gibi öfkeli de değilim çünkü topyekûn bu ülkeden ve dünyadan -bu anlamda- ümidimi kesmiş olmanın rahatlığı var. Heveskâr bir genç edebiyatçıyken duyduğum “beni herkes okuyacak, çok sevecekler, anlayacaklar beni” heyecanını da bir şekilde yok ettiklerini sanmıştım ama bir süre sonra, başkaları okumazken de yazmaya devam ettiğimi, bunun benim ve yazının dışında üçüncü bir tarafa pek de ihtiyacı olmadığını anladığımda aslında yok olmadığını, bir üçüncüye duyduğu hevesin, yazının kendisine duyulan aşkın altında kaldığını gördüğüm için de rahatım.
Yıllar önce çok satan mekanizmasıyla, Türkiye’deki dergicilikle, yayıncılıkla ilgili yazdığım eleştirilerden hazzetmeyenlerin duydukları gizli memnuniyetsizlikler bir yerlerde bana kimi kapıların kapanmasına neden olmuş mudur, bilemem, umrumda değil de. Ama o eleştirileri sevenlerin de ne demek istediğimi pek anlamadıklarını, eleştirilenle yüz yüze bakıp dönüştürmeye çaba harcamak yerine karşı tarafın ölmesini, yok olmasını istediklerini görünce idrak ettim bazı şeyleri.
2010’da çiçeği burnunda bir Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyken iş görüşmesine gittiğim muhafazakâr gazetenin pek muteber yayın yönetmeni -yakın zamanda vefat etti- genetik olarak aşağı uzanan bıyıklarımı görünce “Önce bir söyle bakalım, ülkücü müsün, türkücü müsün, necisin?” demiş, bende çalışkan bir ışık görünce de “Şimdi para falan konuşmayalım, burayı bir okul gibi düşün, pazartesi gel başla işi bir öğren, paraya sonra bakarız,” demişti. O zamana dek emek hırsızlığının holding liberallerine veya siyasal islamcılara özgü olduğunu düşünürken birkaç sene sonra komünistlikleriyle övünen yayın grubunun patronundan aylarca alamadığım için kredi borcuna girdiğim hakkımı -altı ay gibi bir zaman zarfında ikinci veya üçüncü kez- istediğimde “Zamanında ödedik, ödeyeceğiz, hakkımı alamadım feryadını anlamıyorum,” cevabını alınca mevzunun sağcıya solcuya özgü olmadığını da tecrübe etmiş oldum.
2000’lerin başındaki lobi tartışmalarını o zaman bir liseli olarak okuduğumda büyük bir ifşa olarak görmüş ve kafamda öyle kodlamıştım. Yirmi bir yıl sonra bugün pek çok tespitin haklı olduğunu görsem de bunun aslında bahsini ettiğim sektörleşmenin sancıları olduğunu da anlıyorum. Bundan kaçış yoktu ancak buna kültürel ve sosyolojik olgunlaşmayla hazırlıklı yakalanan ülkelerden biri olamadık ne yazık ki.
80 öncesinde bu fırsata görece sahiptik belki ancak 12 Eylül darbesiyle kültür hayatının da sıfırlanması, yeni dinamiklerin eski alışkanlıkları sürdürmeye engel olması, 90’ların sallantılı, farkında olunmayan bir geçiş dönemiyle geçen ama farkında olanların, yeni iktidar ve liberalleşmeyle büyük medya gruplarını oluşturup büyüttüğü, bunların dışında bırakılanların da örgütlenemediği, beraberlik kuramadığı, aksine gittikçe daha da büyüyen bir parçalanmışlıkla bireyleştiği ve dertlerini bir türlü anlatamayarak “ulaşamadığı ciğere mundar deme” ve “yeniliği anlayamama” noktasına düşmelerinin ardından 2000’li yılların malum Yeni Dünya Düzeni dinamiklerinin gelişi ve devreye internetin de girmesiyle tüm bu uçurumlar derinleşti.
Hiçbir zaman sektörü, kapitali, sermayeyi savunma noktasına gelmedim ama bunların karşısında duranların yeniliğe, değişime kapalı kalma, bunu yaparken de içine düştükleri söylem ve tavır hatalarına düşmeye de yokum. Tavizin tanımını hedef belirler. Hedefiniz ne kadar agresif ve ihtiraslıysa tavizleriniz de o kadar derin ve sert olur.
Bu yazıda hem bir edebiyat nostaljisi hem de bir arşiv araştırması yaparken biraz da bugünkü ortama nasıl gelindiğini anlatmak istedim sadece.
90’lardan 2000’lere Geçiş
2000’lerin başındaki medya dinamiklerinden kısaca bahsedelim öncelikle. 90’ların başında özel kanalların açılmasıyla birlikte televizyonlar ve gazeteler birbirlerine entegre hale geldiler. Neredeyse her TV kanalının/grubunun en az bir gazetesi oldu. Bu dönemde ana akım medyanın soyağacını en özet haliyle “televizyon kanalları-magazin programları-pop müzik-küçük kuzen olarak arabesk müzik-gazetelerin magazin ekleri” olarak sunabiliriz.
Bunun dışında kalmayı seçenlerin veya bırakılanların oluşturduğu alternatif ve/veya karşı-kültür ürünlerinden Yeraltı Kütüphanesi kitabımda bahsetmiştim. Okumayanlar için, bu karşı kültür mecralarındaki kimi kişi ve kurumların birçoğunun da 90’ların ikinci yarısından itibaren popülerleşme amacıyla ana akım içerisine, dönüşerek veya kendi adlarıyla entegre olmaya başladığını not düşelim. (Bir örnek olarak, aynı durum, bahsi geçen kitabımda bahsettiğim kimi Rock müzisyenleri için de geçerli olmuştu: Rockçıları keşfeden ana akım şirketler ve medya, birkaç küçük sound ve tavır değişikliğiyle onları kendi ağlarına dahil ettiler. 2000 sonrasına ve bugüne kalanların birçoğunun biraz da bu sayede kalabildiklerini görmek zor olmayacaktır. Bu örnekten hareketle medyadaki bazı isimlerin ve oluşumların seyrini de tasavvur edebilirsiniz.)
Farklı tarihlerde farklı kişilere veya gruplara alım-satımları yapılsa da 90 öncesinin amiral gemileri olan Hürriyet ve Milliyet‘in Doğan Medya Grubu’na dahil edilmesi, Posta, Fanatik, Gözcü, Vatan (2000 sonrasında) gibi gazetelerin de aynı medya grubunun yayınları haline getirilmesi, arkasına Kanal D ve Radyo D’nin gücünü alması, 90’ların özellikle ikinci yarısını şekillendiren bir holding olmasını sağladı. 1996’da Raks grubuyla işbirliği yaparak başlattıkları D&R mağazacılığı ile bu tekel aynı zamanda hem raflarda, hem de dağıtımda söz sahibi oldu.
Doğan Yayın Holding’den (DYH) bu kadar geniş bahsetmiş olmam yanıltmasın, elbette başka medya grupları da vardı. Ancak işi hem sözlü, yazılı ve işitsel medyada hem de dağıtım ve mağazacılıkta yayarak bir medya tekeli haline getirmesi sebebiyle öne çıkan DYH, aynı zamanda 2000 sonrasının değişen siyasetine -en azından iktidarın ilk yıllarında- entegre olmasıyla da olaylar bambaşka yerlere geldi.
Siyasi tarihe uzun uzadıya girmeyelim ama özellikle kültür-sanat alanında 1996’dan 2014’e dek matbu olarak yayın hayatına devam eden ve yine DYH’ye bağlı olan Radikal gazetesinin ve eklerinin yarattığı etki, bu yazının da merkez noktalarından birini oluşturuyor.
Neymiş Bu Edebiyat Lobisi, Üyeleri Kimlermiş?
Edebiyat lobisi tartışmasıyla ilgili en çok konuşan isimler, bir zamanların çok okunan yazarlarından Cezmi Ersöz, ona bazı noktalarda eşlik eden Nihat Genç ve Zeki Coşkun olmuş.
Doksanlar, Türkiye’nin küresel ekonomiye uyumlanmaya çalıştığı, dövizin kullanılmaya başlandığı, Gümrük Birliği gibi anlaşmalarla bu ticari küreselleşmenin kâğıda döküldüğü, senetle kartla takside girmenin, kuponla tencere tava almanın, yani “tüket ve mutlu ol”un empoze edildiği yıllar ama arka planda devlet-mafya-polis, tarikat-ticaret-siyaset üçgenlerine sıkışmış bir sosyopolitik ortamın da söz konusu olduğu, PKK terörünün yoğun biçimde arttığı, bu yüzden köyden kente göçün yoğunlaştığı zamanlar.
Bugün büyük şehirlerin kozmopolit yapısına bir derece alışılmış olması yanıltmasın, Doğu’dan yeni yeni göç edenlere yapılan aşağılayıcı, dışlayıcı muameleleri tahmin etmek zor olmayacaktır. O zamanın komedi programlarına, ekran tiplemelerine veya -benim de çok sevdiğim- Grup Vitamin gibi mizahi eğilimli oluşumların işlerine bakın: Mutlaka aksanı bozuk, saflıkla aptallık arasında resmedilmiş, kaba saba “Doğulu” tiplemeleri oralarda görürsünüz. Sınıf karmaşası, köyden kente göç ve bunun yarattığı kültürel dolayısıyla edebi değişimler ve buradaki çatışmaların lobi tartışmasındaki karşılığını Perihan Mağden’in Cezmi Ersöz’le ilgili bir çıkışında da karşılık bulur.
Lobi tartışmalarından birkaç sene önce, henüz ana akımda değil de Öküz‘de kalem oynatan Perihan Mağden’in kendisiyle ilgili gayriciddi bir yazısına değiniyor Cezmi Ersöz:
“(…) Cezmi Ersöz’ü ‘doğulu hemşireler’ okur. Baklava desenli kazak giyenler okur. Evinde fesleğen büyütenler okur. Çaresiz kasabalı, aşk kırgını zavallı köylü delikanlılar okur, diye yazı devam ediyor.” (Kaçak Yayın, 10.03, s.10)
İlgili yazıdaki başka sorunlu kısımlara da istinaden Perihan Mağden’i arayan Ersöz, Mağden’in özür dilediğini ama bir düzeltme de yazmadığını söylüyor ve Mağden’e cevabın başka bir yerden geldiğini ekliyor:
“Sonra Doğulu hemşireler diye tabir ettiği Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da zor şartlar altında görev yapan 5-6 hemşireden yanıt geldi hanımefendiye. Yanıt çok düzeyliydi. ‘Perihan Mağden bizi aşağılıyor. Anca kendisine şunu sormak istiyoruz; hiç nöbetçi kalmış mıdır bir hastanede, sabaha kadar soğuk koridorlarda yürümüş müdür? Can çekişen bir hastaya müdahale etmiş midir? Biz kendisini kınıyoruz. O bizi belki anlayamaz, o bizim şartlarımızı bilmez. Ama bu şekilde aşağılamasını da açıkça kınıyoruz’ diye bir mektup geldi.”
Cezmi Ersöz, Ekim 2003 tarihli Kaçak Yayın dergisinin 6. sayısındaki lobi konusunun içinde, “yazarın starlaştırılmasını” eleştirirken başka bir anı daha aktarıyor: Murathan Mungan’ın Bursa’daki bir söyleşi için tutulan odayı beğenmeyince “Cezmi Ersöz de burada kaldı,” cevabını aldıktan sonra Ersöz’ün beyanına göre bir gün ona yazarlığı ucuzlattığını, bunu da gittiği yerlerde öğrenci evlerinde kalarak yaptığını söylüyor. Cezmi Ersöz, bunu Leman‘daki köşesinde yazınca olay bir anda Hürriyet‘te yankı buluyor, her ne kadar “arkadaşların birbirini kırma hakkı vardır” dese de bu röportajdan sonra Ersöz, kitaplarının tanıtımıyla ilgili haberlerin bıçak gibi kesildiğini söylüyor.
Bu karşılıklı atışmalarla gibi görünse de tartışma aslında ana akım yayınlardaki bazı yazılarla ama asıl, karşı kültür mecralarındaki demeçlerle açılıyor. 2003 yılının Eylül ayında hararetlendiğini anladığımız tartışma sürecinin güzel bir özetini, E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi‘nin Ekim 2003 sayısında buluyoruz:
Sol tandanslı, muhalif Yeni Harman dergisinin 20 Eylül 2003 tarihli sayısının kapağında “Edebiyatta Lobi Faaliyetleri” başlığıyla Nihat Genç ve Cezmi Ersöz’ün fotoğraflarını görüyoruz. Kutlu Esendemir’in sorularını yanıtlayan Cezmi Ersöz “Kemalist lobiler olmuştur, sol lobiler olmuştur, güç odakları olmuştur. Yani her dönem olmuştur,” dedikten sonra bu seferkinin çok pervasız olduğunu vurguluyor ve bu lobinin varlığını şu sebebe bağlıyor: “Çünkü kültür hayatı, özellikle edebiyat hayatı endüstrileşme yoluna girmiştir son beş-altı yılda. Ciddi paralar yatırılmıştır bu sektöre.” (s. 6)
Konuyla ilgili bir soruya cevap olarak da lobinin içinde yer alanları değil de dışında olanları sayıyor: “Nihat Genç, Attilâ İlhan, Adalet Ağaoğlu, Ayla Kutlu, Selim İleri…” Hatta Adalet Ağaoğlu’nun bu lobiye mesafeli olduğu için lobinin yönlendirdiği gazeteden uzaklaştırıldığını söylüyor.
Aynı sayıdaki Nihat Genç ise daha net adres veriyor:
“…çeşitli kuyrukları var, ahtapot gibi edebiyatın tüm alanlarını içine aldı. Onlarca yayınevi, onlarca banka… Dergilerde ayrı ayrı lobiler, tarikatler halinde yaşar. (…) Diyelim Radikal İki… Başındaki Tuğrul, yazarları Yıldırım, Murathan, Perihan, ayrı bir lobi. Birbirlerini pek sever, dayanışırlar. Yani, bu bir örnek. Yapı Kredi’ye gidersek, orada da böyle bir fare kuyruğundan küçük krallıklar görebilirsiniz.” (s.10)
Nihat Genç, medya tarafındaki bu gelişmelerin siyasi tarafta patronlara nasıl kazandırabildiğini Aydın Doğan örneğiyle anlatıyor devamında:
“Aydın Doğan ve benzerleri, diyelim 1 milyon dolar gibi bir para harcayarak dört yüzün üstünde sanatçıyı, yazarı dergilerine kattı. Bu kadar ucuza gittiler yani. Bunların hepsini şimdi süs bitkisi haline getirdi. Başka da bir işe yaramıyor, sayfalar dolunca da Aydın Doğan devletten ihaleler alıyor.” (s.10)
Cezmi Ersöz’ün bu çıkışı kısa sürede birkaç mecrada bir süre devam edecek röportajlar ve tartışmalar silsilesinin yolunu açıyor. Leman grubuna ait Kaçak Yayın dergisinin Ekim 2003 tarihli altıncı sayısının kapağına da konuk olan Cezmi Ersöz’ün röportajını, mini dosya tadında “lobicilik” sorularına verilmiş cevaplar izliyor. Burada Erdal Öz (Can Yayınları), Hüsnü Terek (Altın Kitaplar), Osman Okçu (Timaş Yayınları), Zafer Yılmaz (Telos Yayınları), İsmet Arslan (Berfin Yayınları), Özcan Sapan (Chiviyazıları), Ahmet Öz (İthaki Yayınları), Selim İleri, Haşmet Babaoğlu, Özcan Karabulut, Cüneyt Özdemir’in cevapları yer alıyor.
Talihsiz Z kuşağının, Youtube’da sürekli güldüğü dönemine denk geldiği Cüneyt Özdemir’in CNN Türk’te 5N1K’yı yaptığı ve Yeni Harman, Kaçak Yayın gibi alternatif mecralarda da yazılar yazdığı dönemde bu sayıya konuk olan Özdemir, lobi mevzuunu şöyle değerlendiriyor:
“Aslına bakarsanız bir değil birkaç belli başlı gruplaşma var gibi geliyor bana. Mesela ‘Radikal İki’ciler’ ve ‘Milliyet Sanat’çılar, başını Tuğrul Eryılmaz’ın çektiği yıllardır beraber hareket eden bir grup. Veya ‘Birikim’ ve ‘İletişim’cilerin oluşturduğu sol altyapılı bir başka grup daha var. Everestçiler transferler ile genelde Barbaros Altuğ’un menajerliğinde hareket ediyorlar. Sessiz ve derinden gelen ‘Doğan Kitap’çılar ise bol ilanlı olsa da Medya’nın genel olarak edebiyata ilgi göstermediği için ellerindeki gücü tam olarak kullanamayan bir başka grup. Bir de buna Leman’cıları ekleyebiliriz. Tabii bir de projeciler var. Bunlar da nerede yeni bir yayın çıksa hemen bir iki yazı attırıp ortadan kaybolan gruplar diyebiliriz. Burada lobiden çok bir cemaat ilişkisi gözüküyor. Kimse kimseye pek ilişmiyor. Adını koymasa da hadi açık söyleyelim, diğerini ‘pek sevmiyor’ da. Ben bu tür gruplaşmalara, lobilere, hatta çetelere karşı değilim. Doğru ve iyi edebiyat bir nehir gibi kendi akacağı mecrayı kendi yaratıyor. Kendini duyuruyor. Sanırım bu tür gruplaşmalar dünyanın her yerinde vardır.” (s.15)
Gerçekten de böyle mi, yazının sonunda biraz tartışacağız. Şimdilik Özdemir’in ifadelerini cebimize koyup aynı dosyadaki Erdal Öz’ün söylediklerine bir bakalım:
“Lobinin sözcük anlamı ortak çıkarlar için oluşturulan topluluktur. Yayın hayatında lobiler var mı? Aklıma gelen ilk lobi, medyanın da sahibi olan ya da medya ürünlerine arka çıkan büyük sermaye grupları. Bu öyle bir lobi ki, kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda dilediğince yönlendirebiliyor. Yazarları mal gibi satın alma girişimlerinde bulunabiliyor. Ya da yazar olmayanları yazarmış gibi piyasaya sürebiliyor. Bu girişim öyle tehlikeli boyutlara geldi ki, gerçekte yazar olan arkadaşlarımız bile bu pazarlığa girişip medyanın malı haline gelebiliyorlar. Özellikle genç yazarlar için bu durum daha tehlikeli oluyor. Edebiyat adına ortaya çıkarılan yazarlar -daha çok okunmak adına- popülist bir söyleme girmek zorunda kalıyorlar. Bence şu anda var olan tek lobi bu. İkinci lobi olarak, neredeyse devletin de arkasında olduğu korsan yayıncıları söyleyebilirim. Bir de yazarların ajansı olmaya yönelen çıkarcılar var. Bunlar da yazar alıp satıyorlar, yazar pazarlıyorlar.” (s.13)
Peki “Edebiyat Lobisi” Ne İş Yapar, İşlevi Nedir?
Cezmi Ersöz “Bunlar beyaz Türk, arkalarına çok güçlü destekler almış olan kolejli çocuklar,” diye tanımladığı lobinin işlevini şöyle açıklıyor: “Bu lobi kendisinden olmayan herkese, tek başına duran, muhalif duran, kendi düşünsel cesaretiyle, ürettikleriyle, varolmayı seçen insanları sevmiyorlar, dışlıyorlar, yok sayıyorlar. İstedikleri insan eğer lobiye boyun eğiyorsa, lobinin değerlerini koşulsuz kabul ediyorsa ve lobiye şapka çıkartıyorsa hemen o insan parlatılıyor ve göklere çıkartılıyor.” (Yeni Harman, 20 Eylül 2003, s.6)
Nihat Genç ise Cezmi Ersöz’ün ifadesini daha da somutlaştırıyor: Bunun “yoğun bir lobi” faaliyeti ve “kulüpçülüğü aşan bir dayanışma” olduğunu ifade ediyor:
“Lobinin işlevi, edebiyatı ve sanatçılığı manipule etmektir. İşlevi, genç okuyucuları kandırmaktır. İşlevi, hakkaniyetle dürüstlüğü, içtenlik ve şövalyeliği edebiyattan kovmaktır. (…) Okuyucuya karşılaştırma, mukayese etme, kendi beğenisini kendisi oluşturması için şans asla tanımıyorlar. İşte bu faşizmdir.” (Yeni Harman, 20 Eylül 2003, s.10)
Nihat Genç’in, özellikle okuru biçimlendirme konusundaki bu beyanları son derece doğru ve gerçek. Bugün için de imzamı atmakla birlikte bugünün bol imkânlı, bol mecralı yeni medyasında okurun o kadar edilgen olmadığını da eklememe izin verin, yazının sonunda bunu açacağım.
Ama bu noktada karşı cepheden gelen bir cevap da konuya farklı bir pencere açıyor. İlgili röportajda Cezmi Ersöz, Picus dergisinde Perihan Mağden’in yönetmen Kutluğ Ataman’la yaptığı röportajın gelecek sayıda yayınlanacağına dair bir ibare düşülmesini, bu yayında yazın nereye gittiklerinden, neler yiyip içtiklerinden bahsetmelerini eleştirmiş. Yeni Harman‘ın aynı sayısında, tamamen bağımsız bir konuyla ilgili yine Kutlu Esendemir’in konuğu olan Ataman, Türkiye’deki edebiyat ortamını çok bilmediğini ifade ederek lobi konusu sorulduğunda cevabı özetle şöyle oluyor:
“Türkiye moderniteyi yaşayamamış bir toplum. Biraz da feodal yapıdan dolayı uluslararası arenada yer alamadı. ‘Yönetmenim’ diyenler yönetmen, ‘yazarım’ diyenler yazar oldu. Kim roman yazsa yayınlanıyor zaten. Yavaş yavaş Türkiye’nin kapıları yurtdışına açılıyor ve Türkiye o büyük havuzda yer almaya çalışıyor ve yer alıyor da. Ama bir de treni kaçıranlar var; ‘Ben başarılı olamadım, ama işlerim kötü olduğu için değil beni lobiler engelliyor, çünkü eşcinsel değilim’ diyenler var. (…) Türkiye’de eşcinsel mafya tabii ki yok. Ben şimdiye kadar hiçbir eşcinselden eşscinsel olduğu için destek almadım. Hatta diyebilirim ki en az heteroseksüeller kadar kıskanç olabilir eşcinseller.” (s.11)
“Gay” Edebiyat Mafyası mı?
Konunun eşcinsellere nasıl geldiğine şaşırmış olabilirsiniz. Edebiyat lobisi veya edebiyat mafyası iddialarını savunanların haklılıklarının zedelenmeye başladığı noktalardan birinin tam da burası olduğunu düşünüyorum. Çünkü Cezmi Ersöz’e göre bu lobiyi büyük oranda gay’ler oluşturuyor.
O dönemki çeşitli beyanlarda sadece “edebiyat lobisi” değil “gay edebiyat lobisi” lafı da geçiyor. Cezmi Ersöz, bu lobide yer almak için illa gay olma şartı aranmasa da “Tesadüf ki,” diyor, “bu dönem özellikle kolejli, şehirli, beyaz gaylerin egemenliğinde bu lobi. Beyaz gay; kentli, belli bir refah düzeyini sürdüren ve refah düzeyini savundukça savunan, hazcı ve fakirleri sevmeyen, dışlayan, Kürt coğrafyasında yaşayan insanları küçümsemek için onları, ‘Doğulu’ diye nitelendiren gazeteci ve yazarlardır.” (Yeni Harman, 20.09.03, s.6)
Cezmi Ersöz benim nazarımda -hemen herkes gibi- kefil olunacak biri olmasa da 90’larda yazdığı yazıları okuyan bir çocuk/ergen olarak onun homofobik olduğunu söylemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Ancak böyle bir tartışmada neden lobi iddiasını daha da güçlendirmek için konunun bu yönüne vurgu yaptığını halen anlamış değilim. Toplumsal konulara böylesi duyarlı yazılar yazan birinin bu beyanların nerelere varacağını öngörememesi talihsizlik.
Ancak bu talihsizlikte şöyle bir talih(!) de var ki henüz bugünkü agresif ortamın oluşmadığı, dizilerin-filmlerin-kitapların insanları “eşcinsel yapacağını” sanan ortaçağ figürlerinin bu kadar cesur olmadığı bir zamanda bu söylemleri kullanmış. Zira bugün bu beyanları kullansaydı daha geçen yaz Yeni Şafak‘ta yayınlanan ve kimi yayınevlerini doğrudan hedef gösteren “Yayıncılar LGBT lobisine karşı endişeli” manşetli haberi yapanların ekmeğine yağ sürebilir, kim bilir, belki onlarla bir ortak payda bulabilirdi. Aradan geçen 20 yılda zamanın sol muhaliflerinin gitgide nasıl ulusalcılaştığına veya yandaşlaştığına, “karşı” mahalleye ne kadar yaklaştıklarına şahit olmadık değil neticede.
Biz yine geçmişe dönelim. Edebiyat lobisi veya edebiyat mafyası mevzuunun “gay” kısmı popüler mecraların dikkatini çekmiş olacak ki Aktüel dergisinin Aktüel İki veya diğer adıyla Haftalık dergisine konuk edilen Cezmi Ersöz, aynı iddiayı tekrarlayınca konunun sorulduğu küçük İskender, Can Öz, Zeki Coşkun, Ahmet Ümit, Barbaros Altuğ çeşitli yorumlar yapıyorlar.
Burada özellikle Barbaros Altuğ’un, Cezmi Ersöz için “Geçen yıl onun menajeri olmamı istedi,” iddiası tüm bu konu içerisinde çok çarpıcı. Öte yandan küçük İskender’in cevabı da aslında mantıklı yerlere gelebilecek bir tartışmanın ne kadar sulandırıldığını güzel özetliyor:
“Öyle bir gay lobisinin olmadığını düşünüyorum. Edebiyatın içindeki gay’larin bu tür bir çabaları yok. Zaten kaç tane gay var ki edebiyatçı olarak… İki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Eğer varsa da o lobinin bu insanları kolladığını görmüyorum. Eğer öyle bir lobi hareket halinde olsaydı benimle de bağlantısı olurdu. O zaman beni gay olarak kabul etmiyorlar demektir. Cezmi Ersöz’ün tanımlama yanlışı yaptığını düşünüyorum, tespit hatası yapmış.”

küçük İskender: “Gay lobisi varsa beni niye aramadı?”
Bu demeçlerin tümüne halen Gazete Vatan’ın web sitesinden ulaşılabiliyor.
Tartışmaya katılan su oranının ne kadar çok olduğunu da yine Ersöz’ün bu röportajına gayriciddi bir üslupla cevap veren ve “Edebiyat lobisi yok ama gala lobisi var,” diye konuyu başka bir yöne çeken Perihan Mağden’in Radikal yazısından okuyabilirsiniz.
Dünden Bugüne Çok Satan Kitaplar Listesi
Edebiyat lobisi iddialarında yer alan “lobi işlevlerinden” biri de elbette çok satan kitaplar listesi üzerindeki müdahaleler. Doğan Medya Grubu örneğini başta o kadar uzun vermemin bir nedeni de bunu açıklayabilmekti. Piyasayı sadece medya değil dağıtım anlamında da tekele bağlayan bu şirketler grubu dışında da dağıtım kanalları vardı, bugün de var. Ancak bir mekanizmanın her aşamasına sahip bir şirket olduğunuzda ne kadar rahat hamleler yapılabileceğini tahmin edersiniz.
Bilmeyenler için açayım: Düşünün, aynı anda bir yayınevi, dağıtım şirketi ve kitap mağazalarına sahip olan bir holding; kendi kitabını başka hiçbir mekanizmaya ihtiyaç duymadan matbaadan kitapçı rafına dek istediği oranda ve biçimde okura ulaştırabiliyor, kendi onlarca mecrasında reklamını yapabiliyor. Bir de öteki tarafta bu güce sahip olmayan ve dağıtım ile satış için bu holdinge ödeme yapmak zorunda olan diğer yayınları düşünün…
Konunun tarihsel bütünlüğü için bir parantez: İlk yıllarında araları gayet iyi olan AKP iktidarı ile Doğan Medya Grubu’nun, politik ve ekonomik şartlar değiştiğinde yaşamaya başladıkları sorunların bir sonucu olarak Doğan Kitap dışındaki markalarının 2018’de tamamen Demirören Medya Yatırımları Ticaret A.Ş.’ye satıldığını not düşelim. Bu, Türkiye’deki ana akım medya tekelinin bugünki durumunun milatlarından biri olmakla birlikte kitap dağıtım ve pazarlama konusundaki olağanüstü gücün de iktidara yakın bir holdinge geçtiğini anlatsın bilmeyenlere.
Tabii bu son on yıla özel bir durum değil. Gücün, onu elde edince borusunu öttürmeye hazır bir gruptan diğerine geçmesi sadece. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda verilen çok satan kitaplar listeleri, aslında büyük şehirlerde ve özellikle de İstanbul’daki belli başlı kitabevlerinin listeleriydi. Bu yüzden de insanların Anadolu’da ne okuduğu pek dikkate alınmıyordu. Zincir mağazacılık da henüz tüm illere ulaşmamıştı tabii.
Yukarıda Kutluğ Ataman’ın Cezmi Ersöz’e inceden gönderme yaptığı “başarılı olamayınca eleştiriyorlar” sözü bu anlamda en azından 2000’lerin ilk yıllarına dek çok da doğru bir tespit değil. Cezmi Ersöz, Nihat Genç gibi isimler o dönemin ana akım medyasında yer almazdı ama kitap satışları gerçekten de on binlere ulaşırdı. Bugünün imkânlarında 9-10 baskıyı kurtardığına sevinen yazarların belki de asla erişemeyecekleri bu rakamlara karşılık neredeyse sıfır reklam ve örgütsüz bir medya ortamında bu rakamlara ulaşmak kolay değildi.
Edebiyat Lobisi Çerçevesinde Yazar Menajerliği veya Yazar Ajanlığı Tartışması
Tartışmanın bir ayağı da Türkiye’de “yazar menajerliği” alanının ilk isimlerinden Barbaros Altuğ’la ilgili. Tartışmayı ortaya atan yine Cezmi Ersöz:
“Bursa Edebiyat Günleri’ndeydi bu olay. Bahsettiğim menajer de Barbaros Altuğ’dur. Kimler katılacak bu panele diye soruyor, yönetici de şunlar var bunlar var deyince ‘Onlar varsa ben yazarlarımı çekiyorum, biz yokuz,’ diyor. Ya onlar olacak ya biz olmayacağız, diye dayatmada bulunuyor.” (E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Ekim 2003, s.12)
Böyle bir şey olmuş mudur, olduysa da sebebi nedir, bilemeyiz ancak Altuğ’un, Cezmi Ersöz’ün ondan menajeri olmasını istediğiyle ilgili iddiasını da yukarıda okuduk.
Cüneyt Özdemir’in 5N1K programının bir bölümünü ayırdığı bu konuda taraflar bir anlamda karşı karşıya geliyor. Bu programın temiz deşifrasyonunu ise Yeni Harman‘ın 27 Eylül 2003 sayısında okuyoruz. Barbaros Altuğ, haklı bir argüman olarak “Bütün dünyada 1900’lerin başında yaşanan bir tartışmayı biz yeniden yaratıyoruz. Hayırlı olsun,” diye başlıyor söze:
“Bu çok yeni bir şey Türkiye için ama, bütün dünyada 1900’lerin başından itibaren uygulanan bir sistem. Özellikle, anglosakson dünyada, İngilizce konuşulan ülkelerde, edebiyat ajanı bu işin bir parçası, yani yayınevi-yazar-edebiyat ajanı üçgeni diye bir şey var. (…) Yazarın ticari haklarını korumak; aslında edebiyat ajanının temel görevi bu. Ticari hakların içine her şey giriyor. Yani televizyon haklarından dava açılmasına, bazıları korsan yayına kadar gidiyor. Yayınevine bazen dava açmak zorunda kalabiliyorsunuz. (…) Edebiyat ajanının temel görevleri arasında ‘editöryel guidence’ da var. Editöryel yol gösterme. Ama bu isteyen yazarlar için geçerli. Mutlaka olması gereken bir şey değil. (…) Bazıları yazım sürecine beni dahil etmek isterler. Ama yazarın bir kitabı ne zaman bitireceğini yazardan başka kimse bilemez.” (s.11)
Barbaros Altuğ’un Türkiye’de ilk olduğunu söylediği edebiyat ajanlığı/menajerliği müessesesi bugün halen dört başı mamur oturmamışsa da Türkiye’de de bilinmeye, geliştirilmeye çalışılan ve birçok yazarın, yazar adayının yeşil ışık yaktığı, dışarıdan çeviri hakkı almanın yanı sıra Türkçe yazarlarının haklarını da dışarıda temsil eden yapılar haline geliyorlar.
Cezmi Ersöz’ün bahsettiği fuar tartışmasındaki gibi durumları veya Altuğ’un temsil ettiği Perihan Mağden gibi kimi yazarların pek de hoş karşılanamayacak çıkışlarını tasvip etmeyeceğiz elbette. Öte yandan menajerlik/ajanlık müessesesinin bir yerde ne kadar gerekli olduğunu ve 2003’teki bu tartışmada Altuğ’un bu meseleyi gayet yerli yerlinde açıkladığını da belirtmek gerek.
Edebiyatın Magazinleşmesi Tartışmasının Magazinleşmesi
Bu sırada edebiyat lobisi konusu belli bir cemiyet içinde popüler hale gelmiş olacak ki özellikle Yeni Harman‘da ironi mi değil mi anlaşılması zor içerikler, karikatürler ve “lobi üyeleri”ne dair magazin haberler yer almaya başlıyor.
Derginin 27 Eylül 2003 tarihli kapağında Perihan Mağden ve Ece Temelkuran’ın bir mekânda giriştikleri ve tanıdık yüzlerin bir şekilde müdahil oldukları kavganın haberi, yazarların karikatürleriyle veriliyor.
Kapakta “Edebiyat lobisi, üçüncü sayfaya düştü!” manşeti ve Perihan Mağden’in bir dönem çok okunan romanına göndermeyle “İKİ GENÇ KIZIN DALAŞI sadece Yeni Harman’da!” alt bandıyla verilen haber,üçüncü sayfada “Edebiyat lobisinde sinirler laçka” başlığıyla karşımıza çıkıyor.
“Cinnet geçiren Radikal yazarı Perihan Mağden, Milliyet yazarı Ece Temelkuran’a sövdüğü gibi Cem Mumcu’yu da kovaladı! Gerilimden etkilenen Orhan Pamuk, Orhan Koçak’a saldırdı” alt manşetine sahip tek sayfalık haberi görelim:
Aynı sayının sonraki sayfalarında ise “Gay edebiyat lobisi, ilk fireyi Yeni Harman’a kaptırdı: Çok içeriden birinin nedamet ve itiraf hatıraları” başlıklı bir yazıda, maskeli bir “eski lobi üyesi”, ironi ile parodi arasında bir tonda lobi hatıralarını anlatıyor.
- Yeni Harman’dan edebiyat lobisi karikatürleri.
Bugün Geldiğimiz Yer veya “Orada mısın Sevgili Okur?”
Yayıncılığımız bir yandan sektörleşme sancısını yaşıyor, bir yandan buna karşı koyamayacağını hatta belki bir yerde de bunun olması gerektiğini düşünüyor ama bir yandan da geleneksel yayıncılık kodlarının üzerine bunu nasıl konduracaklarını bilemedikleri için tuttukları yer ellerinde kalıyor.
Biz okurlar, yazarlar ise “Kim haklı?” derken bugün de olduğu gibi başı dönen taraf olarak kalıyoruz.
Aslında o zamankiler de farkındaydı bu sancının “sektörleşme”yle, küreselleşmeyle ilgili olduğunun. Peki sektörleşme kötü bir şey midir? Liyakat, fırsat eşitsizliği, sanatı ve sanatçıyı metalaştırma, piyasaya entegre etme, tektipleştirme gibi sayısız açılardan elbette kötüdür. Burada “sektörün içinde olmak, onu kendi silahıyla vurmak” gibi geyiklere girmeyeceğim zira bizim asıl sorunumuz, yazılı ve yazısız kurallarıyla bir gelenek oluşturabilmiş, sektörleşirken bu anlamda kurumlaşabilmiş bir sektörümüzün olmaması. Bu sadece yayıncılığa özel bir durum da değil zaten.
“Sanki bunu başarmış Batı ülkelerinde bu saydığın handikaplar yok mu?” diyenleriniz olacaktır. Var elbette. Ama zaten asıl soruna da tam bu noktada geliyoruz: Yayıncılık da her ticari alan gibi tek taraflı bir mekanizma değil, bunun bir de “alıcı” tarafı var, yani okur.
Kültürler oluşturmakla ilgili hayallerimiz ve eleştirilerimiz bir yana, bağımsız/butik/küçük yayınevlerinin, tüm bu sorunları görece kotarmış ülkelerdeki muadilleri bir şekilde hayatta kalmayı, küçücük ofislerde, kitabevlerinde onlarca yıl varlık göstermeyi başarabiliyorlar. Sebebi basit: Okurları var! Her türün, her temanın, her kurumun öyle veya böyle varlığını sürdürmelerini sağlayan bir okur kitlesi var, yani okur kültürü, okuma alışkanlığı var. Küçük ve orta ölçekli olanlar, büyük sermayelilerin yaptıklarının aynısını yapmak zorunda değiller bizdeki gibi. Küçük ofislerden büyük plazalara geçerken ne yaptıysak, kitaplara ve dergilere de aynı şeyi yaptık.
Kültür açığını kapatmak için öncü olabilecek yerli yazarlara yatırım yapmak yerine dışarıdan edebiyat ithal ettik. Oysa dışarıda küçüklü büyüklü tüm yayıncıların yayın tarzları, kanalları, araçları kendi okurlarına özel. Çünkü -tekrar ediyorum-: Okurları var! Bizim okur kitlemiz o kadar küçük, dar, kolay yönlendirilebilir ve dolayısıyla tektipleşmeye o kadar eğilimli ki bizim sektörleşmemiz dünyadaki gibi olmadı, olmuyor.
Cezmi Ersöz’ün “Nitelikli ürünler üreten ama sermaye desteği, ilan desteği olmayan, orta ve küçük çaplı yayınevleri sönük kalıyor ve okurun gözünden uzaklaştırılıyor. Okur da şunu öğren denilen yere doğru bakıyor ve gerçek edebiyatın dışına itiliyor,”(E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Ekim 2003, s.13) argümanı 2003’te görece geçerli olabilirdi ama bugünün şartlarında okura hiç sorumluluk yüklememek de gerçekçi olmayacaktır.
İnternetle yaşadığımız, bir ürünün yüzlerce seçeneğini türlü filtrelerle karşılaştırarak inceleyip satın aldığımız bir zamanda, “Ya o yazardan hiç haberim yoktu,” demek biraz üşengeçlik oluyor ve ortalama okurluğu doğuruyor. Edebiyatla, yayıncılıkla, okuyup yazmakla ilgili bir derdi olan herkesin bir şekilde kendisinden haberdar olmasını bekleyen veya tüm bu anlattıklarımı görece kotarmış tek tük nitelikli yayıncılar elbette var ve sayıları da artıyor neyse ki. Sorun, okurun ona ulaşmak için bir istek ve yeniliğe merak duyması.
Ve dikkat: Bu içi boş büyümenin, plazaya tabela, kitaba kapak giydirmenin içerideki niteliği artırmayışı, ülkenin de yirmi yıllık özeti aslında. Çünkü ayrı konular değil bunlar. Tüm bu yazıda bir oradan bir buradan örnekler okuyup belli bir tarafa bütünüyle hak veremeyişimizin de nedeni bu.
Oysa biz -elbette- tartışılması gereken konuları haddinden fazla tartışmakla, handiyse saplantı haline getirmekle on yıllar kaybediyoruz. Üstelik zeminimiz çok ama çok kaygan. Üretken insan sorunumuz yok; dürüst, ilkeli insan sorunumuz var. Bırakın liberalleri, siyasal islamcıları; 2000’lerin başından itibaren eskiden bu gibi lobilerin karşısında duran solcuların, muhaliflerin, yeni imkânlarla kendi küçük lobiciklerini kurmaya çalıştıklarını, kendisi gibi düşünmeyeni safdışı bıraktıklarını, arkadaşçılık, ahbapçılık yaptıklarını, iktidar karşıtı olmaya çalışırken aynı muktedirin laciverdi olan siyasi platformlarda veya ne yardan ne serdenci dergilerde yazmak için can attıklarını görmedik mi? Küçücük ufacık oluşumlarda bile birazcık yetki ve sorumluluk sahibi olan tiplerin, tüm üretimleri kendilerini ve kendi kitaplarını parlatmaya yönelik yonttuklarına tanık olmadık mı? İnsan, eleştirdiği şeyi imkânı olduğunda kendisi yapıyorsa onlardan farkı nedir? Daha yoksul olması mı yoksa “yanlış” arkadaş çevresine sahip olmak mı?
Kendi kitabının korsanını basan, bandrol sahteciliğiyle, geciken veya hiç verilmeyen teliflerle, çevirmen ve editör maaşlarıyla emek hırsızlığı yapan, kurum içi taciz ve mobbing gündemlerinde dürüst bir özür dileyip hesap vermek yerine ya burnunu dik tutan ya da gündemin unutulmasını bekleyen yayınevlerinin ve bunları neredeyse hiç gündeme getirmeyen meslek gruplarının hiç mi suçu yok?
Şartlar kısıtlıyken edebiyat lobisi eleştirmek kolay ama insan benzer şartlara sahip olmayı arzuluyorsa ve birazcık bile erişince o da aynı şeyleri yapmaya çalışıyorsa, o zaman demek ki “lobilerde” değil o insanda da bir sorun var demektir.
Kültür ve yayıncılık da dünya gibi küçüldü. Hele Türkiye’de. Bu şartlarda eskisi gibi ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde olabilir mi, emin değilim. Ama bu küçülmenin de kendi dinamikleri, ölçütleri var, olacak. Her nerede olursak olalım, inandığımız işi yapmak ve eğilip bükülmeden, taviz vermeden var olmak, bunu yaparken de yeniyi kaçırmamak zor ama mümkün. Okur, yazar ve yayıncı için de geçerli bu.
Burada konunun bir ucu da aslında yazar-yayınevi-okur ilişkisine ve bu yazı boyunca bahsettiğimiz bir ortamda “Yazmak isteyen neyi nasıl yapacak? Okura nasıl ulaşacak, hangi yayıneviyle çalışacak?” gibi sorulara geliyor. Bu yazının eksenini değiştirmemek için bu konuyu bir devam bölümünde ele alacağım. Ayrıca, lobi konusunun bir uzantısı olan ve şu günlerde yine canlanan Orhan Pamuk tartışması var ki o da bu dizinin sonraki bölümlerinden olacak.
O halde, görüşmek üzere…
koray@kalemkahveklavye.com
Koray Bey çok iyi, arşivlenecek bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık. Devamını merakla bekliyorum.
Çok teşekkürler ilginiz, güzel yorumunuz için Sülbiye Hanım. Çok yakında. 🙂 Sevgiler…
Nihat Genç’in Edebiyat Dersleri kitabını okuyordum. “Ben Edebiyatı Karşılıksız Sevdim” yazısında bu konulardan bahsetmiş. Sonra lobi konusunu biraz araştırdım yazınızla karşılaştım ve bir solukta okudum. Kaleminize sağlık Koray hocam. Devamını gözlüyor olacağım. 🙂
Çok sevindim yazının bir yerlere ulaşmasına. Çok teşekkürler, sevgiler.) (Koray)