Çocukluğum, ben henüz çocukken öldü… Öldürdüler onu. Sınavlarla ve hayal bozan silahlarıyla… Bir çocuğun, çocukluğunu elinden almak istiyorsanız ona, “Olamazsın” deyin, her ne olmak istiyorsa.
Standart bir Pazar
sabahına uyanmıştım. Standart bir Pazar sabahı nasıl olur diye sorarsanız: “İnsanların
sevgilileri ile birlikte lunaparklara gittiği, aileleri ile beraber kahvaltı
ettiği ya da kaldırımlara park edilen arabalar yüzünden küçük çocukların
kısıtlanmış alanlarından kaçıp çayır çimene koştuğu, kulağa hoş gelen fakat
göründüğü kadar tatlı olmayan günlerden biri” şeklinde açıklardım. Tatlı
olmayışının sebebi de ailemim, sevgilimin ve çocukluğumun olmayışı. Çocukluğum
ben daha büyümeden ölmüştü. Çevremde çocukluğunu öldürmüş çok sayıda akranım
var. Hemen hemen hepsi bu eylemi, büyüyüp, evlendikten sonra yaptı. Çocukluğum,
ben henüz çocukken öldü… Öldürdüler onu. Sınavlarla ve hayal bozan silahlarıyla…
Bir çocuğun, çocukluğunu elinden almak istiyorsanız ona, “Olamazsın” deyin, her ne olmak istiyorsa. Küçükken olmak
istediğimiz şeyleri olamayınca, çocukluğumuzun aslında boş umut ve vaatlerle
dolu yıllar olduğunu anlarız. Çocukken doktor olmak isteyen birinin, sözel
seçmesiyle başlayan süreç buna verilecek en güzel örneklerdendir. Büyüyünce diye ötelediğimiz düşlerimiz,
büyüdükçe bayatlar. Ben “astronot olacağım” dedim, “olamazsın” dediler. “Kendime şöyle esaslı bir araba yapacağım”
dedim, “yapamazsın” dediler. Dediler
de dediler… Onlar dedikçe, ben hırslanmadım. Tembelliğim de vardı tabi, suçu
sadece önüme koyulan setlere atmak saçma. Onlar yüzünden gerçekleşen belki de
tek şey ölümüm olacak.
sabahına uyanmıştım. Standart bir Pazar sabahı nasıl olur diye sorarsanız: “İnsanların
sevgilileri ile birlikte lunaparklara gittiği, aileleri ile beraber kahvaltı
ettiği ya da kaldırımlara park edilen arabalar yüzünden küçük çocukların
kısıtlanmış alanlarından kaçıp çayır çimene koştuğu, kulağa hoş gelen fakat
göründüğü kadar tatlı olmayan günlerden biri” şeklinde açıklardım. Tatlı
olmayışının sebebi de ailemim, sevgilimin ve çocukluğumun olmayışı. Çocukluğum
ben daha büyümeden ölmüştü. Çevremde çocukluğunu öldürmüş çok sayıda akranım
var. Hemen hemen hepsi bu eylemi, büyüyüp, evlendikten sonra yaptı. Çocukluğum,
ben henüz çocukken öldü… Öldürdüler onu. Sınavlarla ve hayal bozan silahlarıyla…
Bir çocuğun, çocukluğunu elinden almak istiyorsanız ona, “Olamazsın” deyin, her ne olmak istiyorsa. Küçükken olmak
istediğimiz şeyleri olamayınca, çocukluğumuzun aslında boş umut ve vaatlerle
dolu yıllar olduğunu anlarız. Çocukken doktor olmak isteyen birinin, sözel
seçmesiyle başlayan süreç buna verilecek en güzel örneklerdendir. Büyüyünce diye ötelediğimiz düşlerimiz,
büyüdükçe bayatlar. Ben “astronot olacağım” dedim, “olamazsın” dediler. “Kendime şöyle esaslı bir araba yapacağım”
dedim, “yapamazsın” dediler. Dediler
de dediler… Onlar dedikçe, ben hırslanmadım. Tembelliğim de vardı tabi, suçu
sadece önüme koyulan setlere atmak saçma. Onlar yüzünden gerçekleşen belki de
tek şey ölümüm olacak.
Günlerdir kan
tükürüyorum, hırıltılı hırıltılı öksürüyorum. Her sabah uyandığımda göğsümde
oturan bir ayıya merhaba diyorum sanki. Ve her sabah uyandığımda da soruyorum,
“Tanrı insanları niye yarattı?”
tükürüyorum, hırıltılı hırıltılı öksürüyorum. Her sabah uyandığımda göğsümde
oturan bir ayıya merhaba diyorum sanki. Ve her sabah uyandığımda da soruyorum,
“Tanrı insanları niye yarattı?”
Bu soruyu birkaç kez
sesli sormaya yeltendim, bakkal ve elektrik faturasını getiren postacı şahit
oldu. Çevremde onlardan başka da insan yok zaten… Hayattan memnun değilsen, intihar et, yaşama madem havasındaydı
hepsi. Bir şeyi hiç kazanmamak ile kaybetmek arasında o kadar çok fark var ki…
Anlat anlatabilirsen. Cevap alamadığım onlarca soru var, bu da onlardan
biriydi. Aklımda bir cevap vardı aslında, sadece geçerliliği ya da
doğruluğundan emin değildim. O yüzden daha iyisini bulana dek arama kararı
aldım.
sesli sormaya yeltendim, bakkal ve elektrik faturasını getiren postacı şahit
oldu. Çevremde onlardan başka da insan yok zaten… Hayattan memnun değilsen, intihar et, yaşama madem havasındaydı
hepsi. Bir şeyi hiç kazanmamak ile kaybetmek arasında o kadar çok fark var ki…
Anlat anlatabilirsen. Cevap alamadığım onlarca soru var, bu da onlardan
biriydi. Aklımda bir cevap vardı aslında, sadece geçerliliği ya da
doğruluğundan emin değildim. O yüzden daha iyisini bulana dek arama kararı
aldım.
Keşke çift turalı para
kullansaydık ya da hayatı yazı – tura
üzerine kurmasaydık. Keşkeler birbirini takip ederken yerde seken elli kuruşun
Atatürk’ü, yine arkasını döndü bana. Eğilip o elli kuruşu almak yerine yoluma
devam ettim. Çamurların içinde kalmış para, kaybedişimin simgesiydi. Yıllar
önce uyku sırasında beynimin benden habersizce çıktığı yolcuklardan birinde,
hayatını zarlar üzerine kurmuş bir kumarbazla tanışmıştım. Uzun ince paltolu,
İspanyol paça pantolonlu ve parantez burunlu bu kumarbaz, hayatına etki eden
tüm olaylarla karşılıklı zar atmış, ya kazanmış ya kaybetmişti. Kıyafetleri
yeni, içtiği içki ise pahalıydı. “Anlaşılan bolca maç kaybetmişsin” dedim,
gözaltı torbaları ve yer yer dökülen saçlarına bakarak. Onayladı
söylediklerimi. Kaybetmişti. Kazanmayı ise, hileli zarlarla sağladı. Hile,
yalan, bana oldukça aykırı kavramlardı. Bir palyaço, bir marangoz, bir işsiz ya
da her kimsen yalan söylememeliydin bana; daha doğrusu Turgut Uyar’a göre. Ben
kumarbaza bunları anlatırken, o bir başkasına bambaşka şeyler anlatıyordu.
Sesimi biraz yükselterek ilgisini çektim ve bana kumarbaz olduğunu söyledi. “Evet”
dedim, “Yalan söylememeli… Hiç kimse… Kumarbazlar da dahil…” Pek önemsedi dediklerimi. Belli ki Cemal
Süreya ya da Edip Cansever de sevmiyordu. Pek fazla önemsemedim. Evimin
önündeki sütçü, bebek ağlamasına benzer kornasına basmaya başlayınca anladım gitme
vaktimin geldiğini. Elini sıktım kumarbazın. Sütçü kornaya iyice yüklenince de
uyandım. Ayrıldım oradan.
kullansaydık ya da hayatı yazı – tura
üzerine kurmasaydık. Keşkeler birbirini takip ederken yerde seken elli kuruşun
Atatürk’ü, yine arkasını döndü bana. Eğilip o elli kuruşu almak yerine yoluma
devam ettim. Çamurların içinde kalmış para, kaybedişimin simgesiydi. Yıllar
önce uyku sırasında beynimin benden habersizce çıktığı yolcuklardan birinde,
hayatını zarlar üzerine kurmuş bir kumarbazla tanışmıştım. Uzun ince paltolu,
İspanyol paça pantolonlu ve parantez burunlu bu kumarbaz, hayatına etki eden
tüm olaylarla karşılıklı zar atmış, ya kazanmış ya kaybetmişti. Kıyafetleri
yeni, içtiği içki ise pahalıydı. “Anlaşılan bolca maç kaybetmişsin” dedim,
gözaltı torbaları ve yer yer dökülen saçlarına bakarak. Onayladı
söylediklerimi. Kaybetmişti. Kazanmayı ise, hileli zarlarla sağladı. Hile,
yalan, bana oldukça aykırı kavramlardı. Bir palyaço, bir marangoz, bir işsiz ya
da her kimsen yalan söylememeliydin bana; daha doğrusu Turgut Uyar’a göre. Ben
kumarbaza bunları anlatırken, o bir başkasına bambaşka şeyler anlatıyordu.
Sesimi biraz yükselterek ilgisini çektim ve bana kumarbaz olduğunu söyledi. “Evet”
dedim, “Yalan söylememeli… Hiç kimse… Kumarbazlar da dahil…” Pek önemsedi dediklerimi. Belli ki Cemal
Süreya ya da Edip Cansever de sevmiyordu. Pek fazla önemsemedim. Evimin
önündeki sütçü, bebek ağlamasına benzer kornasına basmaya başlayınca anladım gitme
vaktimin geldiğini. Elini sıktım kumarbazın. Sütçü kornaya iyice yüklenince de
uyandım. Ayrıldım oradan.
O attığım elli kuruş,
hayatım üzerine oynadığım ilk oyundu. Hayatım boyunca oynadığım ilk oyun olma
özelliğini de taşıyordu aynı zamanda. Parayı yerde bırakıp, doktorun
muayenehanesinin bulunduğu apartmanın basamaklarını
yarımşar yarımşar çıkmaya başladım. Ciğerlerimi dinledikten sonra, gömleğimin
düğmelerini ilikledim. Doktor, sandalyesine oturdu ve ölüm haberimi verdi.
Fazla vaktimin kalmadığını da söyledi. Daha doğrusu o söylemedi, ben anladım.
Biliyordum çünkü, kendimi tanıyordum. Çıkardığı tedavi planına uymayacak, adım
adım ölüme gidecektim. O sebeple sahip olduğum hastalığın herhangi bir
tedavisinin olup olmadığı önemli değildi. Önemi, benim hayatımınkiyle aynıydı. Yani
“hiç”…
hayatım üzerine oynadığım ilk oyundu. Hayatım boyunca oynadığım ilk oyun olma
özelliğini de taşıyordu aynı zamanda. Parayı yerde bırakıp, doktorun
muayenehanesinin bulunduğu apartmanın basamaklarını
yarımşar yarımşar çıkmaya başladım. Ciğerlerimi dinledikten sonra, gömleğimin
düğmelerini ilikledim. Doktor, sandalyesine oturdu ve ölüm haberimi verdi.
Fazla vaktimin kalmadığını da söyledi. Daha doğrusu o söylemedi, ben anladım.
Biliyordum çünkü, kendimi tanıyordum. Çıkardığı tedavi planına uymayacak, adım
adım ölüme gidecektim. O sebeple sahip olduğum hastalığın herhangi bir
tedavisinin olup olmadığı önemli değildi. Önemi, benim hayatımınkiyle aynıydı. Yani
“hiç”…
Doktordan çıkar çıkmaz,
hayatım üzerine attığım bozuk parayı aldım. Üzerindeki çamurları sildim, hafif
tükürükleyerek, kullanıma hazır hale getirdim. Eve dönerken… Eve dönerken, kumarbazla yaşadığım diyaloğu hatırladım ve “Keşke çift turalı para kullansaydın be…”
dedim kendi kendime. Keşkeler aldı
başını gidiyor… Giden keşkelerin ardından bir süre baktıktan sonra, kafamı
kaldırıp, ufak bir öksürüğün ardından sigara paketime uzandım. Bitmişti. Gün
içinde çok sık görüştüğüm ve çevremde bulunan sayılı insanlardan biri olan
bakkala girdim ve hayatım üzerine attığım bozuk parayı vererek iki tek sigara istedim. Sigaraları verdikten sonra, “Ya … Tövbe
estağfurullah, bu Allah bu insanları niye yaratmış?” diye sordu, dalga geçer
bir üslupla. Hayatı üzerine yazı-tura atarken bile hile yapmamıştım, elimde
avucumda sadece dürüstlüğüm kaldıysa onu saklamalıydım. Ya hiç cevap
vermeyecek, ya da aklımda bulunan yarım
yamalak cevabı verecektim ona. Hiç cevap vermemek de son derece dürüstçeydi.
Cevap vermeden çıktım dükkandan. Fakat içimdeki cevap verme isteği ağır
basmıştı ki ani bir hareketle dönüp dükkana girdim ve “Postacıya da sor bunu: Tanrı mı insanları yarattı, insanlar mı
Tanrı’yı? Tanrı insanları niye yarattı bilmem ama insanlar Tanrı’yı korktukları
için yarattı!” dedim ve bir daha giremeyeceğim o bakkaldan çıktım. Unuttuğum,
daha doğrusu eklemeyi unuttuğum, bir şey vardı; geri döndüm:
hayatım üzerine attığım bozuk parayı aldım. Üzerindeki çamurları sildim, hafif
tükürükleyerek, kullanıma hazır hale getirdim. Eve dönerken… Eve dönerken, kumarbazla yaşadığım diyaloğu hatırladım ve “Keşke çift turalı para kullansaydın be…”
dedim kendi kendime. Keşkeler aldı
başını gidiyor… Giden keşkelerin ardından bir süre baktıktan sonra, kafamı
kaldırıp, ufak bir öksürüğün ardından sigara paketime uzandım. Bitmişti. Gün
içinde çok sık görüştüğüm ve çevremde bulunan sayılı insanlardan biri olan
bakkala girdim ve hayatım üzerine attığım bozuk parayı vererek iki tek sigara istedim. Sigaraları verdikten sonra, “Ya … Tövbe
estağfurullah, bu Allah bu insanları niye yaratmış?” diye sordu, dalga geçer
bir üslupla. Hayatı üzerine yazı-tura atarken bile hile yapmamıştım, elimde
avucumda sadece dürüstlüğüm kaldıysa onu saklamalıydım. Ya hiç cevap
vermeyecek, ya da aklımda bulunan yarım
yamalak cevabı verecektim ona. Hiç cevap vermemek de son derece dürüstçeydi.
Cevap vermeden çıktım dükkandan. Fakat içimdeki cevap verme isteği ağır
basmıştı ki ani bir hareketle dönüp dükkana girdim ve “Postacıya da sor bunu: Tanrı mı insanları yarattı, insanlar mı
Tanrı’yı? Tanrı insanları niye yarattı bilmem ama insanlar Tanrı’yı korktukları
için yarattı!” dedim ve bir daha giremeyeceğim o bakkaldan çıktım. Unuttuğum,
daha doğrusu eklemeyi unuttuğum, bir şey vardı; geri döndüm:
“Şu son söylediğimi
postacıya da ilet sana zahmet!”
postacıya da ilet sana zahmet!”
Özlediğim, belki de en
çok özlediğim şeydi o, eski sevgilim. Çok sayıda sevgilim olmuştu. Biri ile
yaşadığım sokağa girerken utanmış. Biriyle merkezi bir caddede yürürken… Diğeriyle
devlet dairlerine giderken, bir diğeriyle ise… Aynı şekilde onlar da benden
utanmıştı. Utanç içerikli ilişkilerimin en tuhafı onunla olandı. Ne o benden,
ne de ben ondan utanmıştım. Devlet dairesi, bizim sokak, bizim bakkal ya da herhangi
bir lunapark fark etmeksizin, gönül rahatlığı ya da gönül hoşnutluğu ile
saatlerce el ele yürüyebiliyordum. Belki
de ölüm sebebim, bana “Yapamazsın” diyen
insanlar değil, “Yaparsın” deyip terk
edenlerdi. Terk edendi. Eğer ortada bir ceset varsa, bir cinayet de var
demektir. Birileri beni öldürüyor, ölümüme sebep oluyorsa… Sanırım yapmak
istediğim şey nefsi müdafaaya girer. Öldürmeyi düşünsem de, tek istediğim onu
görmek ya da duymak ya da varlığını hissetmekti sanırım.
çok özlediğim şeydi o, eski sevgilim. Çok sayıda sevgilim olmuştu. Biri ile
yaşadığım sokağa girerken utanmış. Biriyle merkezi bir caddede yürürken… Diğeriyle
devlet dairlerine giderken, bir diğeriyle ise… Aynı şekilde onlar da benden
utanmıştı. Utanç içerikli ilişkilerimin en tuhafı onunla olandı. Ne o benden,
ne de ben ondan utanmıştım. Devlet dairesi, bizim sokak, bizim bakkal ya da herhangi
bir lunapark fark etmeksizin, gönül rahatlığı ya da gönül hoşnutluğu ile
saatlerce el ele yürüyebiliyordum. Belki
de ölüm sebebim, bana “Yapamazsın” diyen
insanlar değil, “Yaparsın” deyip terk
edenlerdi. Terk edendi. Eğer ortada bir ceset varsa, bir cinayet de var
demektir. Birileri beni öldürüyor, ölümüme sebep oluyorsa… Sanırım yapmak
istediğim şey nefsi müdafaaya girer. Öldürmeyi düşünsem de, tek istediğim onu
görmek ya da duymak ya da varlığını hissetmekti sanırım.
Tanrım! Kiralık
katilimi özleyeceğimi bildiğin halde beni niye yarattın! Bir insanın geleceği
en düşük mertebedeydim. Ankesörlü telefonu kaldırıp onu aradım. Niye aradığımı sorunca
da doğruyu söyledim haliyle. Bir süre cevap vermedi, nefes alış verişini
duyuyordum ve “Geleceğim” dedi, telefonu kapattı. Cebimden bir bozuk para
çıkardım ve kendime gelip gelmeyeceğini sorarak parayı havaya attım. Çift turalı
parayı hiç bu kadar istememiştim. Yalan söylemeyi, hile yapmayı hiç bu kadar
istememiştim. Sahip olduğum sorulara bir yenisi daha eklendi ben onu beklerken:
Onu gerçekten özlüyor muydum? Yoksa beni
öldüren birinden intikam mı almak istiyordum? Bilmiyorum, bilmiyorum… Tanrı
konusunda sahip olduğum kabataslak cevaplar kadarı bile yoktu kafamda… Bakkaldan
aldığım son sigarayı da yaktım ve beklemeye başladım…
katilimi özleyeceğimi bildiğin halde beni niye yarattın! Bir insanın geleceği
en düşük mertebedeydim. Ankesörlü telefonu kaldırıp onu aradım. Niye aradığımı sorunca
da doğruyu söyledim haliyle. Bir süre cevap vermedi, nefes alış verişini
duyuyordum ve “Geleceğim” dedi, telefonu kapattı. Cebimden bir bozuk para
çıkardım ve kendime gelip gelmeyeceğini sorarak parayı havaya attım. Çift turalı
parayı hiç bu kadar istememiştim. Yalan söylemeyi, hile yapmayı hiç bu kadar
istememiştim. Sahip olduğum sorulara bir yenisi daha eklendi ben onu beklerken:
Onu gerçekten özlüyor muydum? Yoksa beni
öldüren birinden intikam mı almak istiyordum? Bilmiyorum, bilmiyorum… Tanrı
konusunda sahip olduğum kabataslak cevaplar kadarı bile yoktu kafamda… Bakkaldan
aldığım son sigarayı da yaktım ve beklemeye başladım…
***
El yapımı bir
bumerangın geri dönme ihtimalinden daha düşüktür, beklenen eski sevgilinin geri
dönmesi. Ya sen gider alır getirirsin, ya da ömür boyu beklersin. Elimde Lennon
konserine iki bilet varken, birini yakmaya hiç niyetim yok. Kısa bir süre sonra
o ve ben, artık biz değiliz, Lennon’ı dinlemeye cennete gideceğiz. Biletler
yanmayacak, konser sonrasında bedenlerimiz dolduracak cehennemdeki boşluğu.
İlla bir şeylerin yanması gerekiyorsa… Benimki cinayetten, onunki sebebiyet
vermekten… Bu arada, ömür boyu demişken… O kadar da çok beklemeyecekmişim.
bumerangın geri dönme ihtimalinden daha düşüktür, beklenen eski sevgilinin geri
dönmesi. Ya sen gider alır getirirsin, ya da ömür boyu beklersin. Elimde Lennon
konserine iki bilet varken, birini yakmaya hiç niyetim yok. Kısa bir süre sonra
o ve ben, artık biz değiliz, Lennon’ı dinlemeye cennete gideceğiz. Biletler
yanmayacak, konser sonrasında bedenlerimiz dolduracak cehennemdeki boşluğu.
İlla bir şeylerin yanması gerekiyorsa… Benimki cinayetten, onunki sebebiyet
vermekten… Bu arada, ömür boyu demişken… O kadar da çok beklemeyecekmişim.
Saat bir hayli geç oldu. Ben hala bekliyorum. O hala
gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama henüz kimse ölmedi[1].
gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama henüz kimse ölmedi[1].
[1] Özdemir
Asaf’ın, “Çizik” adlı şiirinden bir bölüm.
Asaf’ın, “Çizik” adlı şiirinden bir bölüm.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.