Hasan Ali Toptaş imzalı Bin Hüzünlü Haz romanının satır aralarını inceleyen bu yazı ilk kez KalemKahveKlavye’de yayımlandı.
Hasan Ali Toptaş kitapları hakkında ilk bilimsel ve akademik çalışmayı yaparak “Türk Romanında Postmodernist Açımlar”[1] isimli çalışmasının üçüncü bölümünü Toptaş’a ayıran Yıldız Ecevit, yazar için “postmodern bir modernist” ifadesini kullanmıştır ki Bin Hüzünlü Haz kitabında birazdan bahsedeceğimiz özellikler itibariyle bu tanımın karşılığını buluyoruz. Ecevit, söz konusu makalesinde postmodern edebiyatın temel taşları olan kurgunun anlamın önüne geçmesi, üstkurmaca, metinlerarasılık gibi pek çok özelliğin Bin Hüzünlü Haz’da kendilerini gösterdiğini ifade eder.
Bin Hüzünlü Haz Özeti ve Temel Yapı Özellikleri
Bin Hüzünlü Haz, 9 ana bölümden oluşuyor. Vurucu ve seri cümlelerle okuyucuyu meraklı ve telaşlı bir koşuya başlatan roman, ilk bölümün sonuna geldiğinde bu cümleleri bir anda kesip “…diye konuşmasını sürdürüyordu Alaaddin”[3] cümlesiyle okuru silkeleyen ilk kırılmayı yaşatıyor. Alaaddin, 2.bölüm itibariyle anlatmaya başlayacak olan “Yazar-Anlatıcı” dışındaki ana kahraman. Ancak ona bir vücut, somut bir varlık olarak asla rastlayamayacağımız için, ona bir “yok-kahraman” demek yanlış olmaz. Roman içerisinde pek çok tanıdık veya yabancı isim duysak da, 3.bölümdeki Motel ROM’da Yazar-Anlatıcı’nın karşılaşacağı kadın ve otelin yerini Yazar-Anlatıcı’ya tarif eden garson dışında öne çıkan kahraman olmadığı gibi, bu bölüm dışında diyalog da yoktur. Postmodern bir romandan beklendiği ve birazdan uzunca üzerinde duracağımız üzere Toptaş, zaten bize bir romanı değil, romanın romanını, daha doğru bir ifadeyle “kurgunun romanını” vermektedir.
Bin Hüzünlü Haz İncelemesi ve Dil Özellikleri
Bu durumun ayrıntısına girmeden önce, Toptaş’ın bir röportajında, romanın yayınlanmasından önce tanınan bir yayınevinden aldığı cevaptan bahsetmekte fayda var: “Bin Hüzünlü Haz’, beni en çok üzen kitabım oldu. Bir yayınevinden, ‘Sen bunun etini, yağını, suyunu, tuzunu, baharatını o kadar çok koymuşsun ki, bir oturuşta yenmiyor’ dediler. Bir oturuşta tüketiliverecek yapıtlar istiyorlardı. Dehşete kapıldım. İyi yapıt, zaten edebiyat dışıdır. Yani edebiyatın o ana dek oluşagelmiş
kurallarının dışına fırlamış bir yapıttır. Daha sonra edebiyata dönüşecektir.”[4]
Gerçekten de Bin Hüzünlü Haz, hazmedilmesi zor, son derece zengin ve her okunuşta devleşecek bir eser. Ancak bu durum, kitabın manevi etkisiyle ilgili olmakla birlikte kitap, okunmasını asla zorlaştırmayacak bir dil ustalığıyla terbiye edilmiş. Bin Hüzünlü Haz’ı okurken, Toptaş’ın seçtiği dil ve üslup sayesinde adeta uzun bir şiir okuyormuş gibi akıcı ilerlersiniz. Kafiyesi, ölçüsü, bentleri ile değilse de seçilen kelimelerin, vurguların, durakların sayesinde Bin Hüzünlü Haz, daha ilk kelimesinden itibaren usta bir şiirin ritmini sırtlayarak, okurun gözleri ile beyni, oradan da ruhu arasındaki güzergahtan hızlıca akar.
Romanın bu ilk kısımlarındaki bazı cümleler arasında sanki birer dizgi hatası gibi görünen boşluklar bırakılması da yazarın, bir bakıma okuyucuyu olayların ve hiç de peşinde olmadığı anlamın içine girmesini engelleyerek, ara sinyallerle onu uyarmasını sağlıyor. İlk bölümdeki Alaaddin’in sayıklamaları bir anda okuyucuyu kurgunun içine çekmişken Anlatıcı tarafından bıçak gibi kesilmesi, bir “zirve-anlam”a, anlamlı ve mantıklı bir sonuca ulaşmayı arzulamayan, bu arzulamama ile aslında varoluşun anlamsızlığına bir tür eleştiri, gönderme yapan yazar, hepsi birer üstkurmaca örneği olan bu yöntem ve üsluplar ile adeta Brecht tarzı bir yaklaşımla, kurguya kapılmaması için okuyucuyu uyarır. Toptaş’ın romanını hem postmodern hem de özgün bir eser yapan özelliklerden biri de budur ve bunu roman içerisinde sıkça tekrarlar. 4.bölümün sonuna doğru, yine anlatımın yoğunlaştığı yerde Yazar-Anlatıcı’nın bir anda kendi kimliğiyle kurgunun üstüne çıkarak kurduğu şu cümleleri, çarpıcı bir örnek olarak kabul edebiliriz:
“Galiba bu durumda ben, artık kızı oradaki ben de fark ettiğine göre, yıllar öncesine gidip kıza o zamanki gözlerimle baksam ve onun için ‘koşuyor’ yerine ‘koştu’ desem daha iyi olacak.”[5]
Kurgu Özellikleri
Dil ve üslup ile doğrudan etkileşim içinde olan kurgu da en az yazarın dili kadar dolambaçlı bir şekilde çıkıyor karşımıza. Okuyucuya, modern romandaki alışkanlığına istinaden bir giriş-gelişme-sonuç düzeni vermek yerine, sürekli dalgalı halde ya zirveye giden ya da dibe inen bir yolda onu gezdiriyor. Söylediğimiz gibi, okurun, hikayenin içine girmesini engelleyen, onu hep kurgunun yüzeyinde tutarak bilinmezliği ve ulaşılmazlığı güçlendiren eser, kurguyu da okuyucuyu doyuracak bir zemin yerine dinamik bir akışa yerleştirmektedir. “Bin Hüzünlü Haz, ana metinden her bir hikâye adasına kadar kurmaca olduğu vurgulanan, helezonik kurgusu olan bir metindir.”[6]
Eserde, sonunda Alaaddin’in bir nevi sayıklamaları olan ilk bölümden sonra 9.ve son bölüme dek Yazar-Anlatıcı’yı dinliyoruz. İlk bölümde, Alaaddin’in anlatımlarının arkasında şehrin gürültüsünü duyarız adeta. Şehir, tüm kirliliği, tehlikeleri, yozlaşmışlığı, niteliksiz kalabalığı, arka sokakları, gettoları ile Alaaddin’in nereye gittiği bilinmeyen sayıklamalarına fon yapmaktadır. İkinci bölümde bir evin içindeyken gördüğümüz Anlatıcı’yı dinlemeye başladığımızda, penceresi kapatılan bir oda gibi okuyucunun zihni de biraz olsun sakinleşir adeta. Anlatıcı, Alaaddin’i aramaktadır. Bu arayışı öyle bir duyarız ki bir süre sonra Alaaddin’le anlatıcının kavuşması bir yana, Alaaddin’in kendisi bir imge, bir ütopya olur.
Üçüncü bölümde Anlatıcı, şehrin o pis ve tehlikeli arka sokaklarında Alaaddin’i aramaya koyulur. Bu bölümde, Alaaddin’i bulmayı beklediği Motel ROM’un yerini tarif eden garson ve oteldeki kadın ile gerçekleşen diyaloglar dışında romanda neredeyse hiç diyalog yoktur. Söz konusu motelin ismine neden “ROM” denildiği konusunda bazı kaynaklarda CD-ROM’a gönderme yaparak, bir nevi “beyin, zihin, bellek” veya “bilinçaltı” imgesi olduğu tahmin edilmekte. Bu, bir bakıma mantıklı bir iddia olabilir, çünkü romanın tamamında gerçekten de bir nevi bilinçaltında, bir zihnin karanlık ve kabus imgeleriyle dolu ortamında gezinir gibiyizdir. Romanın içine girmek üzere olduğumuz ya da dışından baktığımız tüm zamanlarda arka planda yaşanmakta olan devinim, tıpkı hiçbir şey düşünmese de çalışmaya devam eden bir beyin gibidir. Motel ROM isimlendirmesiyle ilgili başka bazı tahminler de var ki onu ilerleyen paragraflarda dile getireceğiz.
Anlamsızlığın Anlamı
Alaaddin ’in kim ya da ne olduğu ve Bin Hüzünlü Haz romanının bütünü ile ilgili, bir röportajda[7] Hasan Ali Toptaş tarafından söylenen, söz konusu roman hakkındaki “…bir yanıyla roman sanatı üzerine yazılmış bir roman”, “…son cümlesine kadar kahramanını arayan” gibi ifadeler ve sonunda romanın “kahramana dönüştüğü” gibi ifadeler yukarıdaki tespitlerimizi pekiştirmeye yardımcı olacaktır. Bir yanıyla roman sanatı üzerine yazılmış bir roman” olduğunu söyleyen Hasan Ali Toptaş, “son cümlesine kadar kahramanını arayan” metnin, onu ararken “kahramana dönüştüğünü” ve bu serüven boyunca hem hayatın hem de geçmiş anlatıların içinden geçtiğini belirtmektedir; yazara göre Bin Hüzünlü Haz, “Hasan Ali Toptaş’ın romandan ne beklediğinin de romanıdır”
Olayların akışı, okuyucunun sürekli duyduğu tedirginlik, ilerleyen bölümlerde Kırmızı Başlıklı Kız, Don Kişot, Hansel ile Gretel gibi masal kahramanlarının, İstanbul’un fethi ile ilgili anlatıların çıkması, esere hakim olan bilinmezlik, anlamsızlık, bir dibe veya zirveye varamazlık, imgeler, metaforlar, döngüsel kurgu, çoğulculuk ve metnin içine tam girecekken yazarın önümüze koyduğu engeller, romanı bütünüyle bir “bilinçaltı seyri”ne dönüştürmeye müsaittir. Bilinçaltı ve kabus denildiğinde sinema dünyasından akla gelen David Lynch’in filmlerindeki atmosferi Bin Hüzünlü Haz’da da hissederiz. Öyle ki kendisini filmlerinin anlamlı bir sonra ulaşmadığı yorumuyla eleştirenlere cevaben verdiği şu meşhur cümleleri, Toptaş’ın hemen her eserinde olduğu gibi bu eserinde de düzenli bir akış ve anlamlı bir sonuca ulaşmama çabasını da açıklar gibidir:
“Her şeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, çünkü aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız. Bence insanlar hayatın anlamsız olduğunu kabul etmiyorlar.”
Romanın başındaki epigrafta, bir hayal kahramanı olan Haraptarlı Nafi’ye ait şu sözler, bize Lynch’in cümlelerini hatırlatan Toptaş’ın bu üslup ve kurgusunu zaten en baştan açıklıyor: “Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum…”[8]
Yazar, kendi yarattığı kahramana söylettiği bu cümle ile daha romanın başından, mutlak bir anlam aramaması, anlamın değişebilir ve en önemlisi de kavranmak yerine hissedilebilir olması konusunda okuyucuya aslında bir tür manifesto veriyor.
Zaten, romanda Anlatıcı’nın aramakta olduğu ama bulmanın, romanın son cümlesine kadar okuyucuya bir beklenti olarak çok da dayatılmadığı Alaaddin isimli kahramanımız üzerine biraz düşünürsek, Toptaş’ın amaçladığı bu mutlak-anlamsızlık konusunu daha iyi anlayabiliriz. Çalışmamızın başlığında kullandığımız “bulmayı amaçlamayan bir arayış” ifadesi bu noktada manidardır. Buradaki “bulmak” eylemi, aslında “adını koymak” deyimiyle açıklanabilir. Eğer elimizdeki romana “Alaaddin kimdir?” diye sorarsak, bunun cevabını romandaki bütün kelimelere paylaştırmak durumunda kalırız. Postmodern dönemin temel taşlarından olan Kuantum bilimi ve teorilerini anımsatan şu ifade, bir önceki cümlemizi açıklar niteliktedir:
“Ama şimdi size, şehrin ve zamanın o noktasında avare avare dolaşırken, sonunda herkesin yüzünde Alaaddin’in yüzünden bir parça görmeye başladığımı söyleyebilirim.”[9]
Çünkü Alaaddin, romanda pek çok şekilde tezahür eden ya da sadece namı duyulan bir “şey”dir. Bir varlık olup olmadığı bile muallaktır.
“Alaaddin, roman boyuca çeşitli şekillere girer. Alaaddin bir sınırsızlıktır. Her şey olabilir. Roman boyunca Alaaddin ismiyle ifade edilen “şey” sabit bir kavramı ifade etmez.” [10]
“…bu Alaaddin, hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir…”[11]
Kim Bu Alaaddin?
Kısaca Alaaddin, baştan beri bahsini ettiğimiz, ne tam dibine ne de tam zirvesine varamayacağımız o “mutlak-anlam”ın ta kendisidir, demek yanlış olmaz. Toptaş da Bin Hüzünlü Haz’da, bu anlamı aramanın, anlamlı bir sonuca ulaşmanın tıpkı hayat gibi boş ve anlamsız bir çaba olduğunu, ulaşılacak bir anlam varsa, o da sona doğru giderken başımızdan geçenler, yani eserin/kurgunun/romanın/arayışın kendisi olduğunu anlatmaya çalışır.
İşte, Elif Türker’in yukarıda alıntıladığımız ifadelerinde ve Toptaş’ın “Alaaddin” kahramanı ile romanında anlatmaya çalıştığı şey, asla bir mutlak-anlam ile kavranamayacak, ancak her bireyin özel ve özgün algısı ile hissedebileceği, kalbinde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığı, dile getirilmesi imkansız şeye benzemektedir…
İki Katmanlı Bilinmezlik
Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz eseri, aslında iki katmanlı bilinmezlik üzerine kuruludur. Bunlardan ilki, insanın varoluş serüveninde, var olduğu sürece peşinde olduğu o mutlak-anlamı bilemeyeceği fikridir. Diğeri ise tamamen anlamdan soyutlanarak, romanın kurgusu üzerinedir. Varoluş özelinde ortaya koyduğu bilinmezlik, bir başka alan olarak romanda da geçerlidir. Toptaş’ın da deyimiyle “gerçek roman kahramanı (…) her zaman metnin kendisidir”[13].
İşte, roman kahramanının romanın kendisi olduğunu Bin Hüzünlü Haz’da bir kez daha önümüze sunan Toptaş’ın ikinci bilinmezi de bu romanın içinde aslında ne olduğudur. Çünkü yazar, üstkurmaca yolu ile bizi hep kurgunun ve anlamın dışında bırakır. Anlatmak yerine hissettirmeyi, derin bir yaraya neden olmak yerine bir kağıt kesiği açmayı seçer.
Bin Hüzünlü Haz ve Varoluşçuluk
Toptaş ve romanı üzerinden “varoluş” mefhumundan söz etmişken, bunu varoluşçuluk, yabancılaşma ve postmodernizm üzerinden ele almak, hem söz konusu eseri daha derinden tahlil etmemizi, hem de çalışmamızı, yerinde birkaç cümleyle sonlandırmamızı sağlar, diye düşünüyoruz. 20.yüzyıl sonlarına doğru kuvvetlenip şimdiki yüzyılda birey-toplum ve birey-öz arasında temel bir varoluş sorunu haline gelen “yabancılaşma” duygusu da Bin Hüzünlü Haz’ın tematik temellerinden birisini oluşturur. Diyebiliriz ki roman, Alaaddin ve Anlatıcı’nın yabancılaşmasına tanık olarak başlar ve bu yabancılaşma bir rüya, hayal, masal ve yer yer kabus ortamına yerini bırakır. İlk bölümdeki şehir arka planının verdiği tedirginlik, Anlatıcı’nın sokaklara inip Motel ROM’a gittiği ve burada geçirdiği sahneler, bu devrin okuyucusunun rahatlıkla anlayabileceği “kalabalıktaki yalnızlık, kendine yabancılaşma, şehre yabancılaşma, topluma yabancılaşma” gibi duyguları ortaya koyabilmektedir. Bu yabancılaşma öyle büyümüştür ki birey, toplum ve şehir eksenindeki mesafesini zamanla kendi özüyle arasında da hisseder ve romandaki yerini alır. İşte bu noktada devreye postmodernizmin çoğulculuk, üstkurmaca ve metinlerarasılık unsurları girer.
Bir nevi varoluşçu yaklaşımla bu yaklaşımın özündeki “yabancılaşma” içindeki yazar, o şehrin gecesinde ve günlük hayatında olanları okuyucuya getiriyor, hem de bu tedirgin edici, uzak imgelerin özünü boşaltarak kendi içindeki hislerle dolduruyor. Bu bağlamda yazarın amacı olan “Ne anladığın değil, ne hissettiğin önemli” fikri de bir kez daha gerçekleşiyor.
Bin Hüzünlü Haz Türü Hakkında
Motel ROM isimlendirmesi ve ileriki bölümlerde karşımıza çıkan “orman” mekanı ile ilgili, kaynaklardaki bir başka bakış açısı da iki ismin birleşerek “roman” kelimesini çağrıştırdığı yönünde. Orman ve içindeki masal unsurları ile şehirdeki motel imgesinin doğu-batı, geçmiş-bugün, kökler-köksüzlük gibi çatışmaları temsil ettiği ihtimalini göz önüne alırsak varoluş kaygısı ve yabancılaşma duygusunun romandaki yerini daha iyi anlamış oluruz. Romanın 7.bölümünde atıfta bulunulan İstanbul’un fethi de, fethetmek için verilen uğraşları bir savaş sahnesiyle okuyucuya getiren eserde, bugüne gönderme yaparak hem toplum ve insanlara, hem de kapitalizme bir eleştiri ortamı oluşturulur.
“Bunca taşkınlık sırasında bu çapulcular, yüzyıllar sonra şehirde, kırmızı kurdela kesimleri, yan yana sıralanmış gösterişli çelenkler, yalan gülücükler, cıvık şakalar ve kabarıp kabarıp yükselen bol alkışlarla dolu şatafatlı törenlerle açılmış olan alacakaranlık barlara, büyük alışveriş merkezlerine ve oto galerisi, emlak şirketi, gece kulübü ya da banka şubesi gibi çeşitli yerlere de girip çıkmaktadırlar belki ama bu oradakilerin pek umrunda değildir.”[14]
Her biri fantastik, hayali özellikler sergileyen bu unsurların içine, 6.bölümün geçtiği mekan olan “orman” içerisinde masalsı özellikler de eklenerek, metinlerarası unsurların da romana girmesini ve romandaki arayış ve imge ortamını kalabalıklaştırmasını sağlar. Bu bölümde Hansel ve Gretel’den Kafka’nın Gregor Samsa’sına, Kırmızı Başlıklı Kız’dan Don Kişot’a ve Kırk Haramiler’e kadar pek çok kahraman ile bir roman kişisi olarak karşılaşırız.
Ancak ne olursa olsun, tüm bu kalabalığa, metinlerarasılığa ve çoğulculuğa rağmen romanın o en dibine ya da en zirvesine varamayız. Zira önümüzde, metnin kahramanının yine metin olduğunu savunan bir yazar vardır. Yazar-Anlatıcı, romanın sonuna doğru artık adeta tamamen romanı yazan insan gibi çıkar karşımıza ve bizi yine Brecht tarzı bir üslupla, elimizdekinin bir kurgu ve bizim de bir okuyucu olduğumuz konusunda uyandırır:
“Hikâyenin bütünlüğü daha fazla çözülmesin diye, bu bölümde de boş bırakılmış birkaç sayfa tadı bulunsun istiyorum çünkü ve böylece hikâye, bir süre de olsa benliğimin sınırlı bakışından kurtulup rahat bir soluk alabilsin, kendisi kalabilsin, ya da anlatmakla ben onu bir yandan yaşatıp bir yandan öldürüyorsam bu güzel günahın birazı da sizin olabilsin istiyorum”[15]
Çalışmamızın sonuna gelirken, tüm bu anlattıklarımızı bir araya getirip, postmodern bir romana uyarak ters kurgu ile en başa, romanın adına dönebiliriz. Şu ana kadar bahsettiğimiz, söz konusu eserin bir yok-anlama vurgu yaparak ve yazarın da romanın kahraman olduğu bir roman yazma yoluyla bu vurguyu güçlendirerek belirlediği Bin Hüzünlü Haz isimlendirmesi, hiç kuşkusuz bir anlam bulmak ve yaratmak için yola çıkan tüm yazarların, yolda seyir halindeyken aldıkları “haz”a karşılık, o anlamın en dibine veya en zirvesine ulaşamamaları nedeniyle hissettikleri “hüzün”e gönderme yapılarak oluşturulmuştur, diyebiliriz. Romanın bütünü gibi, ismi de yazma eyleminin ve yazılanın kendisinden bahsetmektedir.
Hasan Ali Toptaş, Bin Hüzünlü Haz · Sonuç Yerine
Sözün kısası, Hasan Ali Toptaş Bin Hüzünlü Haz eseriyle, tüm eserlerinde amaçladığını mevcut söyleşilerde dile getirdiği, alışılagelmiş romanlardan birini yazmama amacını gerçekleştirmiştir, demek yanlış olmaz. Roman tekniği, dil ve üslubu, kurgusu ve okuyucu-roman ilişkisi açısından bir bakıma ezber bozan bir roman olarak Bin Hüzünlü Haz, gerek postmodern unsurların kullanım şekli, gerek romanın bir yok-anlam ile kurulmuş olan tematik altyapısı, gerek kurgusundaki “helezonik” akışı ve gerek dil ve üslubundaki şiirsel ritm ile hem kendi dönemi içerisinde, hem kendinden önceki dönem eserleri göz önüne alındığında özgün ve özel bir alan yaratıyor kendisine…
Yıldız Ecevit’in eserin arka kapak yazısında alıntılanan “…gecikmiş Türk romantizminin başyapıtı” ifadesine ek olarak söylemek uygun düşer ki Bin Hüzünlü Haz, gecikmiş bile olsa hem romantizm, hem de yazarının tarzı itibariyle, alışıldık romanların dışına çıkmayı başararak, aynı şeyi başarmak isteyen yazar ve yazar adayları için de güçlü ve açıkçası ulaşılması da epey zor bir örnek olma özelliğine sahip.
KAYNAKÇA
ÇAĞLAR, Aziz. “İnsanın Issızlığının Romancısı: Hasan Ali Toptaş” Gösteri Dergisi, Mart 2000
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-134609
http://dipnotkitap.net/OYKU_ve_NOVELLA/Bin_Huzunlu_Haz.htm
TOPTAŞ, Hasan Ali, Bin Hüzünlü Haz, İletişim Yayınları (4.Baskı), İstanbul, 2012
TÜRKER, Elif, “Hasan Ali Toptas Romanlarında ‘Belirsizliğin Bilgeliği’:Bir Okuma Önerisi”, Yüksek Lisans Tezi, Türk Edebiyatı Bölümü-Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2009
YILDIZ Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yay., İstanbul, 2002
[2] Yıldız
Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletisim Yay., İstanbul, 2002
[3] A.g.e.,
s.17
[4] http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-134609
[5] A.g.e.,
s.62
[6] TÜRKER,
Elif, “Hasan Ali Toptas Romanlarında ‘Belirsizliğin Bilgeliği’:Bir Okuma
Önerisi”, Yüksek Lisans Tezi, s.21
[7] Çağlar,
Aziz. “İnsanın Issızlığının Romancısı: Hasan Ali Toptaş” Gösteri Dergisi, Mart
2000
[8] A.g.e.,
s.5
[9] A.g.e.,
s.52
[10] TÜRKER,
Elif, “Zavallı Okur”, Kaçak Yayın Dergisi, Ağustos,2006
[11] A.g.e.,
s.47
[13] http://dipnotkitap.net/OYKU_ve_NOVELLA/Bin_Huzunlu_Haz.htm
[14] A.g.e.,
s.98
[15] A.g.e.,
s.126
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)