“Stranger Things, klişeleri doğru bir anlatım diliyle kullanarak sürükleyici bir hikâye yaratmayı da başarıyor.”
Eğer bilim kurgu/gerilim türlerinde yapılmış bir dizi, hem de bir dönem dizisi olduğu iddiasıyla izleyicinin karşısına çıkıyorsa, esinlendiği, göndermeler yaptığı dönemin yapıtlarına selam duruyorsa, bu, o diziye bir şans vermemiz için yegâne unsur mudur? Ya da o dizi ancak hareket alanını bu seçeneklerle biçimlendiriyor ise mi ilgi alanımıza girecek?…
Hawkins Kasabası
6 Kasım 1983’de Indiana’nın Hawkins kasabasında yaşayan Will Byers adlı çocuğun kaybolmasıyla başlıyor hikâye. Bu kayboluş, hikâyenin çekirdeğini teşkil ederken, bahsi geçen dönem yapımlarına referans ve göndermeler de bu temanın etrafında gelişiyor. Dizi, tür açısından gerilim, fantastik ve doğaüstü olarak nitelenirken tam da bu türlere, yazar Stephen King’in romanlarında yakaladığı atmosfere yakın bir anlatımla yakınlaşıyor. John Carpenter’ın Thing adlı filminden Steven Spielberg’ün E.T’sine The X-Files’tan Twin Peaks’e, Fringe’ten Friday the 13th gibi slasher yapımlara kadar uzanan bir yelpaze ile öykündüğü pek çok görsel motifi, hikâyesinde birbirine tutkallıyor Stranger Things. İzleyiciyi karşı karşıya getiren bir durumu da sorunsallaştırıyor dizi.
Babalar Nerede?
Ancak dizinin başarısı sadece kendinden önceki yapımlara, yaratmaya çalıştığı dönemin/80’lerin argümanlarına bağlı kalışı değil elbette. Bir kayboluş hikâyesi ile oluşum metni de yaratıyor. Ancak kahramanlar, bu sezonun eksik kalan dramatik yapısının yoksunluğu sebebiyle büyük sınavlarla aydınlanmıyorlar, dönüşmüyorlar. Onlara güç katacak önemli karakter yapılarının altını çizmiyorlar. Bu gerekli mi peki? Doğaüstü, gizem ve korku türlerinde bir diziyle karşı karşıya kaldıysak, en azından hikâyenin bizi baştan çıkaracağı o ilk anda değil. Ancak bununla birlikte bazı önemli açılımları da yapmaya çalışıyor Stranger Things. Zira bahsettiğimiz bu türler aslında sosyal okumalara da imkân tanıyan esnekliğe sahip. Dizide genel olarak hayatlarına yakından tanıklık edebildiğimiz üç aile var. Tek başına yaşamasına rağmen bir zamanlar bir aileye sahip olmuş olan Şerif Jim Hopper, Byers’lar ve Wheeler ailesi. Ancak üç ailenin de ortak noktası bir baba(sızlık) teması etrafında toplanması. Evet, Wheeler ailesinin babası o evde ve ailesiyle birlikte yaşıyor ancak bir çeşit kastrasyona uğramış ve gücünü yitirmiş bir baba modeli bu. Şerif Jim Hopper’ın trajik hikâyesine ilerleyen bölümlerde tanıklık ediyoruz, bir ailesi var ancak baba figürü olarak Hopper, ailesini bir çatı altında tutmaya muktedir değil. Byers’ların babası ise tam bir hayal kırıklığı, üstelik oğlunun kaybolmuş olması bile onu bu kaosu çözmede etkin bir pozisyona getiremiyor. O hem var ve aslında hem de yok. Onun yokluğu bir rol ikamesine sebep oluyor, ailenin baba figürü rolünü abi Jonathan üstleniyor. Keza süper güçlere sahip olan 11’in babası/bir çeşit hami! Dr. Martin Brenner da korkutucu tekinsizliği ile belki de 1980’lerin politik ortamını özetleyen bir resmi çiziyorlar izleyiciye. Böylece Amerika’nın orta sınıf aile değerlerinin de bir rüyadan öte olmadığı gerçeği “yabancı”nın ziyaretiyle daha da görünür hâle geliyor.
Bir İmge Olarak “Yabancı”
Yabancı, şey, yaratık, Amerikan sinemasının bir cinsellik metaforu olduğu kadar öteki/dünyanın geri kalanı olarak da imgeleşebiliyor. Stranger Things, gençlere musallat olan kötü/tekinsizin bir tezahürü olarak yaratıktan yana nasibini alıyor. Isolation tank’ta alternatif evrenlerin kapılarını aralamaya çalışan Dr. Martin Brenner bu anlamda emperyal bir arzunun da göstergesine dönüşüyor. Onun, kötülüklerin kutusunu açan bir temsiliyeti var, fakat bir karakter olarak ne kartonlaşıyor ne de derinleşiyor. Bu sezonda görevi, tehlikeli sularda gezmenin sarhoşluğunu doyasıya izleyiciye tattırmak, bunda da başarılı oluyor Brenner. Ancak dizi öykündüğü slasher yapımlardan farklı olarak-her ne kadar yadırgatıcı birkaç sahnenin varlığı söz konusu olsa da- gençlere başarma, hayatta kalma, mücadeleyi kazanma duygusunu yaşatıyor. Nancy’nin kötü huylu erkek arkadaşı Steve, sezonun sonunda daha iyi bir insan olma yolunda çabalayacağı yönünde bir umut veriyor ve öte yandan kötü çocuğun, iyi bir âşık olarak kalması hiç değilse birinci sezonda muadillerine nazaran ezberi bozan bir yaklaşım.
Üstelik Nancy ile seks yaptıkları için onları cezalandıran bir Amerikan ahlakı ya da tepelerinde bekleyen bir Michael Myers da yok… Bu anlamda 1980’lerin Amerikan gençlik dizi ve filmlerinin “sakın ha evde yalnızken sevişmeyin, yalnız değilken de sevişmeyin” mottosu, Stranger Things’te kendi yolunu bulup akıyor ve daha cesaretli bir şeyler söylüyor izleyiciye. Yabancı, dışarıdan gelen, yani yaratık, hem ona sahip olma arzusu ile Amerikan ideallerini temsil ediyor hem de neye benzediği ile ilgili detaylar bir süre sonra önemini yitirerek, küçük bir Amerikan kasabasında ne aile, ne bağlılık ne de taşra dayanışmasını yıkmaya gücünün yetmeyeceğinin de göstergesi oluyor bu anlamda.
Esra Ertan. 1974 istanbul’da doğdu. Mimar Sinan Ünv. Ortaçağ kültür tarihi kürsüsünde yüksek lisansını tamamladı. 221b,Sabitfikir, Edebiyathaber, K24 gibi mecralarda yazılar yazıyor.Halen öğretmenlik yapmakta ve İstanbul’da yaşamaktadır.