“Gökyüzündeki zamanı bul. Gökteki özgürlüğü yakala. Dünya durdukça gökyüzüne bak, daima yıldızlara uçabilecek kiloda olacaksın.”
Gözlerimi duvarda asılı olan tabloya açtım. Tanımadığım ama huzur duyduğum bir yataktaydım. Duvarlar, çarşaf, komodin ve parkeler beyaz renkli, diğer eşyalar hardal ve yeşil tonlarıydı. Tablodaki resim tanıdık geliyordu. ‘onu ben yaptım’ dedim içimden. Eve yabancı olduğumdan tabloyu benim yapmış olmam imkansızdı. Yine de bu tuvali anımsıyordum, çelişki duyuyordum… Odada yatak, hardal rengi berjer, sırları dökülmüş bir ayna ve yelkovan ile akrebi olmayan neredeyse duvar boyunda bir saat vardı. Saat oldukça tuhaftı; içinde hayat çizgisi vardı, yukarı çıkıp iniyor ve daha önce rastlamadığım şekiller çiziyordu. Zaman yukarıdan akıyordu bu odaya…
Yatağın sol tarafından kalktım. Benim için yere terlik koyulmuştu. Üstümde boynuma kadar kapalı, önden fermuarlı beyaz bir elbise vardı. Yalnızca ellerimi görebiliyordum. Saatteki şekiller ile ellerimdeki dövmeler aynıydı. Tabloya doğru ilerledim. Büyükten küçüğe iç içe geçmiş tuvallerden oluşan bir tabloydu bu. En küçük tuvalin içinde yani tam ortada; ellerini aşağı doğru açan, saçsız bir kadın yukarı doğru bakıyordu. Ellerinde benimkiler gibi dövmeler vardı! Gözlerimi kapattım, içimden 5. tuvalin mavi olduğunu düşündüm. Gözlerimi açıp dıştan içe 5. tuvali saydığımda doğruydu, mavi renkti! Bu tablo benim eserimdi… ama kadını ben çizmemiştim. O, daha ustaca yapılmıştı. Tanrı çizmişti sanki, kadını tuvallerin içine hapsetmişti. Burası neresiydi?
Sırlarını açığa vuran aynada saçları bir günlük olan biri bana bakıyordu. Tüm bunlar olurken sakindim. Sanki biri beni bilgisayar oyunu gibi yönlendiriyordu. Aynaya yaklaştıkça kadın da beni inceliyordu. Bu yüz benimkinden çok farklıydı; ince ve uzun bir surattı, dudakları daha belirgindi, gözlerindeki açık mavilik okyanusun derinliklerini siyah nokta ise okyanusun tehlikelerini andırıyordu. “kimsin sen? ” dedim. O da bana aynı anda aynı soruyu sordu. Bilmiyordum! Nerede ve kim olduğumu bilmiyordum!
Zil çaldı. Odadan çıkınca sol tarafta küçük bir salon vardı, eşyalar antikaydı. Üçlü koltuk, eski bir radyo, şamdanlar, desenli halı, üstünde kitapların bulunduğu bir masa, boş ve dolu çok sayıda tuval… Gerekli eşyalar ve gerekli düşüncelerle döşenmiş sade bir salon… Zil tekrar çaldı, ardından da “ciurrier.” diye seslenildi. Fransızcam olmadığı halde posta geldiğini anladım. Kapıyı açtığımda beyazlar giyinmiş postacı gülümseyerek bana zarfı uzattı. “merci” diyerek kapıyı kapattım. Zarfın üzerinde sadece Clasina Maria yazıyordu. Burnuma toprak kokusu ve ağzıma da toprak tadı geldi birden. Mide bulantısı hissettim. Kahve yapmalı ve bu ekşimsi hissi kahve kokusuyla bastırmalıydım. Zarfla mutfağa gittim görünürde hiç bir şey yoktu. Ocağın altını yakıp kahveyi ve bardağı aradım. Her şey dolapların içine konmuştu, göz aşinalığı yüzünden çürümesin diye… Kahveyi alıp mutfak masasına oturdum.
Kulağımı sağır eden bir patlama duydum aniden. Ağlamalar duyuyordum, birileri bir ad söylüyor ve ağıt yakıyordu. Ellerim zarfı açarken gözümün önünde cehennem kalabalığı yaşanıyordu. Mektubu açtım ve o an az önce oturduğum masaya geri döndüm. Okumaya başladım:
“1877 yılında Francois adlı bir ressamla birlikte yaşadın. Sen ona deli gibi aşıkken, o sende özgürlüğün yolunu arıyordu. Sana bildiği her şeyi yavaşça öğretti. Özgürlüğün bilmekten geçtiğini biliyordu. Senin de özgür olman için sana kitaplar okudu, fırça ve tuval aldı, yemekler yerine şairlerin hayatlarını masaya koymanı istedi. Bilge olabilmen için elinden geleni yaptı. Ve sonunda sana öğretmesi gereken kendi bilgisi bitti. Kendine yeni hayatlar araması gerekiyordu. Senden aldığı aşkla aşk hayatını tamamlamıştı, öğrenmesi gereken tanrı özgürlüğüydü şimdi… 1877 yılının Haziran ayında bir gece senin yaptığın tablonun ortasına seni çizdi. Ellerine de sana mesajlar bırakarak bu evden gitti. Ve sen… mesajları kendi ellerine çizerek anlamlarını aradın. Fakat içindeki aşkın dumanı gerçeği görmene engel oldu. 2 ay boyunca ellerini yıkamadın, Francois çizdiği özgürlüğü anlayamadın. Özgürlüğü ellerinde tutamadın ve o yılın ağustosunda, yaşınla aynı gecede, baldıran otlu çay içip intihar ettin. O hayatını orada kestin.
Birkaç gün önce, 2016’da Türkiye’de patlama oldu. Sen de o patlamada öldün. Bedenin toprağa karışana kadar burada, uyandığın yatakta uyudun. Seni 3 saat önce onların inandığı şekilde gömdüler. Şimdi bu hayatı bitirme zamanı… 29 yaşında intihar etmiştin. Şu an da 29 yaşındasın. Yıl 1877… kaldığın yerden devam edeceksin. Francois giderken sana bıraktığı mesajı anlayacaksın. Ellerindeki özgürlüğü bulacaksın. Senin ellerine çizdiği kaderi okuyacaksın… Francois aradığı özgürlüğü buldu ve bunu senle paylaşmak için tekrar gelecek, bu eve ilk giren o olacak.
Gökyüzündeki zamanı bul. Gökteki özgürlüğü yakala. Dünya durdukça gökyüzüne bak, daima yıldızlara uçabilecek kiloda olacaksın…”
Mektup bitti. Demek ölüm buydu, hayatlar arası geçiş… Nereden başlamam gerektiğini düşünmeliydim. Balkon kapısı açıktı, içeri gri renkte bir yavru kedi girdi. Ayaklarımın dibinde durup gözlerime baktı. Kucağıma aldım. Gözlerinin içi gülüyordu sanki. Mektuba takıldı gözüm. Kediyi kucağıma alırken masaya çarpmıştım ve kağıda kahve sıçramıştı. Damlanın sıçradığı bölümde ‘ …eve ilk giren o olacak. ‘ yazıyordu. Francois’a sarıldım ve “Bienvenue” dedim…

Kadın, feminist, sakat, Atatürkçü… 2017’de 31 yaşına giren. Yazmayı öğrendiğinden beri yazan. Babasına benzeyen, annesinin soyadını kullanan. Sözel bölümünden mezun. İlk olarak kendi sayfasında yazmaya başlayan. 2013’den bu yana www.kalemkahveklavye.com kültür sanat ve edebiyat sitesinde hikaye ve şiir pişiren ve çeşitli fanzinlerde yer alan. Pulbiber mahallesine uğrayan. Çok okumayı seven, arada hiç okumayan, güzel sesli insanlara şiir okutturan. Rock dinleyen, Sylvia Plath’a özenen, Van Gogh ile arasında bağ olduğuna inanan ve bütün sokak kedileriyle konuşan ve ilk kitabını yazan.