Tom McCarthy’nin Jaguar Kitap tarafından Çiğdem Erkal İpek çevirisiyle yayımlanan romanı “Kalan” üzerine…
Tom McCarthy’nin “Kalan” adlı romanı ilk yazıldığı zamanlarda pek çok yayınevi tarafından reddedilmiş fakat bir süre sonra Paris merkezli bir yayınevi onu yayımlamayı kabul etmiş. Çok geçmeden hakkında yazılan övgü dolu bir kritik yazısıyla da dikkat çekmeye başlamış. Benim yadırgadığım şey, İngiltere’deki belli başlı yayınevlerinin bu romanı yayımlamayı neden reddettiği. Çünkü Otomatik Portakal’ın Alex’ine yakın, iddialı bir anti-kahraman kazandırmış edebiyat dünyasına.
Anti-kahraman dediysek, bizim kahramanımız, Alex gibi salt kötülük amaçlı yapmıyor eylemlerini. Alex şiddeti yaşamayı ve yaşatmayı sevip “iyi bir insan olmanın korkunç olabileceğini” söylerken bizim kahramanımız iyilik-kötülük kavramlarını sorgulamıyor. Alex, eylemin oluşturduğu kötü sonuca odaklanıp bundan memnuniyet duyarken bizim kahraman “süreçten” keyif alıyor. Sonucun iyi ya da kötü olabileceğini düşünmüyor bile. O zaman ona neden ve nasıl anti-kahraman diyebiliriz? Ne yapıyor bu kitapta bu adam?
Başından bir kazanın geçmiş olduğunu ve kendisine sekiz milyon pound gibi yüklü bir tazminat ödendiğini biliyoruz. Kazanın ne olduğu ise belirtilmiyor. Kahramanımız bu kazada büyük oranda hafızasını yitirir. Tedavi sürecinde çok çetin günler yaşar. Geçmiş ise, zihninde boz bulanık bir göl gibidir.
Kahramanımız bir gün davetli olduğu bir evdeki banyoda bir duvar çatlağının onu geçmişine götürdüğünü hisseder. Bir apartmanı ve onun sakinlerini yavaş yavaş hatırlamaya başladığını fark eder, bölük pörçük de olsa. Artık çok parası olduğu için aynı zihnindeki apartmanı oluşturmaya, apartmanın sakinlerini yeniden canlandırmaları için uygun insanlar bulmaya karar verir. Kendisine bu konuda yardım eden kişilerle yoğun çalışmalar sonucu apartman ve sakinleri vücuda getirilir. Fakat kahramanımızın bir şartı vardır: Her sakin, hatırladığı hareketleri sürekli yineleyecektir, şaşmadan, aynı şekilde; komşulardan bir kadının sürekli ciğer kızartması, bir diğer komşu piyanistin hatalı da olsa sürekli piyano çalması gibi. Öyle detaylı çalışılır ki, hareketler kusursuz şekilde yinelenir. En başta hafızayı canlandırmak amacıyla bu işe girişilmişken, sonradan aynı sahnelerin eksiksiz tekrarlanması kahramana tarifsiz bir haz vermeye başlar. Muhtemelen kahraman bu yeniden canlandırmalarda kendisini tanrı gibi hissetmektedir çünkü o “Olsun!” der ve olur. Apartmanda sürekli tekrarlanan sahneler dışında kahramanımızın bu tutkusu dışarı da taşar. Dışarıda gerçekleşen çok sıradan denebilecek olayları, eylemleri de tekrar tekrar canlandırtmaya başlar. Adeta play tuşuna basar, hareketler başlar; stop tuşuna basar ve her şey durur. İşte bu tekrarlanan sahneleri izlerken duyduğu coşkuyu görünce, kahramanın obsesif bir vaka olduğunu sezmeye başlar okur. Ancak bu obsesyonun kimi oyuncuların -kahraman “oyuncu” yerine “yeniden canlandırıcı” demeyi tercih ediyor- kazara ölümüyle sonuçlanması karşısında kahramanın bunu hiç önemsememesi, sadece duyduğu coşku ve hazza bakması; ölümle sonuçlanan yeniden canlandırma için neşeyle “Harikaydı!” yorumunu yapmasıyla onun aklını kaçırmış olduğuna kanaat getirmesi de zor olmaz okurun.
Roman sıra dışı bir kahraman yaratmakla birlikte havada kalan birtakım noktalara da sahip. Evet edebi eserlerde bu sonlanmama, açık uç durumu okur için cezbedici olabilir fakat bilinçli yapılırsa cazibe taşır. Bu romanda ise kimi bilinçli kimi ise çok ayırdında olmaksızın yer alıyor izlenimi yaratıyor.
Sözgelimi, kahramanın hatırladığı o apartman hayatı gerçek miydi, yani gerçekten kazadan önce yaşadığı yer miydi? Kendisi şüphe duysa da bu, okura sezdirilebilirdi. Bir süre sonra geçmişini hatırlamaya çalışmaktan neden veya nasıl bu kadar kolay vazgeçti? Ayrıca romanın sonunun da genel atmosferinin yanında sönük kaldığı kanaatindeyim. Çünkü okuma esnasında sonuca dair beklenti büyüyor. Bunlar rahatsız edici havada kalışlardı. Kasıtlı olarak açık uçlu bırakılmış olmalarından ziyade yazı faaliyetinde yeterli tecrübeye sahip olunmadığından romanda yer aldıkları hissediliyor -en azından bana öyle hissettirdi. Öte yandan kimi havada kalışların ise bilinçli yapıldığı düşünülüyor ki işte eserlerde okur ya da izleyici için asıl çarpıcı olan bu. Taxi Driver’daki Travis misali, kahramanımız, anlattıklarını acaba gerçekten yaşadı mı yoksa hepsi zihninin ona oynadığı oyunlar mıydı, okur şüpheye düşüyor. Çünkü birkaç yerde bu şüpheyi besleyecek noktalar mevcut. Daha kitabın başında Kahraman diyor zaten: “Hafızamı yitirdim, parça parça hatırladığım şeyler gerçek mi yoksa uyduruyor muyum,” diye. Roman ilerledikçe çığırından çıkan olayların gerçekliğinden şüpheye düşmemizin sebebi olarak, kahramanımızla evsizin diyaloglarını gösteriyorum, bu kitabı okuyacak okurlara. En iyisi okuyunca kendiniz karar verin.
Roman şunu da düşündürüyor okura; paran varsa herkes etrafında pervane olur, isteklerinin ya da yaptıklarının saçmalığını, anlamsızlığını sorgulamaz, sadece itaat eder, Naz ve Annie’nin yaptığı gibi.
2001’de yazılıp 2005’e kadar basılmayı bekleyen, bizde de çevirisi yeni yapılan bu kitap, geç kavuşulan bir güzellik.
**
İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi, aslen edebiyat öğretmeni. Bunun yanında edebiyat, kültür-sanat odaklı bir dijital platformda ve zaman zaman çeşitli gazete ve edebiyat dergilerinde kitap kritik yazıları yazdı. Şimdi ise kalemkahveklavye.com’da buna devam ediyor.