Aristo’nun söylemiyle, politikon zoon olan insan; yani siyasal-sosyal bir varlık olan insan, yaşamını sürdürmesini toplumsallığına borçludur. İçinden geçtiği zamanın, coğrafyanın ve ait olduğu toplumun etkisi altındadır.
Öyleyse öncelikle, içinde yaşadığımız zamanın oluşturduğu topluma ve onu oluşturan koşullara şöyle bir göz atalım.
İnsan, ilerleyen bilim ve tekniğin etkisinde, değişen üretim anlayışıyla, ihtiyacının ötesinde, “üretmek için üretime” yönelmiş, bunun sonucu olarak da yapay ihtiyaçlar yaratılmıştır. Bu yapay ihtiyaçlar doğrultusunda maddi tüketime gereğinden fazla ağırlık verip yaşamının tek amacı haline getirdiğinden doğayla ve hayatla olan bağını yitirmiş, kendisiyle yabancılaşmıştır. Her şeyi metalaştırarak kendi yarattığı nesneye de yabancılaşmıştır. Yabancılaştığı ürünlerle arasındaki bağı satın almayla sağlamaya çalışmış bu kısır döngüde, “tüketim” yaşam felsefesi haline getirilmiştir.
Aşırı üretim ve yapay tüketim, zamanımızda öyle boyutlara varmıştır ki insan sadece kendi sonunu değil, dünyanın da sonunu getirecek iklimsel felaketlerle birlikte, kitlesel imha ve yok oluş süreci yaşamaya başlamıştır.
Bütün bu olumsuz tablonun en olumsuz yanı da paylaşımdaki adaletsizliktir.
Paylaşımın adaletsizlikle artık sadece vahşet, yıkım, talan ve felaketlerin hâkim olduğu bir evrende kaybolmanın korkusuyla, derin coşkular yaşama, bu coşkunluğun getirdiği sevinç, üzüntü ve mutluluk duyma yetimizi kaybettik.
“Bireyselleşme” söylemiyle toplumdan ve dolayısıyla yaşamdan uzaklaştırıldık.
“Paylaşmak” gibi yaşama anlam katan toplumsal bir kavramı kaybettik.
Hiç olmadığımız kadar yalnızlaştırıldık, bunu kabullenmek için de bencilleştirildik.
Ağırlaşan yaşam koşullarıyla başa çıkmak için, alış-veriş, tüketme, unutma gibi sahici olmayan seçeneklere mahkûm edildik.
Doğaya, kendimize, emeğimize yabancılaştırıldık, yarattığımız nesnelerin kölesi olduk. Kölesi edildiğimiz nesnelere ulaşmak zorlaştıkça karamsarlığa düştük, yaşamımızı hiçliğe mahkûm ettik, ölüm kutsallaştırdık.
Artık kaygı ve korkularımızdan bunalan, şizofrenik başkaldırılarla kendimize ve çevremize zarar veren, tedirgin bir yaşam tarzına mahkûm olduk.
Elimizde bizi umutlandıran, iyileştiren, direnme ve savaşma gücü veren tek silahımız sanattır.
“Sanatçı dünyayı yeni bir biçimde duyan kişidir,” diyor Troçki.
Doğayı, toplumu ve kendini değişikliğe uğratabileceğinin bilincinde olan insanın, yaratılarından biridir sanat. Bu yaratı sürecinde yarattığı eserlerle kendi gördüklerini ve bilincine kattıklarını çevresiyle de paylaşan insandır sanatçı.
Şimdiyi ve geleceği gösterir. Bunu yaparken de insanda kendini aşma isteği ve bilinci de uyandırmış olur.
Olaya edebiyat açısından bakarsak; edebiyatçı tarih bilinci ve felsefesiyle, içinde yaşadığı toplumu gözlemleme, çözümleme ve yorumlama becerisini ne kadar derinleştirirse ve okuyucusunda da ne kadar kendini aşma isteği ve bilinci uyandırırsa o kadar iyi eserler dile getirir.
Bir yazar; okuyucusuna, şimdiyi ya da geleceği idealize etmeden kendisini aşması gerekliliğini duyurabiliyorsa, iz bırakıyor ve eserleri hep hatırlanıyor demektir. O yüzden de içinde yaşadığı çağın gerçeklerini bilmek ve gelecekle ilgili öngörüde bulunmak sanat için, özellikle toplumcu sanat için gereklidir. Bu anlamda da sanatın görevi yatıştırmak ya da bastırmak değil tedirgin etmektir.
Bireycilikle toplumsallık arasında sıkışan insanın sarıldığı direnme ve iyileşme aracı olan edebiyatın bu ihtiyaca cevap verebilmek için gerekli olanı Brecht’ten bir alıntı yaparak söylemek isterim. Diyor ki büyük usta; “Hem sanatın gereklerini yerine getirmek hem de halkımızın bozulmamış ama bir yana itilmiş geleneklerinden onlara yeni bir nitelik kazandıracak biçimde yararlanarak eser vermek her sanatçının kendi ülkesinin özel şartları ile belirlenen bir çaba ve ödevdir.”
Günümüzde de işleyen diyalektik süreçte, Kapitalizm’in metalaştırdığı ve piyasalaştırdığı sanat, gelip geçiciliğe, kendini tüketmeye başkaldırıyor. Piyasaya teslim olmayan, kendi bilincini yaratan yeni sanat yapıtları üretebiliyor. Önemli olan bu yapıtların görünürlüğünü mümkün kılmak. Popüler isimlerin gölgesinden kurtarmak. Saldırılardan ve kıyımlardan korumak.
Gerçekçi yaklaşımla, popüler piyasanın baskısından uzak, toplumu dönüştüren, acıtan, yokluğunun ve sıkıntılarının kaynağına ışık tutan bakış açısıyla yazılan yapıtlara çok ihtiyacımız var. Böyle yapıtların çokluğunda okuma oranının da artacağına inanıyorum.
Görsel: The Sob” | David Alfaro Siqueiros (1939)