Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde · Nobel ödüllü yazar Olga Tokarczuk’un kitabı Timaş Yayınları ile Türkçede yayımlandı. Kitabı Koray Sarıdoğan inceledi.
“İnsanların bu kadar uzakta yaşamasına izin verilmemeli,” demişti ön kapıda.
“Dünyadan böyle saklanarak ne elde ediyorsunuz ki? Her şekilde sizi ele geçirir o.” (s.103)
Kitaptan aldığım bu pasaj, Kafka’nın sözünü hatırlatıyor: “Dünyayla arandaki savaşımda, dünyanın yanında ol.” Parçası olduğumuz medeniyetin ve bugünün dünyasının akla ilk gelen bütün sorunlarının ilk sebebi bu iki alıntıda gizli belki: Dünyayla, dolayısıyla kendimizle ve birbirimizle savaşımız… Bu savaşın sonu başından belli; doğaya, dünyaya, bizim dışımızdaki canlılara kuracağımız tahakküm ve bunun için vereceğimiz binlerce yıllık zarar bu sonucu değiştirmeyecek, sadece bizi daha suçlu, daha kirli yapacak üstelik. Dünyaya karşı koyamayız, doğaya da… Üstelik böyle bir mecburiyetimiz de yok. Kaldı ki kitaptan yaptığım bu alıntıda “dünya” diye bahsedilen, insanlığın ta kendisi. Oysa dünya biz olmadan da vardı ve var olmaya devam edecek. İşte tüm bu aşırı ciddi ve sıkıcı cümlelerle anlatmaya çalıştığım ama bir şeyleri eksik bırakmamayı başaramadığım bu mevzunun üzerine kurulu anlatacağım kitap.
Türkçeye kazandırılan ilk kitabı Gündüzün Evi Gecenin Evi‘nin basım tarihi 2004 olsa da Türkçe okurunun Olga Tokarczuk‘la kaynaşması asıl 2018 sonrasında gerçekleşebildi. 2018’de Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun, 2019’da ise 2018’in Man Booker Ödülü’nün sahibi olan Koşucular okurla buluşmuştu. Hemen ardından, geçtiğimiz yıl açıklanan 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan yazarla yeni buluşmanın adresi ise Timaş Yayınları oldu. William Blake’den mülhem adıyla Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde raflardaki yerini aldı.
Çekya ile Polonya’nın arasında bir Polonya köyündeyiz. Sınıra çok yakın, tıpkı birazdan tanışacağımız kahramanımız gibi. Anlatıcının ifadesiyle “hiç bitmeyen bir gün batımında yaşamak” gibi burada yaşamak. William Blake çevirileri ve yıldız haritaları yaparak zamanını geçiren, yazlıkçıların evlerine uzun kış boyunca göz kulak olmak gibi bir uğraş edinen, insanlardan ziyade hayvanlarla ve doğayla yakınlaşmayı tercih edişi, yalnızlığı, kimi tavırları nedeniyle tuhaf biri olarak görülen yaşlı kahramanımız Janina’dan dinliyoruz olanları -ki bu isim yerine soyadı olan Duszejko’yu tercih ediyor.
Onun garipsenmesine neden olan yalnızlığı bir tercih; üstelik uzun deneyimlerin ardından gelmiş, emin olunan bir tercih.
Boros’un varlığı bana biriyle yaşamanın neye benzediğini hatırlatmıştı. Ve ne kadar sıkıntılıydı. Sizi kendi düşüncelerinizden ne kadar saptırıyor ve dikkatinizi ne kadar dağıtıyordu. Bir başka kişi nasıl sadece orada bulunmakla, rahatsız edici bir şey yapmadan sizin sinirlerinizi bozabiliyor? (s.180)
Duszejko’nun yalnızlığı, dışarıdan görüldüğü gibi onu tuhaflığa, deliliğe değil, aksine, bilgeliğe götüren bir yalnızlık. Onun kendiyle konuşmalarını okuyanlar olarak biz de bu felsefi ve eğlenceli sesle aynı soruları yükleniyor, o dünyada sıkılmadan yol alıyoruz.
Turlarımda, tarlalarda ve tenha yerlerde dolaşırken milyonlarca sene sonra nasıl görüneceğini hayal etmeyi severdim. Aynı bitkiler burada olacak mıydı? Ya göğün rengi, aynı mı olacak? (…) Emin olunacak bir şey var -bu evler burada olmayacak; önemsiz çabalarım, yaşamımın olduğu gibi bir iğne başına bile sığar. Bu asla unutulmamalı. (s.67)
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde · Bir Tür Tartışması
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde üzerine söz söylemek isteyen herkes, tür konusuna mutlaka değinmiş. Evet, yirmi birinci yüzyılın ruhundan çıkan hiçbir eseri türler arasılıktan koparmak mümkün değil -böyle bir zorunluluğumuz yok da- ama karşımızda bunu son derece organik ve kendiliğinden kotarmış bir eser var, güzelliği de buradan geliyor: Cinayetler silsilesinin temeline oturan karanlık bir polisiye, bir yanıyla İskandinav hikâyelerini andıran ve William Blake’den alıntılarla bunu güzelce süsleyen buz gibi bir gerilim ama öte yandan, dili ve anlatımı, baş kahramanımızın hayata ve olaylara yaklaşımı itibariyle bir kara mizah var karşımızda.
Aksiyonel olmamakla birlikte durgun bir hikâye de değil bu. Olaylar ve kişiler katman katman açılıyor, acelesi yok hikâyenin. Ama sürati ve yavaşlığı ustaca dengeleyen bir dili var yazarın. Janina bizimle konuşuyor, onun sesinden Tokarczuk’un efsunlu kalemini okuyoruz.
Bütün bunları birleştiren tutkal ise komşusu Koca Ayak’ın, bir geyik kemiğinin boğazına kaçması yüzünden ölmesiyle başlayan ölümler silsilesine Duszejko’nun getirdiği açılım: Ona göre, her biri avcılık yapan maktullerden, hayvanlar bile isteye intikam almaktadır. Bunu düşündüğünü gizlemez çünkü hem hayvanların davranış biçimleri hem de ölenlerin yıldız haritalarının işaret ettiği tahminler, savını desteklemektedir. Çekinmek bir yana hatta hayvanların aldığını düşündüğü intikama göğsünü gere gere hak vererek herkese anlatır bunu. Kasaba polisine yazdığı düzenli raporlarda da bahseder ama ciddiye alınmaz.
Ona “Çok iyi bir kadınsınız. Her şeyi içselleştiriyorsunuz,” diyen karakter, aslında romanın temel çatışmasını da ortaya koyuyor. Janina, etrafındaki kalabalık yüzünden nadir bulunan biri gibi görünse de aslında her şeyi içselleştirenlerin bir temsili, savunucusu haline geliyor. Böceğinden geyiğine, çalı çırpısından ormanlara dek insanın tahakkümünde zarar gören tüm canlıları içselleştiriyor. Biz de okur olarak onun gözünden bu hassasiyetin, belki de alışık olmadığımız bir empatinin içine dalıyoruz.
“Bunlar kalıntılar. Onları toplayıp biriktiriyorum.Depolamak için üzerleri düzgünce etiketlenmiş kutular var evde. Tüyler ve kemikler. Bir gün tüm öldürülen hayvanları klonlamak mümkün olacak. Böylece belki de yapılanları telafi etme fırsatı olur.” (s.125-126)
Bu empati sadece karakterin gözünden çevresine duyduğumuz bir empati değil, aynı zamanda “her şeyi içselleştirenler” cemiyetinin bir üyesi olan karakterimiz sayesinde onunla aynı hassasiyetleri veya ilgileri taşıyanları da izliyoruz. Yaşadığımız medeniyetin tersi yönde tercihler yapan, maddeden çok ruhani ve duygusal olgunluğa önem vermeye çalışan, sadece sağlıksal değil vicdani nedenlerle vejetaryen veya vegan olmayı seçen, genel geçer sığ zevkler yerine eski ilimlere, alternatif ilgilere yönelen insanların da iç dünyasını anlamaya yaklaştırıyor okuru.
O hem kendisini, hem başkalarını, dolayısıyla bütün bir insanlığı didik didik ediyor ve bu, aklımızda çiçekler açtıran sorgular yaratıyor hızla.
Kurguda, olay akışına bir es verilip de anlatıcının iç dünyasına, tespitlerine yer ayrılması en usta kalemler için bile risklidir. Ritim bozulabilir, hikâyeye kendini kaptıran okur için bu araya girişler abes kaçabilir ve birbiri ardına birkaç kez tekrar edildiğinde de kitabın hepten tadı kaçabilir. Tokarczuk’un romanında ise durum tam tersi: Anlatıcımızın nevi şahsına münhasır biri olması sebebiyle bir karakter romanı da sayılabilecek olan kitapta onun fikirlerine, duygularına, iç dünyasına girmek hiçbir defasında sorun yaratmıyor, aksine, kitabı daha lezzetli hale getiren bir unsur oluyor.
Bazen sanki birçok insan için geniş ve ferah olan bir mezarın içinde yaşıyormuşuz gibi hissederim.Gri karanlıkla kaplanmış soğuk ve nahoş dünyaya baktım. Hapishane dışarıda değildi, hepimizin içindeydi. Belki de onsuz nasıl yaşanacağını bilmiyorduk. (s.44)
Astroloji Janina’nın dünyasında önemli bir yer kaplıyor ama popüler kültürün ucuzlaştırdığı bir eğlence değil derinlemesine bir ilim olarak yaklaşıyor yıldızlara -her ne kadar yer yer bunu bir takıntı niteliğinde görsek de…
Gözlerini ve kulaklarını açık tutmak, gerçekleri birbiriyle ilişkilendirmeyi bilmek gerek. Başkalarının kesin farklılık gördükleri yerde benzerliği görmek, bazı olayların çeşitli seviyelerde gerçekleştiğini hatırlamak gerek; başka şekilde söylemek gerekirse, pek çok olay aynı aspektten gelir. Ve dünya, hiçbir şeyin ayrı olarak var olmadığı büyük bir ağ, bir bütündür. (aspekt: gezegenlerin birbirleriyle açıları, s.69)
Katilin kim olduğu sorusunu katlayıp cebimize koyan ama diğer ceplerimizi de boş bırakmadan anlatılan bir hikâye bu. Janina, cinayetleri hayvanların işlediğine sadece inanmıyor, içten içe öyle olmasını da istiyor belki. Savunmasız canlıların, sadece doğada yaşayan değil, kendi köpeklerinin de katili olanların böyle bir intikamla cezalandırılmasını istiyor.
Ne kadar masalsı bir atmosferi de olsa gerçekçilikten ayrılmayan bu kurguda bu isteğini o kadar iyi anlatıyor ki yer yer katilin gerçekten de kim olduğunu biz de bir tarafa bırakıyor, gerçekten de hayvanların işleyebilmesi ihtimaline inanıyor ve yalan yok, kimi zaman öyle olmasını da arzuluyoruz. Kendi empatisine okuru dahil edebilen bir yazarla karşılaşmak ne güzel!
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)