Çocuklara yönelik yazdığı fantastik öyküler, seyahatlerinden mistik notlarla bezenmiş hatıratlar, korkuyla soslanmış spekülatif tarih derken psikolojik bir gerilimle karşımıza çıkan üretken yazar dostumuz Göktuğ Canbaba’yla Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan yeni romanı “Ben, Babam ve Diğerleri”ni, korku-fantastik-polisiyeyi ve çocuk edebiyatını konuştuk.
—Röportaj: Koray Sarıdoğan
Selam Göktuğ. Önce yeni romanın “Ben, Babam ve Diğerleri“ni tebrik ederek başlayayım. Ben bir gün içinde keyifle okuyup bitirdim, özellikle leziz finali ve tamamı için eline aklına sağlık. Tepkiler, yorumlar nasıl?
Selam Koray; çok teşekkürler, beğenmene çok sevindim. Çıkalı bir ayı geçti ve şu ana kadar çok güzel yorumlar alıyorum. Kavgalarımız, mücadelemiz ortak aslında; şehrin karanlığından kaçış çabamız, kaybettiklerimiz, kazanmaya çalıştıklarımız… İçimizdeki derin yolculuğa çıkış sebeplerimiz farklı olsa da yol ortak, bu sebeple birçok kişi kendinden bir şeyler buluyor ve birçok platformdan bana ulaşıyorlar, bu da beni mutlu ediyor. Mizah, gerilim ve gerçeküstü öğelerin bir arada olması da farklı disiplinlerde okumayı seven okurları bir şekilde buluşturdu sanırım.
Kitaplarına şöyle bir bakınca konu ve tarz olarak “Ben, Babam ve Diğerleri“ni farklı bir yerde görüyorum. (Belki İşeyen Atmaca‘ya bazı yönlerden yaklaşabilir.) Ağırlıkla fantastik sınırlarda gezinirken bu sefer bir ayağı gerçekte olan bir eserle karşı karşıyayız. Bu anlamda yazım süreci nasıl gelişti? Önce konu mu gösterdi kendini yoksa bu sefer böyle bir tür denemek için başladın?
Evet, haklısın; “İşeyen Atmaca” tarzımın oturmaya başladığı bir çeşit başlangıç kitabı benim için. Onda da gerçeküstü öğeler var ve yine kara mizahi bir üslup hakim. Aslına bakarsan ilk kitabım diyar fantazyası örneği olan Ozanın Şarkısı, ikincisi fantastik korku türündeki Tılsım-ı Kudret’ten sonra fantastik kısmı ağır basan sulardan biraz uzaklaştım. Özellikle büyülü gerçekçi anlatımı kendime yakın buluyorum. Kara mizah ve gerçeküstü öğeleri birlikte kullanmayı da çok seviyorum. Ayyaş Buda’yı oluşturan öyküler de o tarzdaydı.
Bir süredir yetişkinlere bir şey yazmıyordum ve bu beni içten içe rahatsız etmeye başlamıştı. Ayyaş Buda 2016’da çıksa da o öykülerin yazım tarihleri daha eskiydi. Dergilere de sıklıkla öyküler yazıyordum ama aklımda uzun soluklu bir şeyler yazma isteği vardı hep. Konu az çok belirmeye başladığında işin içinde mizah ve gerçeküstü öğelerin olacağı kesinleşti. Sonrasında ise gerilim unsurlarını katınca roman istediğim son haline kavuştu.
Önceki soru okuru yanıltmasın, romanın sadece “bir ayağı” gerçekte. Öteki tarafta da insan doğasının ve psikolojisinin karanlık yanlarının başarıyla yedirildiği bir korku-gerilim hikâyesi var. Yazarı için hangisi daha öncelikliydi: Korku ve gerilim mi, insan doğasını karakterler üzerinden kurcalamak mı?
Romanı oluştururken insan doğasının karanlık taraflarına, geçmişteki tekinsiz anılara odaklandım; Sibel ve Panda ilişkisini bunun üzerine kurmaya çalıştım. Aynı zamanda şehrin insanı ele geçirişi, hapsedişi, ilişkilerin yıkıcı yok edici taraflarına dokunmayı planladım. Romanda iki bölümde bir anlatıcı değişiyor, birinci tekilden anlattığım kısımların bilinçaltı yolculukları gibi ilerlemesini istedim, böylece karakterin yolculuğunu bir katman daha genişleterek hikâyenin içinde ayrı bir yolculuk alanı açmayı denedim. Bu alanlar daha karanlık, daha tekinsiz ilerledi ve romanın ikinci yarısında artan gerilim atmosferini besledi. Böylece dengeli bir birliktelik oluştu sanırım.
“Ben, Babam ve Diğerleri’ni Senaryolaştırma Planımız Var”
Kuşbakışı bakıldığında da bütün bir karanlığın arkasında aile ve toplumun bıraktığı hasarlar görülüyor ister istemez. Önceki soruyu bir de bu açıdan uyarlamak isterim: Bireyin karanlığı mı toplumun karanlığı mı irdelenmeye, düşünülmeye daha değer?
Yolculuk metaforunu hem çocuklar hem de yetişkinler için yazdığım kitaplarda çok sık kullanıyorum. Bu romanda bireyin karanlığına oradan bir kapı açıp girmeye çalıştım. Sonrasında ise toplumun karanlığı içerisinde bireyin hayatta kalma mücadelesini sorguladım kendimce; bu hem bir hayatta kalma mücadelesi, hem de bir yeniden doğuş hikâyesi olarak şekillendi. İkisinin de kendine has irdelenmeye ve düşünülmeye değer tarafları var tabii ki. Ben iki tarafa da dokunmaya çalıştım elimden geldiğince.
Şimdiki soru çok klişe tınlayacak, hazır ol. 🙂 Kitapta, kocasınca terk edilmesinin ardından Sibel’in bilinçaltı bir anda geçmişin karanlığını kusmaya başlıyor ve bu karanlık da bir pandayla imgeleniyor. Soru şu: Neden panda? 🙂
Aynı zamanda fotoğrafçılıkla da ilgilendiğim için sanırım metinleri oluştururken sahneleri kafamda ayrıntılı bir şekilde canlandırıyorum; mekânları, karakterleri yerleştiriyorum. Herhangi bir pelüş oyuncak olabilirdi hatta başta ayı yapmayı düşünmüştüm ama pandanın görselliği daha ağır bastı. Panda sevimli görünse de oldukça vahşi bir hayvan. Yani insanları kandıran bir dış görünüşünün olduğunu söyleyebiliriz. Belirgin mimiklerinin olmaması da ona tekinsiz bir hava katıyor. Vücudundaki siyah-beyaz renk dengesi de hem görsel olarak güçlü hem de altında birçok anlam çıkarabileceğimiz bir ayrıntı. Karanlık gözleri, göğsündeki yırtık, kirli elleri, ağzındaki sigarasıyla bir pelüş panda tam da aradığım karakter oldu.
Ben romanı okurken şunu düşündüm: “Bu hikâyede polis, olaylara fazla girmemiş. Ama Göktuğ bir gün bir polisiye yazmak isterse iyi bir iş çıkacağı kesin.” Aklında var mı böyle bir şey, polisiyeye yaklaşımın okur ve yazar olarak nasıl?
Polisiyeyi seviyorum. Bu türde okur ve yazar olarak usul usul ilerliyorum diyebilirim.
Final sahnesi başta olmak üzere romanın tamamına sinematografik bir bakış hâkim. Bu gözettiğin bir şey miydi?
Evet, görsel sanatlarla uğraştığım için kurgu aşamasında ve yazarken bu istemsiz bir şekilde ilerliyor aslında. Okuyucu yorumlarında bununla sık sık karşılaşıyorum; bu kitap film olmalı gibi. Özellikle bu kitap için senarist arkadaşlarımdan da sinematografik bakış açısına, senaryo yapısına çok uygun olduğu yönünde yorumlar aldım. Önümüzdeki günlerde bir arkadaşımla kitabı senaryolaştırma gibi bir planımız da var, bakalım.
“Film gibi kitap” deyince edebiyatçılar; “Kitap gibi film” deyince sinemacılar bozulabiliyor bazen. Sence bu iki alanın teknik itibariyle flört etmesinde, birbirlerine benzetilmesinde bir sorun var mı?
Farklı disiplinler ama bence birbirlerini beslemeleri güzel bir şey. Eğer film gibi kitap ya da kitap gibi film yapmak için özellikle uğraş vermiyorsan, satışa oynamıyorsan bence hiçbir sorun yok.
“Kitaptan özenip küfreden çocuk görmedim ama dizilerden berbat adamların rol alındığını gördüm.”
Külliyatının büyük bir kısmını çocuklara yönelik yazdığın fantastik kitaplar oluşturuyor. Yeni kuşakta fantastiğe özel bir düşkünlük var mı yoksa her zamanki kadar mı dersin?
[su_pullquote]”Fantastik edebiyat sizi sıradan hayattan uzaklaştırır, büyülü bir yolculuğa çıkarır.”[/su_pullquote]2000’lerin başında Yüzüklerin Efendisi ile başlayan fantastiğin yükselişi bir süre sonra yavaşladı. Tabii ki bu türü sevenler için söylenebilecek bir şey değil; onların sevgisi daimi. Ama popüler kültürün her zaman yaptığı tüketip uzaklaşma planı fantastik için de geçerli oldu. Yeni kuşak çok başarılı fantastik kitapların, dizilerin, filmlerin içinde doğdu ve bu türün tekrar yükselişe geçmesine de yardım etti. Ben zamanımın çoğunu okullarda söyleşiler yaparak, yaratıcı yazma dersleri vererek geçiriyorum ve yeni kuşağın, fantastik edebiyata, animelere, çizgi romanlara, mangalara olan ilgisinin hayli yoğun olduğunu görüyorum. Gördükçe de seviniyorum. Fantastik edebiyat sizi sıradan hayattan uzaklaştırır, büyülü bir yolculuğa çıkarır; bu başlı başına büyük bir şey olsa da önemli olan sadece rengârenk bir dünyada yürümek, korunaklı alanınızdan uzaklaşmak değil kesinlikle. Fantastik edebiyatın büyük bir gücü var; iyi kitaplar kendini yeni yeni keşfetmeye başlayan çocukları büyülü bir yolculuğa çıkarıyor, büyümelerine, olgunlaşmalarına yardım ediyor, aynı zamanda onlara yaşadıkları dünyanın sorunlarıyla alternatif bir evrende savaşma şansı veriyor. Bunu alenen yapmıyor, önemli olan bu.
Söz meclisten dışarı ama bir yandan da tür fark etmeksizin çocuk kitabı yazmayanı dövüyorlar gibi bir durum var son yıllarda. Sence bizdeki güncel çocuk edebiyatı, bu kategorinin gerektirdiği pedagojik altyapıya sahip mi?
Evet, son yıllarda öyle bir durum oldu gerçekten. Burada önemli olan iyi kitapları keşfetmeye gönüllü olmak; iyi internet sitelerini, iyi dergileri, iyi kanalları takip etmek. Son dönemlerde yazılmış çok iyi kitaplar var ve elbette kötüleri de. Bu hep böyle oldu ve böyle olmaya devam edecek. İşin formülü zaten bu. İyi bir okursanız eğer iyi kitapları keşfedebilirsiniz ve bu size büyük bir mutluluk verir. Nitelikli okur olmak hem yazarları hem de sistemi besler; daha iyi eserlerin çıkmasına olanak sağlar. Kötüler zaten elenip gidecekler.
Son dönemki problemimiz kesinlikle çocuk kitaplarının pedagojik altyapıya sahip olup olmaması değil çünkü siz kitabınızı iyi bir yayınevinden, iyi bir editörle çıkarıyorsanız zaten bu tarz sorunlar olmuyor, türe hâkim olan yazar da zaten öyle kitaplar yazmıyor. Yazanlar da dediğim gibi elenip gidiyorlar zaten zaman içinde.
Son dönemdeki asıl problem niteliksiz okur, sansür destekçileri ve linç kültürü. İnsanlar yetişkin edebiyatında da çocuk edebiyatında da rahatsız edici bir metin gördüklerine yaşayan tüm insanların zehirlenip dünyanın yok olacağını düşünüyorlar fantastik bir şekilde. Kitapların böyle bir gücü var mıydı ya? Bir “özendirme” konusudur alıp başını gitmiş. Kitaptan özenip küfreden bir çocuk görmedim de duymadım da bugüne kadar. Ama dizilerden berbat adamları rol model aldıklarını gördüm. Bunu ailelerin nasıl göremediğine hayret ediyorum.
Yazar özgür olmalı başta; istediğini yazma özgürlüğü olmalı. Hangi konuya değinirse değinsin, hangi karakterleri yaratırsa yaratsın kurgudur ortaya çıkan şey. Kimse bire bir gerçekleri yazmıyor. Yazar çağının tanığıdır; yani yaşadığı dönemde hangi sorunlar varsa, canını en çok ne acıtırsa onu konu alır. Başarılı bir şekilde aktarırsa okunur, başarısız olursa okunmaz hepsi bu. Edebiyattan bu kadar korkan, hiçbir bilgisi olmadan yılların yazarlarını sosyal medyada aşağılayan, onlara edebiyat dersi veren “okurlar” ın denetlenmesi gerekiyor başta sanırım.
Epey verimli bir yazarsın Göktuğ; okuyanlara ilham vermesi için soruyorum: Yazma disiplinin, yöntemin, rutinin nasıl?
Evet bunu insanlar merak ediyor, ben de elimden geldiği kadar cevaplamaya çalışıyorum. Başta şunu söylemem lazım yazmak beni çok rahatlatıyor ve yazdığım her metinde; ister çocuklara ister yetişkinlere olsun çok zevk alıyorum. Yazarken korunaklı bölgemden çıkmak ve tuşlara basarken yeni şeyler keşfetmek, maceraya atılmak benim eğlencem. Romanın ya da öykünün iskeletini oluşturuyorum önce, sonrasında minik detaylar ekliyorum ve beni tatmin ediyorsa başlıyorum yazmaya. Yazarken birçok şey oluşuyor; arkasındaki ya da ilerisindeki karakterleri ve olayı etkiliyor. Ben de gidişata göre sık sık geri dönüp düğümler atıyorum.
Farklı türlerde kalem oynatıyorum, okumayı sevdiğim tarzlarda yazmayı deniyorum. Ben, Babam ve Diğerleri de deneysel bir roman aslında. Anlatımın değiştiği, farklı disiplinleri birlikte kullandığım bir kitap.
Uzun süre her gün bir şeyler yazmaya çalıştım; kısa öyküler, uzun öyküler, denemeler… Yazmak fotoğraf çekmek gibi aslında deklanşöre ne kadar çok basarsan o kadar iyi oluşturmaya başlıyorsun bir süre sonra kadrajını; yazarlık da öyle sürekli kalem oynatmak, karalamak gerekiyor bence. İlla basılı kitapların çıkmasına gerek yok, kendin için yaz, rahatlamak için yaz, dayak yemek ya da atmak için yaz ama sonuçta yaz. Bu, birçok projenin de oluşmasına olanak sağladı.
Yazmaya başladığım zaman bir plaza insanı gibi 9-6 çalışırım. Çok yorulana kadar yazmaya devam ederim ve bunu aksatmadan her gün yaparım. İş olduğu için değil, zevk aldığım için. Bir projeye başladığımda bitirene kadar elimden geldiğince sıkı çalışıyorum. İlham beklemek, uygun anı kovalamak benim tarzım değil pek.
Önümüzdeki günlerde başka projeler var mı?
Bu hafta DoğanEgmont’tan +12 yaş için yazdığım bir öykü kitabım çıktı. Yetişkinlerin de severek okuyacağı bir kitap oldu. Hindistan, Kamboçya, Tayland, Nepal gibi ülkelere yaptığım yolculuklarda çektiğim fotoğraflardan on tanesine ayrı birer öykü yazdım. Okuyanlar benimle uzun bir seyahate çıkacak, yolun gizemine ortak olacak. Hem dünyanın farklı bölgelerini keşfedecek hem de kişisel bir keşfin ortasında bulacaklar kendilerini.
Yetişkinler için de seneye bir öykü kitabım gelecek yine Doğan Kitap’tan.
Bizden bu kadar Göktuğ. Burada olduğun için teşekkürler. Eklemek istediğin bir şey varsa tam sırası. 🙂
Çok teşekkür ediyorum, benim için de öyle. Emeği geçen herkesi öpüyorum. 🙂
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)