ÖNCE BUNU AÇ |Dinlemeye korktuğum şarkılar var. Hayatımın çalma listesinde ilk 10’a girecek kadar taptığım, ama asla yolda yürürken, kahve içerken, bu dünyanın sıradan bir anında dinleyemeyecek kadar korktuğum, endişelendiğim şarkılar… The Fountain filminin soundtrack albümü baştan sona bu şarkılardan birkaçını taşıyor. Sadece müzikleri değil, The Fountain de beni korkutuyor.
Aynı filmi birkaç kez izleme isteği, saplantılı insanların bir özelliğidir. Ben de onlardan biriyim; defalarca izleyip yine izleyeceğim çok film var. İçlerinde bir tek The Fountain (Kaynak), içim gitmesine rağmen gelişigüzel açıp izleyemediğim filmlerden… Peki bu korku neden?
İslam’ın secdede, Hristiyanlığın kilisede, Buda’nın meditasyonda, dervişlerin yollarda, müptelanın kimyasallarda aradığı o büyük eksik ne? Daha da önemlisi, hayatlarımızda tam anlamıyla “tam” olan şeyler var mı? Aşkımız, sevgimiz, dostluklarımız, kanunlarımız, tabularımız, sınırlarımız, hazlarımız ve eşyalarımız; bütün bunlar asla tamamlanamayacak bir eksik için üretilmiş, biraz insan yapımı, biraz içgüdü eseri şeyler olmasın?
Kuantum fiziğine göre hiçbir şeye tam olarak dokunamıyoruz. Dokunma hissi sırasında varlıklar arasında gözle görülmez boşluklar oluşuyor. Dokunuşlarımız tam değil. Bir şiir, bir kitap sayısız başka duyguya ve fikre açılıyor ve asla bir “zirve anlam”a ulaşmıyor. Anlamlar tam değil. Çok seviyoruz; elde edemediğimizde ya geçiyor, ya soluyor. Elde ettiğimizde ısısını kaybediyor. Sevgilerimiz tam değil. Arzularımız, güdülerimiz var. Hepsi en fazla birkaç orgazma kadar. Sevişmelerimiz tam değil. Bu dünyaya dair bilinmezlikler herkes için söz konusu. Ama her an ölecek gibi yaşamakla, hiç ölmeyecek gibi yaşamak arasında büyük bir varoluş farkı var.
Demek istediğim, “Öteki dünyaya hazırlık yapalım,” değil. Bu yazının mantığına paralel olarak demek istediğim şu: Kuyruğunu kovalayan köpeğin çemberi gibi hayatlarımız. Hayatta kalma ve hayatı anlamlandırma güdümüz yüzünden, birçok gerçek gibi ölümü de olumsuzladık. Ne ölüm olumsuz, ne de hayat. Aciz fikriyatımız, ölümün olduğu yere soru işareti koyarak bu dünyayı bir cevap sanıyor. Asıl soru işareti, bu hayatın kendisi. Cevaba ise henüz gelmedik.
Düşün şimdi; anlamak mı daha önemli hissetmek mi? Sözlerini bilmesen de kâğıt kesiği gibi acıtan şarkılar, sonunu çözemesen de etkilendiğin filmler, kaynağını bilmesen de çarpıldığın kokular varken anlamaktan bahsetme n’olur! Anlamak hiçbir şeyin sonucu ve sebebi değil. Anlamak asla tamamlanan bir şey değil. Anlamak bu dünyaya dair. Oysa hissetmek, gördüğümüz ve göreceğimiz tüm alemleri kapsayabilir.
The Fountain ’e gelelim… En büyük korkum, bilinçaltım. Bilincimin altı ile üstü arasında köprü kuran görüntüler, Tom’un saydam küresi ile yaşamın kaynağına, Mayaların “Şibalba”, bizim âb-ı hayât dediğimiz yere çıkarken gördüğümüz görüntülerle aynı. Izzi’nin ölüme karşı cesur ve hatta istekli duruşu, yolun sonuna her gelişimde “Bundan sonrası da var,” diye düşünmemle aynı.
Nefret ettiğin şeyleri, çocukluğunda ve geçmişinde canını ölümüne yakan anıları, kaybettiklerini, asla kazanamayacaklarını, başaramadıklarını, ağladığın, geberdiğin zamanları unutmak istiyorsun. Duyguların en zirvede duranını, huzur verenini arıyorsun. Kendini atmak ve her şeyi unutmak istediğin manzaralar, evler veya şehirler var. Bazı rüyalarında ulaşman gerektiğini bildiğin, sahip olduğun ne varsa parçalayarak varmaya çalıştığın yerler oluyor değil mi? Bazen bir deniz, bir yol veya ev. Bir dokunsan, bir daha hiç uyanmamayı bile kabul edersin. Gerçekte arzulamadığın kadar arzuluyorsun o rüyadaki hedefi… Fark ettin mi, tüm bu çabalar, bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak için. Ve bu dünyaya dair şeylerden kurtulmak, bu dünyada olmamakla mümkün belki… Dalından düşen meyve toprak için yeni bir tohum demektir, biten her şey yeni şeylerin başlaması demektir, acıların ve hüzünlerin yeni cümleler demektir ve ölüm, yeni bir hayat demektir. Sana bu dünyadan sonrasında Cennet’e, Cehennem’e ya da falanca yere gideceksin diye garanti veremem, buna ispatım yok. Ama sana bu dünyadan sonrasını ispatlamak için elimde saçma sapan bir hayat var. Bütün olay, bu saçma ve kısır hayattan ibaret olamaz, değil mi?
Öleceğiz dostum. Öleceğiz sevgilim. Bu dünyada yeniden ayağa kalkabilmek için nasıl yıkılmak gerekiyorsa, yeniden hissedebilmek için o tek vuruşluk acıyı tadacağız. Herkesin kaçmaya çalıştığı ölümün, gerçekten de “huzura giden bir yol” olduğunu anlayacağız. Senin rüyalarında, benim kâbuslarımda kovaladığım, sıradan hayatlarımızdaki kötülüklerden kaçıp kendimizi atmak istediğimiz o yer; işte orası, ne bir sevgilinin kolları, ne annenin kucağı, ne sıcak bir yatak, ne de bir deniz manzarası… Orası, bu dünyada anlayamayacağın ama belki hissedebileceğin bir yer. Bu yüzden The Fountain, anlamaya çalışmak yerine zerrelerine kadar hissetmek için izlenen bir film. Ben bu yüzden izlemekten ve dinlemekten korkuyorum. Çünkü menzile varmayı değil, yolda olmayı seviyorum. Çünkü yolda olmayı severek, ölümü anlayabileceğimi biliyorum. Çünkü insan hep bir şey bekler bu hayattan dostum, ama o beklediği şeye kendini hazırlamaz. Ben yolda olmayı severek kendimi sona hazırlıyorum. Yok olmak için değil; bu dünyada yok olduğumu hissettiğim her an kelimelerle cümleler yaratmayı bildiğim için, tükendiğim her an birazdan başlayacağımı öğrendiğim için, her şey bittiğinde ne rüyalarda, ne sıradan günlerde ulaşacak bir yer kalmayacağını, zaten orada olacağımı bildiğim için. Kötü biri olmaktan korkarken daha çok kötülük yapmaktan kurtulacağımı, çünkü iyi ve kötünün olmadığını anlayacağım için… Gittiğim şehirlerde ve sevdiğim kadınlarda bazen ölümüne hissettiğim, ama asla ölecek kadar hissedemediğim şeye ulaşacağım için. Ölümün bir hastalık değil, yaşamak zehrinin panzehri olduğunu bildiğim için.
Keşke daha çok kelimem olsa, daha komplike varyasyonlarla anlatabilsem; hem The Fountain’i, hem hissettiklerimi. Keşke, deliler gibi âşık olmak isteyip olamamanın sancısını, keşke çıldırırcasına var olmak isteyip safdışı kalmanın acısını, kavgalarıma, anlaşmazlıklarıma, parasızlıklarıma, başarısızlıklarıma kalın bir zar çekip, o filmi izlediğimde hissettiğim saydam, berrak ve huzurlu hissi, hiçbir şeyle temas etmeden duran ve bana “Bir gün elbet” kararlılığını veren, ama bu dünyaya değil, tüm dünyaların ötesine ve üstüne çıkararak hissettiren, hedeflerin, planların, stratejilerin, ilişkilerin çok üstünde bir yerde olduğumu düşündüren, hani uzanamadığın şeye parmak mesafesiyle durduğun, hani avla avcı arasında milimetre hesabıyla gördüğün, içinin kıyıldığı, canının çıktığı, ulaşamayacağını bilsen de sırf ulaşmak istediğin bir şey bulmuş olmanın tadını çıkardığın o yer… Uçları hiçbir yere ulaşamasa da kök saldığı için mutlu olan bir ağaç. Büyütecek su bulamasa da filiz verdiği için sevinen tohum… Bu hayatta bir amaç bulmuş olmayı, amacı gerçekleştirmeye bile değişmeyeceğini bildiğin an…
Anlatamadım, ama çok yakınım…
O sesi duyuyorum: “Bitir” diyor. Bitiriyorum, yeniden başlasın diye.
Bir gün herkes, hiç doğmamış olacak.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
guzel bi yorum olmus
Güzel
ne muhteşem sözler böyle..bir insanın neler hissettiğini bu kadar güzel anlatabilmesi.. bir film değerlendirmesinin çok ötesinde adeta hissettiğini hissettiren cümlelerle dolmuş taşmış..teşekkürler.eyvallah..eline koluna sağlık..
Güzel sözleriniz için ben teşekkür ederim. Çok sevgiler…
Sadece ben miyim böyle hisseden? Soruma verdiğiniz muhteşem cevap için teşekkürler..
Hocam size ne desem bilemiyorum.Az önce kitabınızı bitirdim. Dahalık 18 yaşındayım pek fazla kitap okumadım ama sizin kitabınız bitince gökkuşağının altında ki hazineyi bulmuş gibi hisstettim.Bunun filmle ne alakası var bilmiyorum ama hayat da bunların cevabını öğrenememize gerek kalmayacak kadar saçma.Her neyse eğer bunu okursanız kendinize benden bir kahve ısmarlayın, afiyet olsun.
Hocam az önce kitabınızı bitirdim.18 yaşındayım dahalık pek fazla kitap okumadım ama sizin kitabınız bitince gökkuşağının altında ki hazineyi bulmuş gibi hissettim.Bunun filmle ne alakası var bilmiyorum ama hayat da bunların cevabını arayacak kadar mantıklı değil.Her neyse eğer bunu okursanız kendinize benden bir kahve ısmarlayın, afiyet olsun.
Selam Emre; çok teşekkürler güzel sözlerin için. Mesaj alındı, kahve içildi. Bir gün beraber olması dileğiyle…
Sevgiler.)
Açıkçası filmi izlemedim ama jenerik müziği araştırmıştım çünkü beni etkileyen başka bir jenerikte bu filmin jeneriği kullanılıyordu. Fakat filmin konusunu da bu jenerikten araştırdım ve şimdi bu güzel yorumunuz ve anlatışınız ilgimi daha çok arttırdı.
Gözlerim doldu tüylerim ürperdi okurken…Anca bu kadar güzel anlatılabilirdi.
Beni benden aldınız! Hangi sifat karsilayabilir hislerimi bilmiyorum. Ölümle ilgili cok baska bir açı verdiniz. Elini sirtimdan cekip gideli icimdeki boşluğu hic dolmayan babami kaybedeli 15 gün sonra 365 gün dolacak. Yanan canıma su serpildi. Minnettarim?
Merhaba… Anlattıklarımın çok da farkında olmayarak yıllar önce yazdığım bu yazı, aradan geçen zamanda her okuduğumda bana da farklı şeyler anlatıyor. Aşkın bir duyguyla yazıldığından olsa gerek. Edebi niteliği bir yana, sizin gibi insanlara dokunabiliyor olmasından mutluyum. Ve elbette kaybınız için üzgünüm. Kayıplarımızı, hatırladığımız halleriyle yeniden görmek mümkün olmayacak belki ama başka başka biçimlerde karşılaşacağız; nasıl bilmiyorum ama eminim bundan. Çok teşekkürler, çok sevgiler… (KorayS.)
Abiciğim genel olarak güzel olmuş.Ben beğendim yani.Eğer izin verirseniz yazdıklarınızın bazı yerlerini kendim için de kullanabilir miyim?(Benzer bir şekilde kullanmak istiyorum da)
Merhaba, kaynak göstermek koşuluyla elbette kullanabilirsiniz. Çok sevgiler. 🙂
Anlatımınızın hissiyle dans etmek istedim, teşekkürler ?
Teşekkürler benden de… 🙂 (KorayS.)
Harika bir yorum