Dönem romanları ve tarihi figürler üzerine inşa ettiği kurmacaları çok sevilen Osman Balcıgil’in Manukyan’ı anlattığı yeni romanı Melek Terörist Fahişe Destek Yayınları’ndan çıktı. Osman Balcıgil ile yeni romanının çerçevesinde Türkiye’nin dününü ve bugününü konuştuk.
Osman Bey, hoş geldiniz. Yine bir dönem romanı, bu sefer tarihin görece daha satır aralarında kalmış bir karakterle okur karşısına çıkıyorsunuz. Matilt Manukyan’ın hikâyesi sizin ne zaman, nasıl ilginizi çekti, yazmaya nasıl karar verdiniz?
Uzun yıllar gazetecilik ve televizyonculuk yaptım. Matilt Hanım, benimle aynı dönemde gazetecilik yapanların bütün gazetecilerin olduğu gibi benim de “ilgi alanımdaydı”. Yaptığı işi hiç saklamadı, sadece kendi işletmelerinin değil, sektörünün de yüzü oldu. “Mesleğine dair” kendisine sorulan bütün sorulara büyük bir “pişkinlikle” cevap verdi. Bu arada vergi rekortmenliğini altı kez elde etti ve devlet tarafından ödüllendirildi.
Bu kadarı bile roman yazmak için ilham almaya yeterli değil. Ama bu buz dağının sadece görünen yanı. Meselenin bir de karanlıkta kalan tarafı var: Matilt Hanım o dönemin mafyasının dirsek temasında olduğu bir simaydı. Aksi takdirde mesleğini icra edemezdi. Ve tabii gelip giden siyasal iktidarlarla da arası hiç bozulmadı. Üstelik, arada bir yapılan göstermelik baskınlarda, “kazayla” on dört, on beş yaşında genç kız çocuklarına, vesikasız, sigortasız, çalışanlara rastlanmasına rağmen, hanımefendi, baskınların ertesi günü işini kaldığı yerden, bildiği usullerle devam ettirmeyi başardı. Hasılı kelam, bugünden baktığımda bile içimi acıtan bir durum söz konusu. Bunun nedeni kuşkusuz sadece “fahişelik” gibi bir kurumun olması değil. Kadınların babaları, kocaları, sevgilileri ya da mafya tarafından zorla alıkonulmaları ve rızaları olmadan bedenlerinin üzerinden en ağır biçimde ticaret yapılması, alınıp satılmaya zorlanmaları (kim bilir belki de bu aşağılık düzen hâlâ bir yerlerde sürüyordur) hazmedilebilir bir durum olmasa gerek. Buna devletin ve siyaset erbaplarının göz yumması ise ayrı bir trajedi.
Biliyorsunuz pandemi döneminde Manukyan’ın evlerinin olduğu sokaklara giriş çıkışlar, sağlık nedeniyle yasaklandı. Kadınlar çil yavrusu gibi “gözden ırak yerlere” dağıtıldılar. Sonra, adları hepimizce malum sokakların kültür ve turizm bölgesi olarak değerlendirileceği açıklandı. Melek Terörist Fahişe‘yi yazmaya karar vermem bu tarihi dönüm noktasında gerçekleşti.
Manukyan’ın hikâyesini anlatırken de her zaman yaptığınız gibi tarihi arka planını başka gerçek olay ve kişilerle destekleyerek ilerliyorsunuz. Ama gazete arşivlerini saymazsak, sözgelimi bir Nâzım, Deniz Gezmiş veya 6-7 Eylül kadar bol kaynak olmasa gerek. Kaynak bulmak, tasnif etmek ve kurguya dökmek gibi yazım süreçleri nasıl ilerledi?
Aslında çok kaynak sıkıntısı çekmedim. Çünkü dönemin gazeteleri, dergileri için Manukyan ve genelev sektörü cazip, ilginç, arada bir bakılan, kurcalanan alanlardı. Sıkı bir tarama yaptım. Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırdım. Mesela Fransa örneğine baktım. Orada da Manukyan benzeri bir hanım vardı. Romanları yazıldı, filmlere konu oldu. Vergi ve öteki nedenlerle ABD’ye kaçmak zorunda kalmış, döndüğünde hapse atılmıştı. Meselenin felsefi ve sayısal boyutlarını yerli yerine oturtabilmek için yararlanabileceğim dünya kadar akademik çalışma buldum. Nâzım, Deniz, 6-7 Eylül kadar bol ve göz önünde olmasa da biraz kazınca kitabımı yazacak kadar belge ve bilgiye ulaştım.
Bir yanıyla da polisiye vakaları bolca bulunduran hatta neredeyse siyasi-polisiye diyebileceğimiz bir hikâye. Bu açıdan kurmaca dinamiklerinde daha farklı odaklarınız, yöntemleriniz oldu mu?
Bu sorunuz önemli. Manukyan tarzı toplumsal vak’alar, toplumlar aheste beste yaşayıp giderken ortaya çıkmıyor. Siyaset kurumunun laçkalaştığı, dejenere olduğu, keyfe göre kullanıldığı, kişisel çıkara, ikbale odaklandığı dönemlerde, iç kanırtan meseleler fazlalaşıyor. Çünkü siyaset kurumunun açmazı kendini devlette de gösteriyor. Devletin hem ideolojik hem de baskı aygıtları “ideal olana” yaklaşmak yerine ondan uzaklaşıyor. Boşluklar mafya, kendisini kanun yerine koyan savcılar, genel ev sektörünü arpalık olarak gören ve siyasi otoriteye birlikte vaziyet alan emniyetçiler gibi faktörlerce dolduruluyor. Şeffaflıktan uzaklaşılıyor, karanlık aydınlığa egemen oluyor.
70’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin durumu tam da böyleydi. Günde ortalama yirmi beş gencin öldürüldüğü, her sabah gazeteleri yüreğimiz ağzımızda aldığımız günlerdi. Diplomatlarımız dünyanın her yerinde hedef haline gelmişlerdi. Aslında Melek Terörist Fahişe birkaç aksta ilerleyen bir roman. Zaten bu tür toplumsal travmatik halleri anlatırken bir aksını ihmal ederseniz ötekini de yazamazsınız. Böylesi durumlar, iç içe geçmiş, sarmal halini almış bir çürümeden, bozulmadan kaynaklanır. Ülkenin gündemini mafya patronları, genel ev işletmecileri, terör işgal etmeye başlamışsa, emperyalist ülkeler yurdunuzun içinizi daha derinden karıştırmaya başlamışlarsa, anlamalısınız ki ülkenizde işler ters gidiyordur, sarpa sarıyordur.
Sizin kitaplarınızla ilgili özellikle şunu merak etmişimdir hep: Birbirinden çeşitli karakterlerin hem iç dünyalarına hem de yaşadıkları döneme giriyorsunuz, bir tarihi film set ortamı gibi tüm detayları canlandırmanız ve bunu yazım süreciniz boyunca diri tutmanız gerekiyor. Dikkatiniz hiç dağılmıyor mu, masadan o gün için kalkıp bugüne döndükten sonra tekrar masaya dönüşünüz bu açıdan nasıl oluyor?
Araştırırken değil de yazarken, dikkatinizi dağıtacak her şeyden uzak durmanız lazım. Öteki türlü başa çıkamazsınız. Bazen uykuya çekildiğimde bile yazmaya devam ediyorum. Sabah kalktığımda gece boyu gördüğüm rüyaları (ben rüya diyorum ama o belki başka bir şey) yazıya dökmeye başladığımda inanın kendim bile şaşırıyorum. Arkadaşımla konuşurken, haber seyrederken, gazete okurken filan alttan alta romanı yazmaya hep devam ediyorum. Bunun için inzivaya çekilmek, telefonlarımı kapatmak, normalde yaşadığım hayatıma ara vermek gibi özel bir şey yapmıyorum. Belki biraz gazetecilikten gelen avantajlarım da yardımcı oluyordur.
Manukyan öyle veya böyle saygı duyulan birisiydi. Hem tavrı hem yaptığı hayırlar, yaptığı pek çok kötü şeyi gölgede bırakmıştı adeta. Bir taraftan da Ermeni Soykırımı iddialarının karşısında olduğu beyanını veren bir Türkiye Ermenisi’ydi. Ona duyulan saygıyı olumlu ve olumsuz yönleriyle nelere bağlıyorsunuz?
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın neresinde olursanız olun altı kez sanayicileri, iş adamlarını, emlak zenginlerini filan geride bırakıp rekortmen olmuşsanız size saygı ile yaklaşılır. Zenginliğin ve tabii bir de medyatik olmanın prim yaptığı bir dünyada yaşıyoruz maalesef. On sene yüksek eğitim görmeniz, doktor olmanız size saygıyla yaklaşılmasına yetmez. Aynı zamanda ülkenizin en çok vergi veren doktoruysanız ve gazetelerde resimleriniz boy boy basılıyor, televizyonlarda hep sizden bahsediliyorsa, iş değişir. Saygı duyulma katsayınız artar. Ben Manukyan’a duyulan saygının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Yoksa dobra bir kadın olması ya da terörle arasına mesafe koyması veya yardım severliği filan değil.
Bu noktada yine yazma süreciyle ilgili bir soruya gidiyor aklım: Manukyan ve 1915 meselesi gibi iki başlığı birbirleri üzerinden ele almak nasıl bir deneyimdi?
Manukyan bir Ermeni yurttaşımızdı. Tırnak içinde kullanıyorum “azınlık”tı. Bu laftan nefret ettiğimi burada özellikle vurgulamak istiyorum. Öte yandan, anlaşılır olmak için kullanmak zorundayım. “Azınlık” olmak ülkemizde ne yazık ki hep sorun oldu. En önemli toplumsal travmalarımızdan biri olduğunu bile söyleyebilirim. “Azınlık” ailelerinin özel tarihlerini biraz eşelediğinizde mutlaka acıyla karşılaşırsınız. Sadece Manukyan değil herhangi bir “azınlık”la ilgili düşünmeye ve yazmaya çalışacaksınız, onların bu özel durumunu göz önünde bulundurmadan sağlıklı bir sonuca (yazı, çizi, araştırma) ulaşmanız mümkün olmaz. Ben de Melek Terörist Fahişe‘yi yazarken bu özel durumu atlamamaya çalıştım.
Öte yandan “vergi” kelimesini ayrıca Varlık Vergisi bağlamında da ele alıyorsunuz ve eleştiriyorsunuz da. Şu cümleler çok önemli: “Bence problemlerin asıl nedeni, sorunlarını henüz çözememiş bir coğrafyanın çocukları olmamız. Bugün hâlâ, bizden önceki nesillerin halının altına süpürdüğü sorunları çözmeye çalışıyoruz.” Türkiye’nin bu gibi ayıplarıyla hesaplaşmaları hep sanat eserleri üzerinden mi olacak sizce yoksa bir gün bizi gerçek bir yüzleşme bekliyor mu?
Varlık Vergisi’nin ülkemizde “paranın el değiştirmesi” ile eşanlamlı olduğunu unutmamamız lazım. Amaç milli burjuvaziyi yaratmaktı. Bu da “azınlıkların” musluklarının kapatılması, varlıklarının Türklere akıtılması şeklinde oldu. Para bir toplumsal kesimden başka bir toplumsal kesime, devlet marifetiyle geçiyorsa (tekrarlıyorum, devlet marifetiyle geçiyorsa) ve üstelik bundan birkaç aile değil, bir mezhep, din, etnik topluluk mensupları olumsuz etkileniyorsa, nedeni ne olursa olsun haksızlıktır. Birkaç kuşağın kazandığı paraya el koyup, onların değil kendi çocuklarınızın kullanımına aktarıyorsanız, bu toplumsal bir travma olarak tarihe yazılır. Yüz kızartıcı bir eylemdir. Bir daha tekrarlanmasın diye temcit pilavı gibi gündeme getirilmesi gerekir. Üstünü kapatmak, yaraların iyileşmesini sağlamaz. Mutlaka yüzleşilmesi gerekir.
Manukyan’ın hikâyesi üzerinden bir yanıyla da dönemin politik ortamını, devlet-mafya-siyaset üçgenini vs. gerçek kaynaklardan alınmış halleriyle okuyoruz. Siz aynı zamanda bir gazeteci de olarak Manukyan’ın yaşadığı dönemle bugünkü yolsuzluk konularını karşılaştırdığınızda “Pek de bir şey değişmedi” mi diyorsunuz yoksa kritik farklar var mı?
Tabii ki diyorum. Hiçbir şey değişmedi. Sadece aktörler farklı. O zaman iktidar (biraz zorlayarak söyleyeceğim) liberal partiler arasında el değiştiriyordu, şimdi iktidarda muhafazakâr bir parti var. O gün “milli burjuvazi” yaratılmaya çalışıldı, geçen yirmi yıllık süre zarfındaysa “dini burjuvazi” yaratıldı. Devletin oluşturduğu imkanlarla bu kez de zengin edilen, sözde “alnı secdeye varan” toplum kesimi oldu. Dün etnik ayrımcılık yapılmıştı, bugün dinsel-mezhepsel ayrımcılık yapıldı. Benim dün için bugün yazdığımı, yarın başkaları bugün için yazacak. O gün de toplumsal bir travma yaşandı, bugün de yaşanıyor. Olması gereken, devletin herkese adaletle, eşit uzaklıkta kalarak yaklaşması.
Kitabın özellikle adı hem çarpıcı hem de merak uyandırıcı. Yine de malum sosyopolitik ortamdan ötürü başka bir ad öneren veya bu adı dezavantaj haline getiren durumlar oldu mu?
Kitapların adları birçok kritere başvurularak konulur. Özellikle de popüler olması hedeflenen roman gibi kitaplar için bu çok geçerlidir. Hem roman yazıp hem de “varsın popüler olmasın” diye düşünen birileri varsa da ben onlardan değilim. Kitaplarımın mümkün olduğunca çok okuyucunun dikkatini çekmesini istiyorum. Nihayetinde akademik bir tez yazmıyorum. Bu nedenle “İlgilenen okusun ilgilenmeyen okumasın” deme lüksüne de hakkına da sahip değilim. Dediğiniz gibi sosyopolitik ortam nedeniyle kitabın adı dezavantajlı gibi görünebilir ama benim okurlarım sözünü ettiğiniz sosyopolitik çevrelerden gelmiyor.
Öte yandan size samimiyetle bir şey söylemek istiyorum: İçinde “terörist”, “fahişe” gibi kelimeler geçen metinlere ya da kitap isimlerine “soğuk bakanlar” lütfen benim kitaplarımı almasınlar. Ben kelimelere sansürle yaklaşanlar için değil, ufkunu geniş tutanlar, sansürsüz düşünmeyi ve yaşamayı hak edenler için yazmak, dahası onların yazarı olmak istiyorum.