“Bu kemanın oluşması için tam on yedi tane ağaçla konuşmuş ustası. Keman olmayı kabul edecek ağacı bulana kadar defalarca ormana gidip gelmiş.”
Hükmümü verdiklerinde kendimdeydim. Göz kapaklarım ağırlaşmamış, ellerim titremeye başlamamış ve vücudum kendini yere atmamıştı. Ben her şeye hakimdim, Tanrı her şeye hakimdi, kendi hayatımı başkalarının eline teslim etmek üzereydim.
Beni attıkları hücre ne denli küçükse, içimdeki girdap o denli büyüktü. Arzuladığım her şey karanlıktaydı. O karanlık bana hiç kimsenin sağlayamayacağı bir aydınlık sunuyordu. Hayır, ben kötü biri değilim, şeytanla anlaşmış biri de değilim. Tanrı’ya yürekten inanan bir kulum hatta. Küçüklüğümden itibaren tüm kilise ziyaretlerimde tek bir şey dilemiştim: “Tanrım, kuzum Ponny sonsuza dek yaşasın.”
Kabul olacağından da emindim, Tanrı güzel şeyleri severdi, Ponny güzel bir şeydi; iyilik Tanrı’nın bize armağanlarından biriydi, Ponny de hem iyiydi, hem de annemin bana armağanıydı. Onun korunmasından daha doğal hiçbir şey olamazdı. Üzerime sinen tütsü ve mum kokusu bana rahat olmam gerektiğini hissettiriyordu. “Rahat ol Aleister, Tanrı senin yanında.”
Ponny, fakirliğimizin kurbanı oldu ve babam onu sattı. Yine de bu, sonsuza dek yaşamayacağı anlamına gelmez; muhakkak bir yerlerden bana bakıyordu. Ben hâlâ kilisede aynı duayı ediyorum; çiçek, böcek ya da soğan, fark etmez, Ponny bir şekilde dünyaya yeniden, yeniden ve yeniden geliyor.
Tanrı bana kazık atmamıştı, ona kızmıyordum. Ben fakirliğe kızıyordum; aptal şilte yatağıma, parça parça olmuş kıyafetlerime, kız kardeşimin güzelliğine sırtını dayayıp durmadan “zengin bir koca bulup onları kurtarması için” dua eden anneme, günlerce iş bulmak için dolaşan kasketi çaresizlik rengine bürünmüş babama kızıyordum. Hırsız olmamın nedeni bu kadar basitti, fakir olmak istemiyordum, okumak istemiyordum, sadece para istiyordum.
Birçok insanın hakkıyla kazandığı şeyleri hakkım olmadan cebe indirdim. Yıllarca… Sadece mücevher ve paraları değil; zamanlarını, kadınlarını, itibarlarını… Benim hırsızlığım yalnızca parayla sınırlanamazdı, ben uçsuz bucaksız olmak için doğmuştum. Ve bir insandan bir şey çalmak istiyorsan; en can acıtıcı olanı zaman, en tamir edilir olanı ise paradır.
Sonunda yakalandım. Belki yakalanmak istemişimdir; her günah işleyen, Cehennem’de yakılacağı günü arzuyla bekler. Tam olacağı gündür o gün, kendini bulacağı ve dumanların içinden ruhuna karışacağı….
Biraz dinlenmem gerek, yorgunum. Bu soğuk duvarlar beni kendime getiriyor, yeniden doğmuş gibiyim. İyi ki ufacık bir yere kapattınız beni, yoksa kendimi kaybedebilirdim.
“Kendini kaybetmene izin veremeyiz Aleister, biz yanındayız. Seni önemsiyoruz. Bizim için değerlisin. Sadece cinayeti neden işlediğini anlamadık. Hırsızlık, tamam; ama cinayet neden? Belki sadece hırsızlık yapmış olsaydın bu denli ağır bir ceza almayacaktın.”
“Ben cinayet işlemedim ki. Kadının gerdanlığını boynuyla birlikte çaldım. İkisini ayıramazdım; biri olmadan bir diğerinin anlamı yok.”
“Buraya gelmene sevindik aslında. İlk kez bizimle konuşan bir misafirimiz oldu. Buradan gelip geçen kim varsa kaçtı bizden. Sanki bizden az korkunçlarmış gibi! Tuhaf yaratıklar. Sen iyisin Aleister, sende Tanrı’nın el izi var. Buradan kurtulacaksın.”
“Kurtulmak mı? Niye kurtulayım ki? Çıksam gidecek bir evim yok, beni bekleyen yok. Evim olsa da aynen burada yaptığımı yapacaktım zaten. Duracaktım. Sabit kalmak kadar genç tutan bir şey yok. Sokaklarda koşturan bütün o insanlar delirmiş. Meşguliyet şeytanın atardamarıdır. Oysaki kafandaki boşluk Tanrı’nın selamıdır. Orada her şeyle karşılaşır konuşursun, özgürsündür, içinden geleni yaparsın. Hareket etmesi gereken bir şey varsa gezegenlerdir. İnsanın sabit durması gerekir.”
**
“Çal Aleister! Müziğe uzat elini.”
“Dostum, hiçbir enstrümanı çalmayı bilmem ben. Müziği sadece dinlerim. Çalamam, imkansız.”
“Bu kemanı senin için aldık. Bugün doğum günün. Keman çalmayı seveceğini düşündük.”
“Yapamam dostum. Israr etmeyin.
“Müziğe kulak ver. O seni kurtaracak.”
“Kimden?”
“Kendinden. Hadi, al şu kemanı.”
Aleister kemanı biraz çekinerek aldı. Sanki hem çok tanıdık hem de dünyada karşısına çıkan her şeyden yabancıydı. Nasıl çalacağını ne yapacağını bilemiyordu. Ama sürekli aynı ses ona aynı şeyi söylüyordu. Uykusunda, düşünürken, konuşurken ve yine uykusunda, düşünürken ve konuşurken…
“Müziğe kulak ver Aleister! Müziğinin içine doğru koş!”
Birkaç gün kemana sadece dokundu. “Biliyor musunuz?” dedi, “Bu kemanın oluşması için tam on yedi tane ağaçla konuşmuş ustası. Keman olmayı kabul edecek ağacı bulana kadar defalarca ormana gidip gelmiş. En sonunda bir ağacı ikna edebilmiş de ağacı yapabilmiş.”
“Kim anlattı bunu sana?”
“Ağacın kendisi dostum. Gece kulağımı gövdesine dayayıp onunla konuşuyorum. Bana kendisini anlatıyor, ben de ona kendimi anlatıyorum. Birbirimizi tanımadan teslim olamayız. O zaman onu çalamam. Onu çalmama izin verdiği gün gelince size muhteşem parçalar çalacağız. Repertuarı çok genişmiş.”
Birkaç hafta sonra, hücrenin içinde daha önce duyulmamış bir keman resitali duyuldu. Duvarlar ağlamamak için daha bir genişledirler. Hücrenin içindeki hava defalarca yer değiştirdi, bu bir kutlamaydı. Aleister, kendinden geçmiş şekilde kemanını çalarken bir yandan bağırıyordu:
“Dostlarım! İşte bu, bütünün sesidir! İşte bu, daha önce hiç duyulmamış her şeyin ayaklarımıza dökülüşüdür. Bu benim doğumum ve aynı zamanda ölümümdür. Bu benim Beatrice’yi buluşum, ona kavuşmamdır. Boynundan aşağı sallanışım, rüzgarına teslim oluşumdur. Dostum, bir bakın neler söylüyor ağaç bize! Ormanların sesini çalıyorum size. İnsandan bağımsız, sadece doğanın sesini çalıyorum. Hiçbir nota bilmeden müziğe katılıyorum, parmaklarımı ağaca bırakıyorum, yeniden bütünleşiyor parçalarım. Ne kadar ayrılmışız doğadan, gerçek olandan, bizi yaratandan. Şimdi üzerimde sayısız çiçeğin kokusu, sayısız yıldızın ışıltısı var. Beni görüyorsunuz değil mi, siz de duyuyor musunuz şarkıyı? Daha yakınıma gelin, omuzumdan dinleyin. Bakın burada ırmaklar akıyor, burada tüm renkler birbirinde. Burada kimse yok, ben varım. Sadece kendimi görüyorum. Bütün hayatım sıfırlandı, o hırsızı tanımıyorum. Hayatına son verdiğim hanımefendi, bugün ne kadar güzelsiniz, boynunuzdan yemyeşil bir kan sızarken… Ah, Ponny geldi dostlarım, hadi sarılın ona, Tanrı ne kadar yüce ve iyi, tüm dualarımı kabul etti. Beni kendimden ayırmadı, kendimle bir etti. İnsanlara sesleniyor şimdi; bütün olun diyor, kutlayın hayatı. Kaygılanmayın, kuşkuya düşmeyin, hayat hepimize yetecek kadar fazla. Hepizin bir cenneti ve bir cehennemi vardır, kendinize ait. Onu siz seçin. Kendinize dönün, sessiz olun, zihninizi koşturmayın. Ayağınızı atarken bilerek atın, ayağınızın altına orman döşenecek. Aferin sana Aleister, bana kulak verdin, aferin sana.”
Hücrenin dış penceresinden gardiyanlar ağızları açık dinliyorlardı. Gördüklerine inanmaları güçtü; Aleister elinde hayali bir kemanla, dünyanın en muhteşem şarkısını çalıyor gibiydi ve hücrenin iki adımlık yerinde kendinden geçmişti ve bağırıyordu
“Müziğe kulak ver! Müziğine doğru koş!”
“Müziğe kulak ver! Müziğine doğru koş!”
Omuzundaki iki hücre faresi can kulağıyla onu dinliyorlardı.
1987, İstanbul doğumlu. Felsefeci, yaratıcı drama&tiyatro eğitmeni. Başta KalemKahveKlavye olmak üzere çeşitli mecralarda yazılar kaleme alıyor. İlk kitabı Aristoteles · Hayatı Bir Şölen Sofrası Gibi Bırakmalı Ne Susuz Ne de Sarhoş 2022’de Destek Yayınları’ndan çıktı. Evli ve iki kedi annesi.