Bu yazı ilk kez, Ayı Dergi’nin Şubat 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Vicdanın kriz anlarında sorulan “İnsanlık bitti mi, nerede insanlık?” sorusundaki mantık hatasını çözenler olarak halen azınlıktayız. Zira “insanlık” bir temennidir ve henüz gerçekleşmemiştir.
İlkokuldayken tarihi çağları gösteren o şeritte, 1999 yılıyla sona eren Yakın Çağ’dan sonra hangi çağın geleceğini sorardık öğretmenlerimize ve hiçbiri bilmezdi. Sonra bir ara milenyum falan deyip bebeklerini 1 Ocak 2000 gününe denk getirmeye çalışan aileleri gördü bu gözler. Düş kırıklığının kapıyı çalması çok sürmedi ama…
Biz şimdi, adını bilmediğimiz bir çağda yaşıyoruz. Her şeyimiz gibi çağımız da muamma.
Sosyal medyada kurduğumuz ikincil kişilikler başta başkalarını kandırmak içindi. Şimdiyse o kişiliklerle kendimizi de kandırır hale geldik. Kendi kurduğu yalana inananların çağı bu. Tepeden tabana her yerdeyiz. Her şey gibi insanın da yenisi yapıldı: “İnkârcı insan”. Bu çağın hastalığı bu. Öyle olmadığı halde öyleymiş gibi görünenlerin, öyle olduğuna inananların ve başkalarını da inandıranların çağı. Bu çağa bir ad koyacaksak “İnkâr Çağı” olmalı.
Reklamlar hangi duyguya hangi ürünün eşlik edeceğini öğretirdi eskiden, şimdi duygular ürünlere eşlik ediyor. Nasıl seveceğini evlilik programlarından, nasıl sevişeceğini VPN’le girmek zorunda kaldığı sitelerden, kimin kâfir kimin hain olduğunu yumurta resimli hesaplardan öğrenen; kapalı kapılar ardında uygulanırken lanetlediği şiddeti, yüksek bütçeli canlı yayın katliamlarında görünce içselleştiren, tekrar tekrar izleyen, izledikçe meşruluğuna ikna olan, katilleşen, bu yüzden bir dava için kendini patlatamıyorsa da sokakta kadın tekmeleyen, kediye köpeğe işkence eden, hiç değilse kardan adamları dövüp deviren bir insan türüyle karşı karşıyayız. Buna “yeni insan” diyorlar ama yeni bir şey yok. Bu, aslında en başından beri var olan… Bir şeye durduk yere “yeni” deniliyorsa bilmeli ki yaldızın altında, çürükleri meşrulaştırılmış bir “eski” vardır.
Türümüzün binlerce yıldır bulduğu en matah şey para. En önemli bilimsel keşifler atomun parçalanabilirliği ve genetik. Hepsi, birilerini öldürmede veya kontrol etmede kullanılıyor… İnsan, gezegendeki binlerce yılında savaştan, kandan ve zulümden başka bir şey bulamayanların çoğunlukta olduğu küresel bir kabile.
İnsan olma halini, şuursuz bir süreçte vücuda gelip dirilmeyi bu kadar çabuk kabullenen; boşlukta sallanmakta olan sayısız cismi, onlara ev sahipliği yapan sonsuz göğü görüp şaşırmayan, ayak bastığı gezegenin, boşluğun kalbinde dönmekte olduğunu kanıksayan tüm akıl sahibi akılsızlara üzülürüm. Bir tohumu çatlatan suyu ve toprağı, bir hayvanın bir karaktere sahip oluşunu, bir bebeğin bir ihtiyara dönüşmesini görüp de kafayı dünyevi acılara, ihanetlere, terk edilişlere, ideolojilere ve fanatizme takan, insani ilişkilerin ve çatışmaların hesabını tutarak şu yukarıda saydığım her şeyin arka planda devinmeye devam edişini göz ardı eden akıl körü yığının eşref-i mahlukat olduğunu, en azından yirmi birinci yüzyılda öyle olmaya devam ettiğini kim iddia edebilir?
Dünyada olan bitenleri bilmek, acıları görmek, kimine tanık olmak, her an bir kum saatinin aşağı doğru aktığını, zamanın daraldığını ve bu ömrü neye vermek gerektiğini düşünmek, bu ömrü illa bir şeye mi vermek gerektiğini sorgulamak, şu gökyüzü kumaşının nereden nereye kadar gerildiğini, insanın bir ruhu varsa kapılarının nereden nereye açıldığını, hangi kitabın neresinde doğru, hangi felsefenin neresinde yanlış yazdığını merak etmeyi, hayatı anlamlandırmak için ölümden önce ne yapmak gerektiğini bilmeyi, bu varolma deneyiminin görüp bildiğim herkese ve her şeye bahşedilmiş olmasının arkasında bir lütuf, bir kıymet olup olmadığını sormayı, hasılı, tüm bu içsel, ilahi ve kadim şüphelerin tümünü kafaya takmış biri olarak, benim ve benim gibilerin dışında kalanların sığ sularında yüzmemekle içten içe övünürken, anladıklarımın gereğini yapabiliyor olma konusunda onlardan bir arpa boyu bile önde olamadığımı görür, onlara acıdığımdan bin kat fazla da kendime acırım.
Tüm bu bin yıllık manzara içerisinde ayrıksı bir yola gitmek, insanın bu acziyetinden muaf olmak, durduk yere yük kapasitesini artırmak isteyenler için gül bahçeleri değil dikenli yollar var. Evrende her şey, en az çabayı göstererek var koşulları arar; bu, bir fizik kuralıdır ve insanın varolma yükünü taşıyan yerleri güçlendikçe, daha çok yük biner sırtına. Nehir, yatağı kadar su; vadi, gövdesi kadar rüzgâr taşır. Mücadele rahatlık getirmez; fizik kuralları tembelden yanadır.
Bir sanat ve matematik harikası olan bu varlık alemi, bu rengârenk mühendislik karşısında kederden başka bir şey hissedemiyorsan, zor ama doğru yol üzerindesin. Zaman azalıyor. Ne için bilmiyorum ama azalıyor. Kendin gibileri bul. Onlara sarıl. Üret; somut bir şey değilse de fikirler, hayaller üret. Kurguyu ve gerçeği birlikte sev. Maddeyi anlarken ruhu, maneviyatı anlarken felsefeyi dışlama.
Hangi dinin kafiri, hangi ırkın haini olduğun önemli değil.
Varoluşunun haini olma.
Kalbinin ruhuna vuracağı mühürde bu yazacak.
[su_divider top=”no” divider_color=”#000000″]
Görsel: Chloé Poizat (NYT)
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)