Yapıtı yazarının yaşamından bağımsız olarak inceleyemeyeceğimizi ileri süren eleştiri türleri vardır. Eserin oluşumunun köklerini yazarının köklerinde arayan bu yaklaşım, metinlerdeki otobiyografik öğeler üzerinden giderek çeşitli sonuçlara ulaşır. Yazarın kökeni, ailesi, eğitim durumu, sınıfsal konumu vb. etmenler bu yaklaşımın kullandığı unsurlar arasındadır.
Yapıtları yaşamlarından bağımsız olarak incelenemeyecek yazarlar olduğu gibi, hastalıklarından bağımsız olarak incelenemeyecek yazarlar da vardır. Bu makalede edebiyat ve tiyatro tarihine adını “delilikleriyle” kazımış üç yazarı ve bu yazarlara neredeyse yaşamları boyunca eşlik etmiş olan ilham perilerini, yani hastalıklarını ele alacağız. Türk edebiyatının en ayrıksı kalemlerinden Sevim Burak, sarsıcılığı görev bellemiş vahşet tiyatrosunun kurucusu Antonin Artaud ve kalemi eline aldığı günden beri bize kendi karanlığından bahseden Thomas Bernhard, bu makalede ele alacağımız yazarlar olacak.
Bu üç yazarın yaşam öykülerindeki detaylar ve onları hem besleyip hem öldüren hastalıkları makalemizde değineceğimiz temel etmenler olacak. Hasta bir kalple yazan Burak’ın, her kelimesi maruz kaldığı elektroşok tedavilerinin ve tımarhane günlerinin sarsıcı izlerini taşıyan Artaud’nun ve hastalığını tükettiği gibi aynı zamanda hastalığıyla da tükenen Bernhard’ın yazarlık anlayışları, incelememizin ana eksenini oluşturacak. Eser ve yazar arasındaki ilişkiyi derinlemesine inceleyen psikanalizin ve bir yapıtı yazarından bağımsız olarak değerlendiremeyeceğimizi savunan olgucu eleştirinin bulgularından da faydalanacağımız bu makalede, hastalıklarını silaha dönüştürmüş üç yazarın, bu silahları nasıl kullandıklarını anlamaya çalışacağız.
Katıksız Kendine Özgülük; Sevim Burak
Sevim Burak yaşadığı yıllarda edebi çevreler tarafından pek sıcak karşılanmış bir yazar değildir. Bunun sebebi olarak, Burak’ın eserlerindeki farklılığı, marjinal tavrı ve katıksız kendine özgülüğü gösterebiliriz. Yaşadığı dönemde anlaşılamamış bir yazar olan Burak üzerine yazılan incelemeler de genellikle bu konuda yoğunlaşıyor. Makalelerde, eleştiri yazılarında, akademik yayınlarda Burak’ı anlayabilmenin ipuçları verilmeye çalışılıyor.
Yazdığı dönemde de aslında bugünün edebiyatını yapmış olan Burak’a ilişkin araştırmalar 2000’li yıllarda yoğunlaşmaya başlar. Anlaşılmama konusunun yanında öteki kavramının Burak’ın metinlerindeki yeri de başlıca inceleme konularından birini oluşturuyor. Edebiyatımızın “öteki kalemi” olarak tanımlayabileceğimiz bu yazarın metinlerindeki ötekilik, ötekileşme, ötekileştirme kavramları ve kimlik meselesi, incelemecilerin en çok değindikleri konular arasında.
Burak’ın yazarlığını kuramsal açıdan inceleyen araştırmacılarsa “post-yapısalcılık”, “minör edebiyat” gibi kavramlara ulaşıyorlar. Dille sonsuz bir oyun oynayan Burak’ın bu çabasının bilinçli ya da bilinçsiz olarak girmesine neden olduğu kuramsal kategorilerden en çok öne çıkan ikisi bunlardır. Dili kullanma biçimi, Burak metinlerindeki otobiyografik öğeler ve kadın karakterler de en sık mercek altına alınan konular arasındadır.
Antonin Artaud üzerine yapılan Türkçe çalışmalardaysa şiddet olgusu ön plana çıkmaktadır. Artaud’nun vahşet tiyatrosu ile yapmaya çalıştığı sarsıcı etki, araştırmacılar tarafından şiddet olgusu üzerinden ele alınmıştır. Artaud tiyatrosu tiyatroda yeni bir arayış olarak nitelendirilmiş ve çoğunlukla da bu başlık altında incelenmiştir.
Thomas Bernhard ise genellikle öyküleri üzerinden ele alınmıştır. Dikkat çekici bir yaşam öyküsü ve karakter yapısı olan yazarın eserlerindeki karanlık temalar, ölüm imgesi ve öfke üzerinden yaşamına ilişkin incelemeler de yapılmıştır. Bernhard’ın politik tavrı ve memleketi olan Avusturya’ya karşı daima sert olan tutumu da incelemecilerin öne çıkarttığı noktalar arasındadır. Ayrıca, Bernhard’ın Nazi eğitiminden geçmiş bir birey olması ve bu eğitimi eserlerinde hedef tahtasına oturtması da yazarın politik yönüyle ilgilenen incelemecilerin en sık değindikleri konular arasındadır.
Bernhard yazınında öne çıkan temalar vardır. Ölüm, hastalıklı bir yapıda okurun karşısına çıkartılan cinsellik, karakterler üzerinden verilen nefret olgusu bu temalar arasındadır. İncelemeciler psikanalitik yöntemi kullanarak yazarın bu temaları öne çıkartmasının sebepleri üzerinde durmuşlardır. Bernhard’ın da yaşamından bağımsız bir şekilde ele alınamayacak yazarlardan olduğu, tüm incelemecilerin hemfikir oldukları bir noktadır.
Metni Anlamanın Yolunu Yazarın Yaşamında Aramak: Olgucu Eleştiri
Ele alacağımız üç yazarın yaşam öyküleriyle de öne çıkan yazarlar olduğunu ve eserlerini bu öykülerden bağımsız olarak değerlendiremeyeceğimizi belirtmiştik. Bu yaklaşım, kökleri XIX. yüzyıla dayanan bir eleştiri yöntemini karşımıza çıkarır. “Olgucu eleştiri” olarak adlandırılan bu yöntem, yazarın kişiliğine özel bir yer verir ve yapıt gibi yazarı da toplumsal ortamla bağlantıları açısından ele alır[1]. Yazarın yaşam öyküsü gibi, kökeni, öğrenim durumu ve kişilik özellikleri de bu eleştiri türünün temel aldığı unsurlar arasındadır.
Bu türün en güçlü örneklerini vermiş eleştirmenlerin başında Sainte-Beuve gelir. Yazarları adeta bir doğa bilimci gibi sınıflayan Sainte-Beuve’ün ardından gelen isimse bu yöntemi en uç noktasına kadar götürmeyi amaçlayan Hippolyte Taine’dir. Bilimselliğin öne çıktığı bu eleştiri yönteminde Taine’in kullandığı araçlar; soy, çevre, dönem ve ana yetidir[2].
Yazarı esas alan biyografik eleştiri, eseri anlamanın yolunu sanatçının kişiliğinde arar. Bu yaklaşıma göre bir eserin aydınlatılabilmesi için, sanatçının hayatı ve kişiliği incelenmelidir. Aynı zamanda, eserler sanatçının bir nevi kimliği olarak görülmüştür. Yani bir yazarın kişiliğini ve psikolojisini anlayabilmek için eserleri bir belge gibi kullanılır. Eser hakkında sağlam yorum ve değerlendirmelere ulaşmanın yolunun, yazarı tümüyle anlamaktan geçtiği ileri sürülmüştür[3].
Bu noktada eleştirmenlerin en çok başvurdukları kaynaklardan biri Sigmund Freud’un psikanaliz kuramı olmuştur. Psikanaliz, her şeyden önce zihinle ilgilidir. Bu durum bizi, sanat yapıtını anlayabilmenin yolunun, sanatçının zihnini anlamaktan geçtiği sonucuna ulaştırır. Freud için sanat konusunda göz önünde bulundurulması gereken en önemli öğe, sanatçıdır[4]. Söz konusu yapıt, o kişinin zihninden yansıyanların bir bütünü olarak karşımıza çıkmıştır ve bütünü anlayabilmenin yolu da o zihni çözümlemekten geçmektedir.
Tüm bu bilgiler ışığında Sevim Burak, Antonin Artaud ve Thomas Bernhard yazınına baktığımızda, olgucu eleştiri ve psikanalizin sanata ilişkin bulgularının haklılığını görmekteyiz.
Ölümden ve Yaşamdan Aynı Anda Korkabilmek
Artaud’nun tiyatroda yapmaya çalıştıklarını kendi biyografisinden, kim olduğundan, delilik nöbetlerinden ve psikiyatri nefretinden, elektro şok deneyimlerinden bu şokların yol açtığı da söylenen kanserinden ayıramıyorsak, Burak’ın yazdıklarını da yaşadıklarından, diyelim çocukluğunda değiştirmemiş olduğu ıslak mayosunun yol açtığı kalp rahatsızlığından, terziliğinden, o terzilik alışkanlığının koşulladığı metinleri teğelleme fikrinden ayrı düşünmek olanaksızdır[5].
Beliz Güçbilmez’in bu satırları Burak ve Artaud yazınının kökenlerini ortaya koymaktadır. Burak’ın yazını, görselliği olan bir yazındır. Cümlelerin kurgulanışından dili bozma çabalarına, metin aralarında kullanılan desen ve resimlerden somutluk ve soyutluk arasında gidip gelen atmosfere kadar tüm bu yapı, Burak’ın yaşamının bir portresini oluşturmaktadır. Sevim Burak’ın metinleri yazıldığı coğrafyaya ne aittir, ne de yabancı; bu metinleri en iyi karşılayan tanım, ötekiliktir.
Sevim Burak kalp hastası olduğu anlaşıldığında henüz on yaşındadır ve bu yıllarda geçici bir süreliğine tedavi görür[6]. Bu hastalık, 1970’li yılların başında kendisini kronik kalp rahatsızlığı olarak yeniden gösterir. Bu noktadan sonra başlayan ve neredeyse Burak’ın yakasını hiç bırakmayacak olan tedavi süreci, yazarın mizacını oldukça değiştirmiştir[7]. Bu durumu en iyi özetleyen kızı Elfe Uluç’un sözleridir. Uluç, annesinin neşesinin ve parlak kişiliğinin içinden zaman zaman ortaya çıkan aşırı ve öfkeli davranışlarının temelinde o hasta ve yaralı hayvanın can havliyle etrafa atılışını sezdiğini söylemiştir[8].
Uluç’un bu anlatımının Sevim Burak yazınındaki gölgesi olarak, metinlerdeki duygu değişimlerini, karakterlerin inişli çıkışlı kişileştirmelerini görebiliriz. Burak’ın cümlelerindeki kırılmalar, satırlardan düşüp adeta boşluğa yuvarlanan harfler bu değişimlerin bir yansıması olabilir mi?
Bu noktadan sonra Burak’ın rahatsızlığı hızla ilerlemeye başlar. Eşiyle çıktığı Avrupa seyahatinde ameliyat olur, kalp kapakçığının değişmesi gerektiğini öğrenir. Ancak bu ameliyat pahalı bir ameliyattır ve hem bu paranın toplanabilmesi için, hem de Burak’ın ameliyatla ilgili korkusunu yenebilmesi için operasyon dört yıl gecikmeye uğrar[9]. Bu operasyonun ardından da bir dizi ameliyat geçiren Burak, 30 Aralık 1983 tarihinde hayata veda eder. Oğlu Ali Karaca Borar’a söylediği, “Kör, kambur, topal olmaya razıyım yeter ki ölmeyeyim[10],” cümlesi, Burak’ın ardından kalanlar arasındadır.
Burak’ın ölüm karşısındaki bu tavrı, Freud’un ilk öğrencilerinden Otto Rank’ın sanatçının ölümle olan ilişkisi üzerine görüşünü hatırlatmaktadır. Rank’a göre, sanat, sanatçının zihninde birbiriyle rekabet eden iki korkuyu uzlaştırıcı bir üründür. Sanatçı ölümden korkmaktadır ve bu nedenle ölümsüz olmak istemektedir. Bu yüzden kendisini sürekli olarak temsil edecek bir eser bırakma ihtiyacı duyar. İkinci korkuysa, sanatçının yaşam karşısında duyduğu korkudur. Bu korkuyu aşmak içinse, sanatçı eserleri yoluyla farklı ve ideal bir gerçeklik oluşturur[11].
Burak’ın yaşamı boyunca eserlerinde kurduğu gerçeklik ideal bir gerçeklik olarak tanımlanabilir mi? Metinlerin yapısına, içeriklerindeki karanlık noktalara baktığımızda bu görüşe pek haklılık payı veremeyiz. Ancak Burak’ın eserlerinin, yaşadığı dönemde de, sonrasında da “sahibinin sesi”ni, hatta çığlığını duyurmaya çalıştığını söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Sevim Burak çığlık çığlığa yazmıştır ve bu çığlıkların yankıları hâlâ duyulmaktadır.
Sanatta Elektroşok Tedavisi: Vahşet Tiyatrosu
Kimdir gerçek deli? Toplumsal anlamda, belirli üstün bir insani onur düşüncesine alçaklık etmektense delirmeyi yeğlemiş kişidir. Belli yüksek pisliklerde suç ortağı olmayı yadsımış kişilerden kurtulmak ya da kendini savunmak için, toplum, işte böyle boğdu onları tımarhanelerinde. Çünkü deli, toplumun duymak istemediği ve dayanılmaz gerçekleri yaymaktan alıkoymak istediği kişidir[12].
Yazını hastalığından bağımsız olarak değerlendirilemeyecek yazarlardan olan Antonin Artaud, dört yaşındayken menenjit geçirir ve bu hastalık onu ergenlik yıllarına kadar takip eder. Aynı yıllarda depresyona girer ve çeşitli yerlerde tedavi görür. Yirmi yedi yaşındayken bir psikiyatri kliniğine yatırılan Artaud, burada sanat terapisi ve elektroşok tedavisi görmüştür.
Bu hastalık süreçleri Artaud’nun hem psikolojik durumunu, hem de fiziksel sağlığını kötü etkilemiştir. Hastalık öncesi ve sonrası fotoğraflarında bu etki açıkça görülmektedir. Elektroşok tedavisi ve diğer egzotik psikiyatrik tedaviler bir yana kanser ve on yıllarca süren bağımlılıkla mahvolmuştur. İnsülin tedavisini de burada atlamamak gerekir[13].
Kişisel sorunları ele alan bir tiyatro öneren Artaud, efsane ve büyüye geri dönmek gerektiğini savunmuştur. İnsan ruhunun en derin çatışmalarını göstermeyi amaçladığı bu tiyatroya da “Vahşet Tiyatrosu” adını vermiştir. Seyirciye acı çektirmek, onları yüreklerinden vurmak, ciğerlerini sızlatmak isteyen Artaud, yazarlığını da bu görüşleri üstüne inşa etmiştir[14].
Artaud’nun tiyatroya ilişkin bu fikirlerini hastalığından, daha da önemlisi geçirdiği tedavi süreçlerinden bağımsız olarak ele alabilir miyiz? Freud, sanat yapıtı ve sanatçının yaşamı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu ileri sürer[15]. Bir sanat eserinin oluşumu, sanatçının çocukluk yıllarına kadar uzanan bu ilişkinin başlattığı sürecin bir sonucudur. Bu görüş ışığında, tiyatronun yalnızca nesnel ve görünen dünyayı değil, tüm olanaklarıyla iç dünyayı, insanın metafizik görünümünü vermesi gerektiğini öne süren Artaud’yu daha iyi anlayabiliriz[16]. Neredeyse tüm hayatı kliniklerde, elektroşok tedavilerinde geçmiş bir yazarın insan ruhunun en derin çatışmalarını sahneye taşımak istemesi, belki de kendisine kliniklerde yapılan şeyi sahne üzerinde yapmak istemesi normal değil midir?
Edebiyatın “İçinde Boy Atan Ölüm”: Thomas Bernhard
Bu makale kapsamında ele alacağımız son yazar Thomas Bernhard da hayatına eşlik eden bir hastalıkla yaşamış ve yazmıştır. Yaşam öyküsüne dair detayları eserleri içine yedirmekten çekinmeyen bir yazar olan Bernhard, ülkesiyle olan ilk anlaşmazlığını daha doğmadan önce yaşar. Avusturya’daki katolik anlayış, evlilik dışı bir çocuk olan Thomas Bernhard’ın burada doğmasına izin vermez ve Thomas, Hollanda’da doğmak zorunda kalır. Babasını hiçbir zaman görmeyen, annesini ise küçük yaşlardayken kaybeden Bernhard, İkinci Dünya Savaşı’nı da en yoğun haliyle yaşamış bir yazardır. Tüm bunların üstüne, çocukken zamanla kalbini de zorlamaya başlayacak bir ciğer zafiyetine yakalanır[17].
Bernhard intihar etmemiş, hastalığının onu bitirmesini beklemiştir. Hastalığı, Rilke’nin deyişiyle, “içinde boy atan ölüm” olmuştur. Fizik bakımından onu zayıf kılan hastalık, tinsel bakımdan itici güce dönüşmüştür. Hastalığını toplumun, çağının yapay sağlıklılığına meydan okumak için kullanmış; yazarlığını, ayrıksılığını hastalığına özdeş kılmıştır. Ölüme ya da ölüm güdüsüne baştan teslim olmuş, o güdüyle yazmış, dış dünyaya kafa tutmuştur[18].
İntihar, hastalık, delilik ve yalnızlık, Bernhard’ın yapıtlarının en belirgin temaları arasındadır[19]. Bu temalar aslında Bernhard’ın yazınını olduğu kadar, yaşamını da tanımlamaktadır. İlk intihar girişimini yedi sekiz yaşlarındayken gerçekleştiren ama ip koptuğu için başarısız olan Bernhard, hayatı boyunca hastalığının pençesinden kurtulamamıştır[20]. İnsanlarla arasında her zaman bir duvar bulunduran yazar, yalnızlığı en koyu haliyle yaşamıştır. İnsanlardan bu kaçışı, Enis Batur’un kendisini “misantrophe” (“insan düşmanı”) olarak tanımlamasına bile sebep olmuştur[21].
Artaud’nun vahşet tiyatrosuyla amaçladığı etkinin bir benzerini de Bernhard’ın tiyatro anlayışında görürüz. Yazar, izleyiciyi düşündürmekten çok, tedirgin etmeyi, irkiltmeyi, sarsmayı amaçlamıştır. İletişimsizliğin en yoğun haliyle yaşandığı bir ortamda, seyircinin kendi acınası durumunun farkında varmasının yolunun, onu dehşete düşürmekten geçtiğini öne sürmüştür. Bernhard, öfkeyle yüklü dilini, en güçlü silahı olarak kullanmıştır[22]. Sevim Burak yazınında parçalanmışlığı, ötekiliği anlatan dili kırma çabaları, Bernhard yazınında katıksız bir öfkeyi, nefreti anlatır.
Bernhard’ın dili metinlerindeki karanlık ve soğuk atmosferin oluşmasında en çok paya sahip olan unsurdur diyebiliriz. Bernhard’ın öfkesi, harekete geçen, saldıran bir öfkeden çok, olduğu yerde sürekli yükselerek güçlenen, güçlendikçe de sesini herkese ve her şeye duyuran bir öfkedir. Onun oyun kişileri akla gelen ya da gelmeyen her şeye küfür tiratları ile saldırırlar. Tiksinti ve aşağılama, bu oyun kişilerinin başlıca özellikleri gibidir. “Hakaret virtüözü” olarak da nitelenen Bernhard, bu payeyi dili saldırgan bir üslupla kullanmasıyla almıştır[23].
Daha doğmadan evvel ülkesiyle karşı karşıya gelen Bernhard, Nazi eğitiminden geçmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç atmosferine yakından tanık olmuş bir yazardır. Bu konulardaki öfkesinin yanında insanlara karşı ayrı bir nefret büyütmüştür. Yazın anlayışını oluşturan da içindeki bu nefret olmuştur. Bernhard’ın hastalığı onu ölümle tanıştırmış, kaynaştırmıştır. Belki de Bernhard’ın nefretini bu kadar özgür bırakmasının sebebi, ölüme duyduğu bu yakınlıktır. Yazarın, ölüm karşısında her şeyin ciddiyetini yitirdiğine ilişkin düşüncesi de bu tahmini güçlendirmektedir.
İyileştirilemeyen Toplum, İyileştirilemeyen Yazar
Sevim Burak, Antonin Artaud ve Thomas Bernhard, sadece fiziksel değil, toplumsal hastalık olarak tanımlayabileceğimiz sosyolojik, kültürel özelliklerle de birlikte doğmuşlardır. Burak’ın yaşamından kalp hastalığını, Artaud’nun yaşamından tımarhane günlerini ve Bernhard’ın yaşamından ciğer zafiyetini çekip alsak bile, bu yazarları “iyileştirmiş” olamayız.
Ele aldığımız üç yazar kendi hastalıklarından olduğu kadar, yaşadıkları toplumun ve dönemin hastalıklarından da beslenmişlerdir. Burak’ı azınlık kavramının, ötekileştirmenin Türkiye’deki karşılıklarından bağımsız okuyamadığımız gibi Artaud’yu yaşadığı toplumun bozuk psikolojisinden, Bernhard’ı ise Avusturya’daki Nazi etkisinden bağımsız olarak okuyamayız. Bu yazarların metinlerindeki karanlık noktalar, yaşadıkları topluma ait karanlık unsurlardır ve yapıtı üreten yazarın hastalığından çok, toplumun hastalığıdır.
KAYNAKÇA
ARTAUD, Antonin, …, Underground Poetix XIV, Mart 2015, S: 1.
BATUR, Enis, “Kadim Dostum Thomas”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47.
CEBECİ, Oğuz, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004.
DEMİRALP, Oğuz, “Anti-Otobiyografi”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47.
GÜÇBİLMEZ, Beliz, “Sevim Burak’ı Artaud ile Okumak”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, AÜ. DTCF Tiyatro Bölümü, Ankara, Şubat 2011, S. 32.
HOLLAND, Norman N., Psikanaliz ve Shakespeare, Çev: Özgür Karacam, Gendaş Kültür, İstanbul, 1999.
İPŞİROĞLU, Zehra, “Yaşam Tiyatrodur Tiyatro Yaşam”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47.
KAYAOĞLU, Ersel, “Bir Hakaret Virtüözünün Yapıtlarında Kadın Figürleri”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47.
KOÇAKOĞLU, Bedia, Aşkın Şizofrenik Hali: Sevim Burak, Palet Yayınları, Konya, Nisan 2009.
MOODY, Rick, “Artaud’nun Etkisinden Seçmeler”, Çev: Şenol Erdoğan, Underground Poetix XIV, Mart 2015, S: 1.
MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
NUTKU, Özdemir, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008.
ÖZDEM, Filiz (ed), Bir Usta, Bir Dünya: Sevim Burak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004.
SCHNEIDER, Michel, “Müziğin Kokusu”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47.
YÜCEL, Tahsin, Yöntemleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak 2012.
[1] Tahsin YÜCEL, Eleştiri Yöntemleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak 2012, s: 27.
[2] A.g.y., s: 30.
[3] Berna MORAN, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s: 132.
[4] Norman N. HOLLAND, Psikanaliz ve Shakespeare, Çev: Özgür Karacam, Gendaş Kültür, İstanbul, 1999, s: 37.
[5] Beliz GÜÇBİLMEZ, “Sevim Burak’ı Artaud ile Okumak”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, AÜ. DTCF Tiyatro Bölümü, Ankara, Şubat 2011, S. 32, s: 58.
[6] Bedia KOÇAKOĞLU, Aşkın Şizofrenik Hali: Sevim Burak, Palet Yayınları, Konya, Nisan 2009, s: 29.
[7] A.g.y., s: 53.
[8] Filiz ÖZDEM (ed), Bir Usta, Bir Dünya: Sevim Burak, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, ss: 15-16.
[9] B. KOÇAKOĞLU, a.g.y., s: 53.
[10] F. ÖZDEM, a.g.y, s: 99.
[11] N. N. HOLLAND, a.g.y., ss: 190-191.
[12] Antonin ARTAUD, …, Underground Poetix XIV, Mart 2015, S: 1, s: 40.
[13] Rick MOODY, “Artaud’nun Etkisinden Seçmeler”, Çev: Şenol Erdoğan, Underground Poetix XIV, Mart 2015, S: 1, s: 8.
[14] Özdemir NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, s: 127.
[15] Oğuz CEBECİ, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul, 2004, s: 175.
[16] Ö. NUTKU, a.g.y.
[17] Oğuz DEMİRALP, “Anti-Otobiyografi”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47, s: 113.
[18] A.g.y., s: 119.
[19] A.g.y., s: 117.
[20] Michel SCHNEIDER, “Müziğin Kokusu”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47, s: 153.
[21] Enis BATUR, “Kadim Dostum Thomas”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47, s: 121.
[22] Zehra İPŞİROĞLU, “Yaşam Tiyatrodur Tiyatro Yaşam”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47, s: 126.
[23] Ersel KAYAOĞLU, “Bir Hakaret Virtüözünün Yapıtlarında Kadın Figürleri”, Kitap-lık, Yapı Kredi Yayınları, 2001, S: 47, s: 134.
1995, İzmir. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı mezunu. Öykü, deneme, makale, tiyatro oyunu alanlarında kalem oynatıyor. Radyo programı yapımcılığı ve metin yazarlığı yapıyor.