“Okurken bir ayağımız gerçekte, bir ayağımız rüyada – aslında çoğunlukla kâbusta- sallanıyor, kahraman iki dünya arasında savrulurken biz de ayaklarımızı sallıyoruz sınırın üstünde.”
Bu yazı daha önce 16 Eylül 2016 tarihli Aydınlık Gazetesi Kitap Eki’nde “Tek Kişilik Öyküler” adıyla yayımlanmıştır.
Ursula K. Le Guin’in Çocuk ve Gölge makalesinde, Le Guin, Carl G. Jung’un gölge arketipini anlatırken, gölgenin ruhumuzun öteki yüzü, bilinçli zihinin karanlık kardeşi olduğundan söz eder. Jung’a göre, “eğer birey kendi gölgesi ile hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur.”
Rüya ile gerçek arasında, belli belirsiz, bulanık bir sınırın üstünde geçen öykülerden oluşan Yaklaşan Dip’i okurken Ursula K. Le Guin’in bu makalesi ve Carl G. Jung da kafamda döndü dolaştı. Bir eylül gecesi okumaya başladığım kitabın kalan son iki öyküsünü rüyalarımda tamamlamış gibiydim sabah. Yazarın yarattığı tekinsiz dünyası, hem tedirgin ediyor hem de davetkâr.
İsim öyküsü kadar çarpıcı bir kapağa sahip Yaklaşan Dip, psikolojik gerilim ve korku türlerinde yazan Onat Bahadır’ın ikinci öykü kitabı. Yazarın daha önce 2008’de “Boşluğa Gülümsemek” adlı öykü kitabı, 2011’de “Deliliği Beklerken” adlı romanı yayımlanmıştı. Beş yılın ardından yeniden okurlarıyla buluşan yazar yine az ve öz yazmayı tercih etmiş. İthaki Yayınları etiketi ile Yankı Enki editörlüğünde yayımlanan kitapta 10 kısa öykü yer alıyor. 112 sayfalık bir rüya hâli…
Okurken bir ayağımız gerçekte, bir ayağımız rüyada – aslında çoğunlukla kâbusta – sallanıyor, kahraman iki dünya arasında savrulurken biz de ayaklarımızı sallıyoruz sınırın üstünde. Rahatsız ediyor kahramanın yaşadıkları, tedirgin oluyoruz boşluğa basamamaktan. Yazarın kaleminin gücü bizi de gece-gündüz düşlerine sürüklüyor. Kolektif korkularımız, kolektif kaygılarımız bedenleşiyor, kâbus gerçek oluyor, gündeliğin yerini alıyor. Gündelik hayattaki alışkanlıklarımız bir başkasına dönüşüyor, karşımızda cismanileşiyor, boğamızı sıkıyor, bir yandan da alay ediyor ama yine de nefes almayı başarabiliyoruz. Çünkü gerçekte de yaşadığımız onca günlük eziyete ve korkuya rağmen hâlâ nefes alıyoruz.
Öykülerin çoğunluğunda tema, toplumda kaybolma, topluma, eve ve kendine yabancılaşma. Havada Yüzen Tabutlar ölüm korkusunun sarsıcılığı ile, Tanrı Misafiri çocuk istismarı ve intikam, İki Balık Bir Adam ise doğa duyarlılığı ile genel temanın dışına çıkan öyküler.
Sonsuz bir şimdide tek kişilik öyküler
Tek kişilik öyküler yazmayı seviyor yazar. Kahramanımız, çoğunlukla şehirli, eğitimli, masa başı çalışan, içe dönük, okuyan yazan, rutinine sadık, sakin ve sessiz bir erkek. Yan karakter ise genellikle bir sevgili, bir eş olan kadın. Ana karakterlerini erkek olarak yazmayı seçiyor yazar. Ama kadın sesini unutmuyor, yol gösterici kadın da var, baştan çıkaran kadın da.
Yazar, kahramanının yabancılaşmasını karabasanları kullanarak anlatıyor. Bir migren atağı ile başlayan gerçeklikle rüyanın sınır çizgisinin silinmesi karşısında ilk atağı atlattıktan sonra sakin ve umursamaz bir tavırla da karşımızda duruyor. Kahramanlar maruz kaldıkları anlaşılmaz olayların önce panikle, sonra tuhaflamayla – şaşkınlıkla değil – ardından mücadele ve bazen cesaretle üstesinden geliyor.
Yazarın önceki iki kitabında, ana karakterler daha çok içsel duygu ve düşüncelerinden bahsederken – ki bu bazen metnin akıcılığını bozuyordu ve kurguda geniş parantezler açıyordu, bu öykülerde yazarın, ana karakterin iç dünyası ile dış dünya arasında bir denge kurmuş olduğunu görüyoruz. Böylelikle kurgu geniş parantezlerle bölünmüyor, akışı bozulmuyor. Yazar, bu dengeyi farklı seslere sahip erkek karakterler ve ana rolleri kapan kadın karakterler ile sağlamlaştırabilecekken bu eksiği etkileyici anlatım gücü ile kapatıyor. Yeri gelmişken yazarın dilinden de bahsetmek gerekir. Anlatım, tekinsizliği kurmakta başarılı, ne çok açık ne de kapalı, sürükleyici ve duru.
Yabancılaşmanın fiziksel zorluklarla özdeşleştiğini de görüyoruz. Kahraman ya denizin ortasında saatlerce yüzerek, ya başağrıları çekerek, ya kan revan içinde kalarak ya da uçsuz bucaksız bir çölde sıcakla boğuşarak, uzaklaşmasını bir zulüm misali yaşıyor.
“Bizi buraya kim attı? diye düşünüyorum. Hangi felaketin ardından buraya düştük? Yeryüzündeki hangi deprem, hangi büyük dalga kaldırıp attı bizi buraya?”
Günlük hayattaki eş/sevgili, çalışan, evlat gibi rollerimize, mekânlarımıza – evin, sokağın, toplu taşımanın, iş yerinin sessiz zorbalığı– yabancılaşma, bedensel acılarla betimleniyor; sıkışıp kaldığımız hayatın verdiği ağrının aslında bedensel acılar kadar şiddetli olduğu da vurgulanıyor. Bir yandan alışkanlıkların ve yerleşik hayatın dışına çıkmak – ya da zorla çıkarılmanın – baskın bir kaygı olduğunun da altı çiziliyor.
İnsanın bedenine yabancılaşması da beliriyor sayfalar arasında. Ruhtan daha hızlı yaşlanan beden kendini aynadaki aksinde tanıtıyor sahibine. Bu imge kaygıyla birleşince gerçeklik ve zamanda bir boşluk açarak itiyor kahramanı içeri.
Metin, görsel olarak kalıcı imajlar yaratmakta da başarılı. Boşlukta uçurtmalar gibi süzülen tabutlar, uçsuz bucaksız dalgalı bir denizde karaya ulaşma çabası gibi korkutucu imgeler, okurun zihninde tüm dehşetiyle canlanıyor.
Gölge ile yüzleşme
“Gölge figürünün çoğunlukla at, kurt, yılan, kuzgun ya da balık gibi bir hayvan tarafından temsil edildiğini de görürüz,” diyor Le Guin.
Onat Bahadır’ın öykülerinde gölgenin hayvan temsillerini görüyoruz. Gölge ile yüzleşme, Sinek isimli öyküsünde, öldürülen sineğin insan silüetinde yeniden ve grotesk ölümünde, Av öyküsünde kuzgunumsu bir yırtıcıyla, Kaybolduğum Yer’de yüzü eşek ve insan karışımı olan tuhaf yaratıkla, İki Balık Bir Adam’da ise balıkla resmediliyor. Bu öykülerde kahraman, gölgesinin manipülasyonlarına maruz kalıyor, yüzleşemediğinde kurban da oluyor, hesaplaştığında ise kendi hâlinde bir kahraman, bir sağ kalan.
Yaklaşan Dip, gerçekliğin hudutunu, okuru korkuları ile yüzleştirerek ihlal ediyor. Yarattığı efsunlu atmosferde bizi kendi karanlığımızla buluşturuyor. Bir okumada biten ama hayalinizde ve düşlerinizde peşinizi bırakmayan bu öykülerin dünyasında kaybolup yüzeye çıkmak kişisel okuma tarihinizde kalıcı bir iz bırakıyor.
Burun delikleri iyice genişlerken dişli ağzı bir kadının sesiyle “Ben kaybolduğun yerim,” dedi. Susmuş beni tartıyordu. Sonra sözünü tamamladı; “ve sen uyansan iyi olur!”
1981’de İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. Serbest avukatlık ve editörlük yapıyor; okudukları ve izledikleri üzerine yazıyor. Fabilog’un kurucu, Fabisad’ın yönetim kurulu üyesi. Uykudaki bir Cylon olduğu fantazisi ile yaşıyor ve uyanacağı günü bekliyor.