Daha kısa, daha kısa, her şeyi söyleyen tek bir hece kalıncaya dek.
Daha kısa, daha kısa… Hepsi kısa, ama şaşırtıcı düşündürücü tümceler.
Elias Canetti
Henry David Thoreau’nun; “Mesele öykünün uzun olması değil, onu kısaltmak için gereken sürenin uzun olmasıdır,” sözleriyle kısa öyküye getirdiği yorum, bizi “Kısa öykü nedir?” sorusu, üzerinde düşünmeye sevk ediyor.
Bir ölçüsü var mıdır, nasıl olmalıdır, içerikle ilgili bir kural getirilebilir mi… gibi sorularla uzun zaman kafaları meşgul eden, kısalığından dolayı “Küçürek, Mikro, Minimal” gibi adlarla da çeşitlendirilen Kısa Öykü’nün tanımını yapmak çok da kolay değildir.
Ölçü anlamında türdeşleştirmekten çok, anlamsal bütünlük açısından bakılması gereken kısa öyküyü tarihlendirmek de en az kısalığı hakkında karar vermek kadar zordur.
İnsanoğlu konuşmayı başardığından bu yana vazgeçemediği hikâye anlatma tutkusundan doğan ve yüzyıllar boyunca ağızdan ağıza aktarılan söylenceler, masallar, fabllar ve kıssalar öykünün kaynağıdır.
14. Yüzyılda rastladığımız Canterbury Hikâyeleri ve Decameron hatta Hindistan’da başlayıp İran’da, Arap ülkelerinde gelişen ve oralardan Avrupa’ya geçen Binbir Gece Masalları günümüzde kısa öykünün ilk yazılı eserleri olarak kabul edilmiştir.
En bildiğimiz tanımıyla kısa öykü, asgari bir sınırı olmayan, belli bir uzunluktaki kurmaca eserdir. Kısa öykü bir resimdir, ele alınan konunun gerçek özüne dair bir şeyleri resmeder. Yoğunluk ve derinlik içerir, okuyucuya içgörü verir, çatışma içeren yapısı öyküyü kısa öykü yapar.
Elias Canetti’nin “Kulak Misafiri: Elli Karakter” isimli yapıtının önsözünde, “Kulak Misafiri’nin, elli sabit fikirlinin hızlı kalem darbeleriyle çizilmiş portrelerinden oluştuğu söylenebilir. Metinler kısa, yalın, dolaysız ama olgular müthiş olağandışı. Canetti gözün algılayabileceği herhangi bir durumdaki gizil gücü kavrarken ve bilinenin ardından akıllardan geçmeyeni bulup çıkarırken bilimle sanat arasındaki benzerliği daha ileri noktalara taşıyor bu yapıtında,” diyor, çevirmen Şemsa Yeğin.
Bu görüşe katılmamak mümkün değil, çünkü Canetti bilimsel düşünceye sahip, geniş gözlem gücü olan bir yazardır. Eserlerinde kitlenin birey üzerindeki etkisini ve bireyin toplumun oluşumuna katkısını işler.
Yaşadığı yüzyıl Hitler’in iktidara geldiği, kapitalizmin en yoğun bunalımlarından birini yaşadığı yıllardır ve bunalım süreci kapitalist üretimde yeni bir aşamaya evrilmiştir. Üretim sürecinde meydana gelen her köklü değişimler, o sürecin gerektirdiği insanı da yaratmıştır. İnsanın ihtiyacından fazlasını üretmeyi öğrendiğinden bu yana da toplumlar, üretim sürecine verdiği katkıyla oluşan sınıflara ayrılmıştır. Toplumu oluşturan bu sınıfların kendine özgü yaşam tarzı gelişmiştir.
Eric Fromm; “İnsanın karakteri kendi elleriyle yarattığı dünyanın koşullarıyla şekillenmiştir,” der.
Yarattığı dünyanın yaşam tarzına uyum sağlamak zorunda olan insan, bu doğrultuda karakter özellikleri de kazanmıştır. Yani yarattığı dünya, kendisini de yaratmıştır.
Elias Canetti’nin Elli Karakter alt başlıklı kısa öykülerden oluşan eseri Kulakmisafiri, aslında baştanbaşa bir kapitalizm eleştirisidir. Betimlediği her karakter sistemin yarattığı insanın duruşu, davranışları, hayata bakış açısıdır. Var olma savaşında kullandığı araçlarla, yaşamda kendisine yer edinme, tutunma çabasıyla insanın zayıf ve güçlü yanlarını yansıtan eşsiz karakterler çizmiştir, Elli Karakter’de.
Her bir karakter anlatısı, kullanılan basit ve yalın dille anlaşılırlığı kolaylaştırırken, karakterleri tanımlarken kullandığı imgelerin gerçekle bağını kurduğu kelimelerin kazandırdığı anlamın derinliğinin içinde kayboluyorsunuz. Dile yüklenen anlamı çözerken tek bir okuma yetmiyor, yapılan her okuma betimlenen karakterin bir başka sosyolojik ve psikolojik derinliğine sürüklüyor sizi.
Kısaca şöyle diyebiliriz; çok yalın ve basit bir dil kullanmış Canetti, ama bu basitlikte öyle derinlik yakalamış ki, o kısacık öyküye büyük bir anlamı sığdırmış, bunu yaparken de bilimle sanat arasındaki ilişkiyi hem dilbilimsel anlamda hem de sosyolojik ve psikolojik anlamda çok ileri noktalara taşımış.
Öykülerde görülen bir başka özellik de kullanılan dilin güçlü bir mizah içermesi. Anlatı diline hâkim olan bu mizahî dil, öykülere gerçeküstü bir özellik de katmış. Gerçek değilmiş, kurmacaymış gibi işlenen karakterler aslında gerçekliğini de doğrular bir anlatının içinde okuyanda gelgitler yaratıyor. Öykülerin son cümlesi de oldukça dikkat çekici, vurucu ve uyarıcı olduğu gibi, öykünün ilk cümlesini doğrulayan bütünlüğü sağlıyor.
Eric Fromm; “Modern insanın karakteri sadece ekonomik piyasa tarafından belirlenir,” der. İçinde bulunduğumuz yüzyılda geçerli olan ekonomik sistemde insanı daimî tüketici haline gelmiştir. Tüketici olmadığımız zamanlarda alıcı ve satıcı durumundayız. Yani insan da bir üründür artık. İnsan emeği de, hayatı da, bedeni de kazanca dönüştürülebilen bir sermayedir. Bu sermayeden kâr etmek için insanın dış görünüşü çok önemli hale gelmiştir. Ayrıca kurnazlığı, acımasızlığı, üçkâğıtçılığı da akıllılığı, becerikliliği, zekiliği, yaratıcılığı ve sanatsal yaratıcılığının önüne geçmiştir.
Diğer bir deyişle, endüstrileşen toplumunun yarattığı, kendisine ve çevreye yabancılaşan insanın kendi davranışları ve gücü de kendine yabancılaşmıştır. İnsan sadece bir metadır artık. Hem emek anlamında, hem biyolojik anlamda.
İşte, Canetti’nin eşsiz bir gözlemle yarattığı Elli Karakter alt başlıklı eserinde betimlediği karakterleri, modern insanın ekonomik piyasa tarafından belirlenen karakterleridir. Canetti, her karaktere bir cinsiyet yakıştırmıştır. Anlatılan karakter, özelliğine göre kadın ya da erkektir. Her karakterin adı aynı zamanda, konu olduğu kısa öykünün de başlığıdır.
İlk öykü ve ilk karakter, kadın cinsiyetiyle eşleştirilen ‘Kralyapıcı’.
Canetti güçle kralı eşitlemiştir bu öyküde. Gücü yaratanı yani itaat edeni (kitleyi) de Kralyapıcı olarak adlandırdığı kadınla eşitlemiştir.
“Kralyapıcının görkemli bir havası vardır, yükümlülüğünün neleri gerektirdiğinin bilincindedir bu kadın ve konuklarına çok iyi davranmakla, onları iyi ağırlamakla ünlüdür.” (sf:21) Bu öyküde anlatılan karakter; çağın tek hâkimi olan gücü, kendisinin yarattığının farkında olmayan ve başka birinde yarattığı güçle var olacağını sanan insanın karakteridir.
Güç aynı zamanda elinde bulunduranlarla, itaat edenler arasındaki bir çıkar ilişkisidir. Bu ilişkinin doğurduğu ‘nasiplenme’ kişinin kitle içinde hayatta kalabilmesinin ya da iyi şartlarda yaşamasının garantisidir.
Yani güce tapma aslında kendi yaşamını garantiye alma biçimidir de. Yaşama karşı sorumluluğundan kaçan insan, o sorumluluğu alacak ve kendi adına karar verecek olana karşı bağlılık duyar. Krala duyulan bağlılık bu sorumluluğun devridir, bu bağlılık Kralyapıcıyı da kapsar. Kralla sembolize edilen güç; yaşamı kavrayan, hapseden, insanlığı yok eden güçtür ve dişidir. Belki de Canetti, Kralyapıcı’ya kadın cinsiyetini yakıştırmakla güç elde etme isteğinin doğurgan, üremeye müsait ve yayılmacı etkisine vurgu yapmaktadır.
Ayrıca acımasız piyasa ilişkilerinin zorunlu kıldığı rekabet ortamında güç öyle bir şeydir ki; insanın yaşadığı dünyada daha iyi yer edinebilmesini sağlayan, yücelten, dünyanın olanaklarını önüne seren, doymak bilmez iştahını tatmin eden, kısaca hiçliğini unutmasını sağlayan yegâne şeydir.
Bize baskı yapanlar desteğimizle ayakta kalırlar. Bunun farkında olmadan ve kendi gücümüzden şüphe ederek, itaat edeceğimiz güçleri yaratırız. Sonra da, üzerimizde baskı kuran gücü, elde edeceğimiz her konumda, karşımızdakine karşı acımasızca kullanırız.
Bir başka bakış açısından da yaklaşırsak; erkek egemen toplumda kadınların söz hakkı yoktur, kısıtlıdır, verildiği kadardır. Söz sahibi olan gücü de elinde bulundurur. Söz sahipliğini, ya da diğer bir deyişle, kadınlar bazı toplumlarda güç sahipliğini doğurdukları erkek çocuklarıyla kazanmaktadırlar.
Her erkek çocuk bu toplumda birer kraldır, doğuştan, cinsiyetinden dolayı ayrıcalıklara sahiptir. Kadınlar erkek çocukla beraber, özellikle doğu toplumlarında sosyal hakları artar, karar vermede de söz sahibi olurlar, bunun getirdiği rahatlıkta da kendilerini destekleyecek olanları hatta pohpohlayacakları kazanmaları kolaylaşır. Toplumsal ayrıcalıkları kazanabilme gücünü elde ederler. Zaman içinde diğerlerinden farklı konuma gelip toplumda söz sahibi olabilmesi ya da ayrıcalıklı bir sınıfta kendine yer edinmesi için tüm gücünü harcadığı oğlu, ya da kocası bu ayrıcalığa ulaştı mı, artık kendi de kraldır.
Bir başka güç kazanma yolu da, yine erkeğin hâkim olduğu bu dünyada erkeğini güçlendirmek için çalışmaktır. Kocasını ya da erkek evlatlarını emir verebilecek, yönetecek, karar verebilecek konuma getirmek için gereken yollarda ona yardım etmek, işini kolaylaştırmak için savaşan, önlerindeki engelleri temizlemeye çalışan kadındır Kralyapıcı.
Bu kadın erkeklerini bu güç yarışında destekleyecek, statülerini kabul edecek yandaşları yaratmakta da ustadırlar. Çevresindeki güçten nasiplenmeyi düşünenleri vereceği umutla yanında tutabileceğinden gerçek kraldır. Kendisine verilen ya da verilmeyen destekleri hatırlamakta üstüne yoktur. Hepsinin geri dönüşümünü yapması gücü elinde tutması için de şarttır. Bütün bunlardan başka batı toplumlarında da halâ, sembolik de olsa krallıklar vardır.
Sorgulanamaz, kolay kabullenilebilen ve ayrıcalıklı olanların doğuştan sahip oldukları, tanrı tarafından bahşedilmiş şeydir kral olmak. Taşa, toprağa, insana kısaca sınırlar içindeki her şeye hâkim olmaktır. En güçlü olandır kral. Gücün tabulaştığı dünyamızda güçlü olmak en çok istediğimiz şeydir.
Canetti gücü kralla özdeşleştirerek onun bu dokunulmazlığına ve sorgulanamazlığına vurgu yapmaktadır. Elde edemediğimiz güç için hepimiz birer “Kralyapıcı”yı oluruz ki en tehlikelisi de budur.
Öykünün son cümlesi, her öykünün son cümlesi gibi oldukça çarpıcı ve yoğun anlam içeriyor. “kral olmanın tarihe karıştığında, bu onuru hâlâ anımsayan tek kişi odur. Büyük günlerde saygılarını sunduğu dilenciler arasında bir iki eski kral bulabilirsiniz.” (sf:22) Güç, elinde tutan için de, tapınan için de tehlikelidir. Her şey bir gün tersine dönebilir.
Kulakmisafiri-Elli Karakter
Elias Canetti
Payel Yayınları
İlk Basım Nisan 1974 143 sayfa