Kitap okumayı oldukça seven, kendim de öyküler yazan biriyim. İncelediğim çevirilere girmeden önce, çeviriden ve iyi çeviriden ne anladığıma değinmek istiyorum. Çeviri bana göre sadece bir kitabı çevirme işi değil, bir yeniden yazma işidir. Çevirmen kişisi kendi seçtiği ya da yayınevinin ona verdiği eseri alır ve yeniden yazar. Ve bana göre Türkçeye çevrilen eserlerdeki en çok göz ardı edilen şey; çevirmenin, çevirdiği dili çevireceği dilden daha iyi bilmesine özellikle daha fazla özen gösterilmesidir; hatta Türkçeye ne kadar hakim olduğu o kadar da önemli değildir. Bu yüzden yayıncılık dünyası herhangi bir üniversitenin “… Dili ve Edebiyatı Bölümü” mezunu genç çevirmenlerle kaynamaktadır. Halbuki bu çevirmenlerden birçoğu en basit tabiriyle Türkçe bir cümle kurmaktan bile acizdir. Paragraf, cümle ayrımı bilmemeleri ya da çevirdikleri kelimelerin Türkçede bir karşılığının olup olmaması ise zaten normal karşılanır . Tam da bu nedenlerle, çevirmen kişisi bu yeniden yazma işini sırtlanıyorsa en çok bilmesi gereken şey okuyucunun okuyacağı dil, yani çevireceği dil -bizde Türkçe- olmalıdır.
Ancak ne yazık ki edebiyatımızda sadece genç değil, önemli yayınevlerinde önemli yazarları çeviren ve hâlâ çevirmekte olan, neredeyse dokunduğu her kitabı mahveden ve çevirdiği kitap sayıları 100’ü hatta 400’ü geçmiş çevirmenler var. En önemlisi de bunlardan bazıları adeta bir markaya dönüşmüş durumda ve çevirdiği kitaplar daha okunmadan başarılı addediliyor.
Bunlardan biri geçtiğimiz aylarda bize Fahrenheit 451’in de yepyeni bir çevirisini sunmaktan geri kalmayan Dost Körpe. Kendisinin toplam dört kitabını incelemiş bir -araştırmacı- okur olarak, Dost Körpe’nin tam da Fahrenheit 451’deki gibi dokunduğu her kitabı kül haline getiren, fahrenheit 451 derecesinde bir ateş olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten de, eğer Fahrenheit 451’deki gibi bir distopyada yaşıyor olsaydık ve ben de 1984’deki Büyük Birader gibi bir diktatör olsaydım; kitapları yok etmez, onları Dost Körpe gibi çevirmenlere verirdim. Çünkü en basit tabiriyle hiç çevrilmediği zaman Ray Bradbury’yi hiç okuyamıyorsunuz; ama böyle çok kötü çevrildiği zaman yanlış bir çeviriden okuyor, ne okuduğunuzu anlayamıyor ve en kötüsü de bundan dolayı kimi suçlayacağınızı –yazarı mı, çevirmeni mi yoksa bu kitabın müthiş bir kitap olduğunu size söyleyen arkadaşınızı mı?- bilemeyip çoğunlukla sıradan bir okuyucunun yaptığı gibi yazardan nefret ediyor ve belki bir daha o yazarın yüzüne bile bakmıyorsunuz. Burada “sıradan okuyucu” deyimi kesinlikle bir hakaret değil, çünkü insanlar genelde yazara göre kitap alır -ki bu da oldukça normaldir. Bunu kendinize ufak bir soru cevap testi yapıp da kontrol edebilirsiniz. Kaç tane çevirmen adı biliyorsunuz ve kaç tane yazar adı biliyorsunuz? Çevirmen sorusuna aklınıza gelen tek tük çevirmenleri vermeniz ya da hiçbir cevap verememeniz de kesinlikle sizin suçunuz değil. Zira kitaplarda büyük puntolarla yazılan şey yazarın ismi; çevirmenin adı ise ya çok daha küçük puntolarda yazılıyor ya da kapağın iç sayfalarından birinde yer alıyor. Ve o iç sayfalardaki gereksiz yayınevi bilgilerini hangimiz okuyoruz?
Zaten çevirmenin görevi de bu olmalı, belki yanlış algılanabilir ama çevirmen zaten büyük puntoyla değil küçük puntoyla yazılmalı. Çünkü asıl yaratıcı işi yapan o değil, ve kitap ona da ait değil. Yaptığı işi azımsamamakla birlikte o sadece aynı kitabın belki 70 farklı çevirisindeki çevirmenlerinden biri. Bu iş büyük bir emek gerektirse de –hatta belki yazardan bile fazla- çevirmenlik zaten büyük bir özveri işi ve çevirmen de bunu bilerek bu işe giriyor. Yani çevirmen eğer işini iyi yapıyorsa ister istemez görünmez olmak zorunda.
Gelelim iyi çeviriden ne anladığıma. Bana göre iyi çeviri; öncelikle o yazarın o eseri iyi anlamasına, en önemlisi de o eserle bir bağ kurabilmesine bağlı. Edebiyatımızda böyle istediği kitabı seçebilme, o kitabı istediği zaman teslim edebilme özgürlüğüne sahip Ahmet Cemal gibi pek çevirmen yok; hatta bize Canetti’den Kafka’ya birçok değerli çeviriler sunan Ahmet Cemal, türünün tek örneği olabilir. Çevirmenlerin aldığı ücrete kıyasla yaptığı işlerin yoğunluğu arasındaki uçurum da onların biraz -hiç değilse biraz- özensiz olmalarını haklı çıkaracak bir neden olabilir. Ama bu kesinlikle iyi bir yayınevi için bahane olmamalıdır.
Kötü çeviri karşısındaki yayınevinin tutumu ise bambaşka bir Türkiye mozaiği. Bir araştırmacı okur olarak, kitabın içindeki o kimsenin okumadığı ilk sayfaları okumayı kendime hep görev addetmişimdir. Kitap kaç baskı yapmış, ilk ne zaman yayınlanmış, ilk kez bizde ne zaman çevrilmiş, hep merak ettiğim şeylerdir. Bu kitap eğer çeviri bir kitapsa onu da orijinalinden kıyaslamayı –özellikle de anlamadığım yerler olursa- çok severim. Sanırım bu şekilde ilk incelediğim kitap Catcher in the Rye olmuş, Catcher in the Rye’ın karşılığının bizdeki gibi Çavdar Tarlasında Çocuklar olmadığını anlamam ise uzun sürmemişti. Hemen yayınevine (Yapı Kredi Yayınları) mail attım ve bu değişikliğin nedenini sordum. (J. D. Salinger aynı zamanda orijinal kitapta romanı annesine ithaf etmişti, bizde o da yoktu.) Sonuç olarak yayınevinden hiçbir cevap gelmedi ve kitap aynı haliyle yeni baskılar yapmaya devam etti.
Bir sonraki incelediğim kitap ise Silahlara Veda’ydı. Bir kitabevinde 10 liraya düştüğünü görünce -bu fiyat değişikliği yayınevine gerçekten de pahalıya mal olacaktı- ne zamandır merak ettiğim bu klasiği okuyayım istedim. Ve kitaba başlar başlamaz bir yanlışlık olduğunu sezdim. Öncelikle diyaloglar çok kötüydü, Hemingway’in asla bu tarz diyaloglar kurmayacağını biliyordum. Öyleyse sorun çevirmendeydi. Kütüphaneden Silahlara Veda’nın orijinal ilk baskısıyla bizim çeviriyi kıyaslamaya başladım. Amacım sadece diyalogları karşılaştırmaktı. Ve birkaç sayfa okuduktan sonra yanılmadığımı gördüm. Hemingway’in diyalogları akıp gidiyordu; bizdekilerse sayfayı tekrar tekrar okutuyordu. Kısaca, “aşırı çeviri kokuyordu”. Birkaç sayfa daha ilerleyince de gördüğüm şey karşısında şoke oldum. Önce hemen yanıldığımı düşünüp birkaç kez baştan okudum, ama sonunda maalesef yanılmadığımı gördüm: Orijinal kitapta yer alan iki paragraflık yer, bizde yoktu; hiç çevrilmemişti. Ve en önemlisi de kitabın o kimsenin okumadığı iç sayfasında “aslına uygun tam çeviri” yazıyordu.
Bütün bunlar “19 temmuz 2017 bilgi yayınevi rezaleti” başlığıyla Ekşi Sözlük’te de gündem oldu. Yayınevinin tutumu gerçekten saygısızcaydı ve insanların en çok sinirlendiği şey de buydu. Olayla ilgili iki farklı açıklama yapan ve daha sonra yaptığı ilk açıklamayı silen yayınevi, pervasızca ve olayla hiçbir alakası olmadığı halde benim maillerimi afişe ediyor ve 50 yıllık bir gelenekten söz edip bildirilen eksik/hataları da bir sonraki baskıda düzelttiklerinden, hatta böyle durumlarda okuyucuya kitap da hediye ettiklerinden bahsediyordu. Ancak anlamadıkları şey şuydu: Yayınevi olarak uzun yıllardır okuyucuya yalan söylemişlerdi. Birkaç ay sonraki yeni baskıda, her zamanki gibi hiç kimseye duyurmadan sadece o eksik iki paragrafı eklemeyi de kendilerinin 50 senelik geleneğine yakıştırabiliyorlardı. Bu yama gibi yeni baskıyı görünce neredeyse kan beynime sıçramıştı. Sorun sadece kötü çeviri değildi, aynı zamanda böyle önemli bir geleneğe sahip ve gerçekten de edebiyatımızda önemli yazarları yayımlamış ve hâlâ yayımlayan bir yayınevinin bütün bunlar karşısındaki tutumuydu. O gün bilgisayarımın karşısına geçip o başlığı açmakta tereddüt bile etmedim. Ve ne yalan söyleyeyim, bu olayın bu kadar büyüyeceğini de tahmin etmedim. Sadece Hemingway’e ilgili olan insanların, bir arama motorunda ya da Ekşi Sözlük’te arattıklarında karşılarına çıkmasına istiyordum. Ama sözlük yazarlarının ve bazı yazarların hiç tahmin etmediğim büyük tepkisiyle olay gerçekten hiç beklemediğim bir noktaya evrildi ve konu iki gün gündemde kaldı. Yayınevi bütün bunları beklemiyor olacak ki tepkilerin çığ gibi büyümesi üzerine yaptığı ilk açıklamanın ardından tekrar bir açıklama yapmak zorunda kaldı. İlk açıklamada resmi sitesinden benim Ekşi Sözlük’teki kullanıcı adımı bile yazan, maillerimi afişe eden yayınevi bu sefer, “Bu başlığı açan kişinin niyeti ne olursa olsun, bizim için önemli olan okurlarımızın görüşleri ve güvenidir”, “Hemingway çevirilerimiz yayınevi dışından bağımsız çevirmenlere inceletilecektir”, “Gerekirse kitapların yeniden çevrilmesi yoluna gidilecektir” gibi açıklamalarla durumu düzeltmeye çalıştı.
Yayınevinin beni sıradan bir okuyucudan ayırarak ayrı bir yere koyması oldukça komiğime gitmişti. Sanki ben, Hemingway’in telif haklarının yayınevime geçmesi için ellerimi ovuşturan bir yayınevi sahibiydim ve bu yolla her türlü şeyi deneyeceğimi belirterek apaçık savaş ilan ediyordum. Oysa ben de o yıllarda –ki hâlâ öyle- Hemingway’i sadece anlaşılır, güzel bir dille okumak isteyen, sıradan, basit bir okuyucuydum. Ve Hemingway çevirileriyle ilgili bulanıklığı da ilk kez ben dile getirmiyordum. Başlığı açtıktan sonra bir iki kitap satış sitesinde ve bir Twitter hesabında bile bunların yazılmış olduğunu, özellikle Silahlara Veda’nın okunamadığından diğer sıradan basit okuyucuların da şikâyet ettiğini görmüştüm. Hatta kendimin sıradan basit bir okuyucu olması şuradan da anlaşılabilirdi: Başlıkta da söylediğim gibi, benim İngilizcem bile yeterli değildi. Kitabın çevirisi o kadar kötüydü ki daha orijinaliyle kıyaslamadan kötü çeviri kokusunu almış, diyalogları kıyaslayınca da iyice emin olmuştum. Gerçekten de, bazı çeviriler kendini saklayabilse de –bunlara bir örnek olarak yine bir Hemingway kitabı olan ve yayınevinin inceleteceğini söyleyip hiçbir şey yapmadığı Çanlar Kimin İçin Çalıyor olabilir- kötü bir çeviriyi sadece Türkçesini okuyarak anlayabilirsiniz. Bir kere o kitap en temel şeyi atlamış; kötü, anlaşılmakta güçlük çekilen, berbat bir dille yazılmıştır. İkincisi Türkçe imlâ kurallarına uygun gibi gözükse de aşırı çeviri kokuyordur. Türkçede olmayan, sadece çevrilen dilin kültürüne yerleşmiş ifadeler, deyimler ve ünlemler dümdüz bir şekilde çevrilmiştir. Kısaca çevirmen, kitabı Türk okuruna en iyi şekilde sunmaya çalışmamış, sadece çevirmeye çalışmıştır.
Sonunda Bilgi Yayınevi üçüncü ve nihai açıklamayı 30 Kasım 2017’de yaptı ve kitaplardan sadece Silahlara Veda’nın yeniden çevrilmeye uygun bulunduğu -evet, kitapları dışarıdan bağımsız çevirmenler incelemişti- belirtiliyor ve en önemlisi de sanki bütün bunlar benim Ekşi Sözlük’te açtığım başlık üzerine oluşan tepkiler üzerine olmamış gibi “Silahlar Veda adlı başyapıtın çevirisiyle ilgili okurlarımızdan şikâyetler almış ve bu konuda bir açıklama yapmıştık”, “Tüm eserlerimizi okurlarımıza en iyi şekilde sunabilmek için elimizden gelen çabayı göstermeye devam ediyoruz. Okurlarımızdan gelecek eleştiri ve önerilere her zaman açık olduğumuzu bir kez daha belirtmek isteriz,” deniyordu.
Tabii ki de yayınevi bütün kitapları incelememişti ve tüm eserleri okuyucuya en iyi şekilde sunmak gibi bir gayreti de yoktu. Zaten böyle bir hatanın olduğunu kendilerine mail attığımda da inkâr etmişler, sonra sayfa numarasıyla birlikte bizde olmayan orijinal parçayı gönderdiğimde de “İnceleyeceklerini ve durumu bana bildireceklerini” söylemişlerdi. Yayınevi en başta böyle bir hataya ihtimal dahi vermiyordu, kısaca eleştirilere ve önerilere de hiçbir zaman açık değillerdi. Bu kadar tepki oluşmasa kitabı yeniden çevirecekleri falan da yoktu. Ancak kendilerinin de yaptığı açıklamada olduğu gibi artık çeviri üzerinde “bir bulanıklık söz konusuydu” ve bu kitabı yeniden çevirmeleri okuyucuya saygıdan falan değil, kitabın artık satmayabileceği ve yayınevine saygınlığına gölge düşürdüğü içindi. Ya da Hemingway kitaplarını gerçekten de başka bir yayınevine kaybedebilme korkusuydu.
Nitekim öyle de oldu. Daha sonra benzer yanlışlarla dolu, bazılarında yine çevrilmemiş eksik cümleler bile bulunan üç Hemingway kitabı daha -Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Güneş de Doğar, Ya Hep Ya Hiç- inceledim ve bunlarla ilgili yine Ekşi Sözlük’te başlıklar açtım. Ama bunların hiçbiri yeteri kadar tepki oluşturmadı ve sonuç olarak, yayınevinin bağımsız çevirmenlere inceleteceğini söylediği bu kitaplar incelenmedi ve yeniden çevrilmedi. Bütün bunlar üzerine yayınevinden ümidimi kesmiş ve tekrar, Hemingway’in telif haklarını elinde bulunduran Michael Katakis’e mail atmıştım. Birkaç gün sonra cevap geldi: “Yeter. Biz yayınevine güveniyoruz ve senin kim olduğunu bilmiyorum.” Konuyla ilgili ulaşabileceğim en yüksek noktaya ulaşmış ve artık yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Çeviriler kesinlikle berbattı ve Hemingway’in tüm telif haklarını zamanında oğlundan devralmış Michael Katakis’in yayınevine güveni tamdı; üstelik yayınevi kendi ağzıyla Hemingway çevirilerinin bulanıklığını itiraf etmesine rağmen.
Bütün bu olaylar Türkiye’de bir yayıneviyle okuyucu arasındaki ilişkinin sadece basit bir örneğini oluşturuyor. Sıradan tek bir okuyucu yayınevi için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir değişiklik –kitabın yeniden çevrilmesi gibi- yapılabilmesi için büyük bir tepki oluşması, yayınevine yığınla mail yağması gerekiyor. Aslında sadece “yayınevi” için değil, “iktidar” olan için de tek bir insan bir şey ifade etmiyor. Change.org gibi sitelerin amacı bundan doğuyor, ya da kalabalıklar bu yüzden sokaklarda toplanıyor. Burada yayınevi “iktidar” modelinin sadece basit bir örneğini oluşturuyor.
Bütün bu olaylardan sonra, yayınevinin söz verdiği gibi kitabın yeniden çevrilmesini beklerken (ilginç bir şekilde herhalde geciktireceğini anlayan yayınevi bunun teslim tarihini de değiştirdi; önce “2018’in ilk yarısı”ydı, sonra “2018 yılı içinde” oldu ve 2018 yılının bitimine yaklaşmışken Belkis Çorakçı Dişbudak’ın çevireceği söylenen kitap hâlâ ortalıkta yok) sayısız çeviri daha inceledim.
Bu incelediğim çevirmenlerden biri neredeyse her yayınevine çeviri yapmış; Jose Saramago’dan J. K. Rowling’e, Anthony Burgess’den J. G. Ballard’a kadar birçok önemli yazarı çevirmişti. Hatta 40 küsur yaşında olmasına rağmen 100’ün üzerinde çevirisi vardı. (Silahlara Veda’nın çevirisini yapan Mehmet Harmancı’nınsa 400’ün üzerindeydi.) Bu bahsettiğim çevirmen, yazımın başında da değindiğim Dost Körpe’ydi ve onu ben özellikle seçmemiştim. Abartısız hangi kitabı okumak istersem karşıma o çıkıyordu. Ve Sel Yayınevi’nden çıkan, J. G. Ballard’ın Gökdelen (High Rise) kitabını okurken de aynı çeviri kokusuyla karşılaştım; kitap okunmuyordu ve bunu anlamam için ilk iki sayfa yetmişti. Ardından orijinaliyle kıyasladım ve yine yanılmadığımı gördüm; çevirmen nasıl beceriyorsa her cümleyi alacalı bulacalı hale getirmeyi başarıyor, en basit cümleyi bile tamamen kendi yorumuyla başka bir şeye dönüştürüyordu. O kadar uzun sağlıksız cümleler vardı ki, cümlenin kendi içinde bile bir anlamı yoktu.
Bütün bunları belirtip yayınevine mail yazdım ve kitabın yeniden çevrilmesi gerektiğini özellikle vurguladım. İlk deneyimime göre oldukça sağlıklı bir cevap gelse de cevap, umduğum gibi değildi. Yayınevi “ilgim ve alakam için teşekkür ediyor, uygun görülürse kitabın tekrar basımda redaksiyondan geçirileceğini” belirtiyordu. Bu sefer kitabın redaksiyonla kurtarılamayacağını belirten, kitaptan cümlelerle tek tek örnekler de veren daha uzun bir mail yazdım. Bunlar redaksiyonla düzeltilebilecek, editörün yaptığı ufak tefek yazım ya da noktalama yanlışları değil; çevirmenin, yani kitabı yeniden yazan kişinin apaçık Türkçe bilmemesiyle ve çeviri yaparken okuyucuyu zerre umursamamasıyla alakalı şeylerdi. Aylar sonra yayınevinden yeni bir mail aldım; yaşadığım mağduriyet dolayısıyla özür dileniyor ve kitabın editörler tarafından ikinci baskıda yeniden elden geçirildiği belirtiliyordu. Yayınevi, yama gibi düzelttiği yeni baskının ilk sayfasının bir kopyasını da bana yollamaktan geri kalmıyordu. Anlaşılan eleştirilerimin hiçbiri dinlenmemişti –çünkü sıradan basit bir okuyucuydum ve ne de olsa “tek” bir kişiydim- ve yayınevi, yeniden gözden geçirilen kitabı bana hediye olarak göndermekten bahsediyordu. Kitabın gönderilmesine gerek olmadığını belirten ve aynı eleştirilerimi yineleyen yeni bir mail yazdım ve onlar da kısa bir süre sonra cevap vererek “eleştirilerimi tekrar değerlendireceklerini” söylediler. Söz konusu olan, dünyanın en önemli bilimkurgu yazarlarından biri sayılan J. G. Ballard’dı ve işin komiği çeviriyi yapan isim, Türkiye’nin önemli çevirmenlerinden biri sayılıyordu.
Daha sonra Dost Körpe’nin İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) çevirisini de inceledim ve bu incelememi de yayınevine yazdım. Zaten orijinali bile güçlükle anlaşılan argo bir dile sahip olan romanda, Dost Körpe her şeyi yanlış anlamıştı ve her zamanki gibi güçlükle anlaşılan diliyle kitabı okunması imkânsız bir hale getirmişti. Örneğin bir yerde orijinali “uyuşturuculu süt” anlamı taşıyan cümleyi “bıçaklı süt” olarak çevirmişti. Cümleleri gereksiz yere uzatarak mahvetmişti ve çevirmediği cümleler vardı. Yayınevinden hiçbir yanıt alamadım. Bu önemli klasiğin çevirisinin, Aziz Üstel’in yorumuyla çok daha iyi ve başarılı bir şekilde yıllar önce yapıldığını ise sonradan öğrendim. Yayınevi ilginç bir şekilde bu çeviriyi göz ardı etmiş, kitabı Dost Körpe gibi bir isme emanet ederek -Stanley Kubrick tarafından filmi de çekilen- böylesine önemli bir klasiği mahvetmeyi tercih etmişti.
Yayınevlerinin daha önceki çevirileri korumayıp yeni çeviri yapmaları ilk kez karşılaştığım bir şey değildi. Aynı şey Hemingway kitapları için de geçerliydi. Benim çevirisini incelediğim Hemingway kitaplarından bazılarının, yıllar önce zaten başarılı bir şekilde oldukça önemli çevirmenler tarafından çevrildiğini kütüphaneler vasıtasıyla öğrenmiştim. Örneğin Çanlar Kimin İçin Çalıyor – Roza Hakmen, Silahlara Veda ve Yaşlı Adam ve Deniz ise Ülkü Tamer tarafından zaten çoktan çevrilmişti. Öyleyse yayınevleri neden böyle sağlıklı çevirileri göz ardı edip yeni çeviriler yapıyordu?
Dost Körpe’nin incelediğim bir sonraki kitabı ise bardağı taşıran son damla oldu. İthaki Yayınları yepyeni bir kapakla ve çevirmenle Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 adlı, bu önemli distopik eserini yeniden çevirmeye karar vermişti. Açıkçası yeni kapağı gördüğümde ben de her okuyucu gibi sevinmiştim. Ancak işler çevirmenin adını da gördüğümde değişti. Yayınevinin sitesinden hemen bir ön okuma yaptım ve yine yanılmadığımı gördüm. Dost Körpe kitabı mahvetmekle kalmamış, kitabın girişinde yazan ve bana göre kitabı tek bir cümleyle özetleyen Rimenez’e ait sözü bile tamamen kendi yorumunu katarak mahvetmeyi başarmıştı. Bu kitabın yeniden çevrilmesini ve bütün metro istasyonlarına asılmış billboard reklamlarını görünce bunun, 1966 yapımı Truffaut’lu ya da bu sene vizyona giren Michael B. Jordan’lı filmlerinden çok daha başarılı bir uyarlama olduğuna -ne de olsa bu bir kitap değildi- kanaat getirdim. “Bu bir pipo değildir” resmindeki gibi bu yeniden çevrimin kapağında da kibrit resmi vardı ve yayınevi “Bu kitabı okumayın” diyerek o kitaptaki atmosferi çok iyi bir şekilde anlatıyor ve bunu garantilemek için de kitabın fitilini Dost Körpe’ye ateşletiyordu.
Özellikle benim de ilgi duyduğum, bilimkurgu kitaplarının çevirilerinde tam anlamıyla fecaat oluşumuz bir gerçek. İthaki, 6:45, Alfa gibi yayınevlerinin başı çektiği, ilk çıktığı zaman dünyada edebiyat bile sayılmayan -ki belli ki bizde hâlâ öyle olan- bu türdeki çeviriler ya sağlıklı değil, ya zaten o önemli kitaplar hiç çevrilmemiş ya da çevrilse bile yeni baskı yapmamıştır. Örneğin Philip K. Dick’in Uzay Piyangosu (Solar Lottery) yine yazımın başında bahsettiğim, bir İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu, ilk çevirisini yapan 1990 doğumlu bir gence emanet edilmiş. Ve kitap her cümlesinde bu çevirmenin ne denli Türkçe yoksunu olduğunu belli ediyor. Douglas Adams’in o meşhur, Otostopçu’nun Galaksi Rehberi (Hitchhiker’s Guide to the Galaxy) serisi de maalesef okuyucuyu gözeterek iyi bir şekilde çevrilmemiş. Aynı şey Philip K. Dick’in Alfa Yayınları’ndan çıkan toplu öyküleri için de söylenebilir: Kitaplar anlaşılmıyor. Ve her ne kadar bilimkurgu da olsa, her yazar kitabını anlaşılsın diye yazıyor.
Türkiye’deki bilimkurgu kitaplarının, eğer o kitap Harry Potter ya da Yüzüklerin Efendisi kadar aşırı popüler değilse, oldukça sağlıksız çevirmenlere emanet edildiğini -Ekin Odabaş ve Celal Üster gibi çevirmenleri bunlardan ayırarak- rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin, 1984 ya da Cesur Yeni Dünya kadar popüler olmayan, ama bu ünlü iki distopyanın temelinin dayandığı Zamyatin’in Biz (Mıy) kitabı, çoğu yayınevi tarafından kelimenin tam anlamıyla berbat çevirilerle okuyucu karşısına çıkıyor. Orijinal dili olan Rusça’dan direkt, sağlıklı bir çeviri ortada yok. (Bu konuyla ilgili mail attığımda İş Bankası Yayınları kendilerinin yeni bir çeviri hazırladıklarını müjdelediler; tabii ben de hemen Dost Körpe’yi bu işten uzak tutmalarını söylemeden edemedim.) Her ne kadar bilimkurgudan ziyade mizahi sayılsa da, çevirileri Sıla Okur tarafından yapılan Woody Allen’in kitapları da “Kötü çeviri nedir?”in çok güzel bir örneğini oluşturuyor.
Her gün Fahrenheit 451 billboard’larını görmem üzerine fazla umutsuz bir söylem olsa da, açıkçası çoğu kitabın geleceği hala hiçbir ümit vadetmiyor. Dost Körpe, Mehmet Harmancı, Sıla Okur gibi çevirmenler aslında -mecazi olarak da olsa- büyük bir cinayet işliyorlar. Kendilerine emanet edilen yazarı okura çok yanlış bir şekilde tanıtıyorlar. Aslında cinayet bile değil, seri cinayet bunun adı. Öyleyse bu kötü çevirmenler de seri katil konumuna yerleşiyor. Çünkü çevirdikleri kitap her baskıda 1000, 2000, 2500 gibi kopyalarla basılıyor ve her yanlış çevirdikleri kopyada yazarın kalbine bir hançer saplanmış oluyor. Ne de olsa öldükten sonra yazardan geriye kalan tek şey kitapları oluyor ve adeta yazar, her okumada yeniden canlanıyor. Ve bu okumayı engelleyen bu tarz “seriçevirmenler” de -hem çeviri hızları hem de mahvettikleri yazar sayısı bakımından oldukça doğru bir terim bu- kitabının her basılan nüshasında yazarı tekrar öldürmüş oluyorlar.
Kaynakça:
https://eksisozluk.com/entry/59619683
https://kayiprihtim.com/dosya/fahrenheit-451-ceviri-degerlendirmesi-ve-karsilastirmasi/
https://eksisozluk.com/19-temmuz-2017-bilgi-yayinevi-rezaleti–5415675
https://eksisozluk.com/entry/74052523
https://eksisozluk.com/entry/77033213
https://eksisozluk.com/21-mayis-2018-hemingway-ceviri-skandali–5659040
https://www.bilgiyayinevi.com.tr/hemingway-cevirileri-hakkinda-aciklama
https://www.bilgiyayinevi.com.tr/silahlara-veda-kitabinin-cevirisiyle-ilgili-duyuru
1993 yılında üniversite öğrencisiyken yayınevine güvenerek (Adam yayınevi) F.Scott Fitzgerald’ ın Muhteşem Gatsby’ sini almıştım. Hatta kitabı incelerken kapağını da çok beğenmiş ve ilk sayfalarda çevirmeni Can Yücel olduğunu görünce hem şaşırmış hem de meraklanmıştım. Sonra araya zaman ve başka şeyler girdi, Gatsby’ bin iki de sinema uyarlaması yapıldı; Robert Redford’ un yeraldığı uyarlaması izleyerek roman hakkında az çok bilgilensem de, Can Yücel’ li çeviriyi an cak bu yıl okuyabildim… Ve beklendiği gibi, kitabı zor bitirdim. Can yücel’ in şairliği elbette tartışılmaz, ama elimdeki Muhteşem Gatsby’ çevirisi tam bir fiyaskoydu. Bitirirken; Muhteşem Gatsby’ yıl okumaya hevesiniz varsa sakın ola bu çeviriden okumayı