theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt

Bir Fil Vurmak, George Orwell | Çeviri: Bihter Güzey Vardar

6 Temmuz 2018
9080 Okunma

Hayatım boyunca ilk kez bu kadar önemli olduğum tek zaman dilimiydi ve o sıralarda Aşağı Burma’nın Moulmein kentinde yaşayanların çoğu benden nefret ediyordu. Kasabanın yetkili polis amiriydim ve sebepsiz Avrupa karşıtlığı son derece şiddetliydi. Kimse ayaklanma çıkaracak kadar cesaret gösteremiyordu ama örneğin; Avrupalı bir kadın tek başına pazara gidecek olsa muhtemelen birileri üstüne başına tükürürdü. Bir polis memuru olarak ben açık hedeftim, her fırsatta rahatsız edilirdim. Mesela futbol oynarken uyanık bir Burmalı bana çelme taktığında bir diğer Burmalı hakem de başka tarafa bakıyorsa, seyirci kalabalığından korkunç kahkahalar yükselirdi. Bu birden fazla kere olmuştu. Her yerde karşıma çıkan alaycı sarı suratlar, güvenli uzaklıktaysam yuhalanarak edilen hakaretler sonunda sinirlerimi ayağa kaldırırdı. Genç Budist rahipler ise en kötüleriydi; şehir bunlardan binlercesi ile doluydu ve sanki her birinin köşe başlarında dikilip Avrupalılarla alay etmekten başka işleri yokmuş gibiydi.

Tüm bunlar şaşırtıcı ve üzücüydü. İşte o sıralarda emperyalizmin ne menem bir şey olduğunu ve bu işi ne kadar çabuk bırakırsam o kadar iyi olacağını anladım. Teoride -ve tabii ki gizlice- Burmalılardan yanaydım ve zalim İngilizlere karşıydım. Yaptığım işten dolayı, içten içe, bu durumdan tarif edemeyecek kadar nefret ediyordum. Böyle bir işte çalışınca, imparatorluğun tüm pisliklerine şahit oluyordunuz: Hapishanelerin leş kokulu kafeslerine tıkılmış zavallı mahkumlar, uzun süreli hükümlülerin grileşmiş yılgın suratları, bambu kamışları saplanarak yaralanmış kalçaları -tüm bunlar beni dayanılmaz bir suçluluk duygusuyla bunaltıyordu. Ancak hiçbir şeyi derinlemesine idrak edemiyordum. Çok gençtim ve kötü eğitilmiştim: Doğu’da bulunan tüm İngilizler gibi sorunlarımı mutlak sessizlik içinde çözmek zorundaydım. İngiliz İmparatorluğunun can çekişmekte olduğunu, daha genç başka imparatorlukların onun yerini alacağını da bilmiyordum. Tek bildiğim, hizmetlisi olduğum imparatorluğa duyduğum nefret ile işimi yapmamı engelleyen şeytan ruhlu küçük canavarlara duyduğum öfke arasında sıkışıp kalmış olduğumdu. Aklımın bir yanı, perişan halkların vesayeti üzerindeki İngiliz egemenliğinin sonsuza dek aman vermeden ve yıkılmadan sürecek bir tiranlık olduğuna, diğer yanı ise Budist bir rahibin bağırsaklarını süngü ile deşmenin bu dünyadaki en büyük zevk olabileceğine inanıyordu. Bu tip düşünceler, emperyalizmin normal yan etkileriydi -Hindistan’da yaşayan İngilizlerden hangisine sorsanız söyler- tabii meşgul olmadığı bir an yakalayabilirseniz!

Bir gün, bu dolambaçlı yolları aydınlatacak bir şey oldu. Aslında çok küçük bir olaydı ama benim emperyalizmin gerçek ruhunu anlamamı ve hükümetlerin zorbalıklarını açıkça görmemi sağladı: o sabah erken saatlerde, kasabanın öteki ucundaki karakolun komiser yardımcısı beni aradı ve bir filin pazar yerini birbirine kattığını söyledi. Oraya gidip bir şeyler yapabilir miydim? Ne yapabileceğimi bilmiyordum ama neler olduğunu merak ettim ve midillime atlayıp yola çıktım. Tüfeğimi de aldım; eski bir 44’lüktü ve bir fili öldüremeyecek kadar küçüktü ama çıkaracağı ses onu korkutabilirdi. Birçok Burmalı yolumu kesip filin yaptıklarını anlatmaya çalışıyordu. Elbette vahşi değil ait olduğu yerden kaçan ehlileştirilmiş bir fildi ve muhtemelen “azmış”tı. Azgınlık dönemlerinde olması gerektiği gibi zincirlenmiş olmalıydı -ancak bir gece önce zincirlerini kırmış ve kaçmıştı. Ülkede bu hayvanı zapt edebilecek tek kişi olan seyisi peşine düşmüş ancak ters yöne gitmişti ve şu an 12 saatlik mesafedeydi. Fil ise sabah saatlerinde birdenbire kasabada ortaya çıkıvermişti. Burmalılar tamamen silahsız ve file karşı çaresiz durumdaydılar. Çoktan bambu bir kulübe yıkmış, bir inek öldürmüş, meyve tezgahlarına hücum ederek ne var ne yoksa silip süpürmüş; ayrıca belediyenin çöp kamyonuyla karşılaşmış, şoför dışarı atlayıp kaçmaya başlayınca kamyonu ters çevirip şiddetle yere vurmuştu.

Burmalı komiser yardımcısı ile birkaç Hintli polis memuru, filin görüldüğü mahallede beni bekliyordu. Dik bir yamaca doğru kıvrılan, damları palmiye yapraklarıyla örtülmüş bakımsız kulübelerden oluşmuş bir labirente benzeyen fakir bir mahalleydi. Yağmur öncesi gibi boğucu ve bulutlu bir sabahtı. Filin hangi yöne gittiğiyle ilgili olarak insanları sorgulamaya başladık ve her zamanki gibi kesin bir bilgi edinemedik. Doğunun değişmez halidir bu: Uzaktan kulağa çok açık ve net gelen bir hikâye, olayın geçtiği yerlere yaklaştıkça belirsizleşir. Bazıları filin şu yöne gittiğini söylerken, diğerleri tam aksi yöne gittiğini iddia ediyor, bazıları ise fil falan görmediğini söylüyordu. Tüm bunların uyduruk bir hikâye olduğuna karar vermek üzereydim ki az öteden gelen çığlıkları duyduk. “Git buradan, çocuk! Uzaklaş buradan!” diye fena ve yüksek bir çığlıktı. Kulübenin köşesinden çıkan yaşlı bir kadın elindeki çubukla bir sürü çıplak çocuğu şiddetle kışkışlıyordu. Arkasından başka kadınlar da haykırarak kafalarını hayır anlamında sallayınca, orada çocukların görmemesi gereken bir şeyler olduğunu anladım. Kulübenin arkasına geçince çamurda yatan ölü bir adam gördüm. Hintliydi, siyah bir Dravidi amelesi ve öleli çok olmamıştı. İnsanların anlattığına göre fil birdenbire ortaya çıkmış, hortumuyla yakaladığı adamı, ayağını sırtına bastırmak suretiyle yere sermişti. Yağmur mevsimiydi ve zemin yumuşaktı; adamın kafası, 30-35 cm derinliğinde ve 1-2 metre uzunluğunda bir çukur oluşturmuştu. Kolları çarmıha gerilmiş gibi, yüzüstü yatıyordu, kafası sertçe yana doğru bükülmüştü. Yüzü çamur kaplı, gözleri kocaman açılmış ve katlanılmaz bir ıstırap ifadesiyle sırıtan dişleri… (Bu arada kimse bana ölülerin huzurlu göründüğünü söylemesin. Karşılaştığım cesetlerin çoğu şeytani görünümlüydü.) Koca canavarın ayağının sürtünmesiyle adamın sırtı sanki bir tavşan derisi gibi yüzülmüştü. Cesedi görür görmez yakınlardaki bir arkadaşımın evine emir eri göndererek bir fil tüfeği istettim. Midilliyi de çoktan geri yollamıştım. Filin kokusunu alırsa çıldırarak beni üzerinden atmasını istemiyordum.

Emir eri birkaç dakika içinde tüfek ve beş adet fişekle geri döndü. Bu sırada yanıma gelen birkaç Burmalı, filin biraz ötedeki çeltik tarlasında olduğunu söylediler. Ben ilerlemeye başlayınca bütün mahalle arkamdan gelmeye başladı. Tüfeği görmüşlerdi ve heyecanla fili vuracağımı haykırıyorlardı. Fil, evlerini yıkıp geçerken bu kadar ilgilenmemişlerdi ama şimdi durum farklıydı, çünkü fil vurulacaktı. Onlara eğlence çıkmıştı. İngilizler de olsa aynısı olurdu; hem bunlar etini de isterlerdi. Bu durum beni rahatsız etti. Fili vurmaya niyetim yoktu -tüfeği, gerekirse kendimi korumak için istemiştim- ayrıca arkamdaki kalabalık sinir bozucuydu. Tepeden aşağı uygun adım, aptal aptal bakınarak yürüyordum ve sanırım öyle de görünüyordum: Omzumda bir tüfek ve hemen ardımda anbean büyüyen bir insan ordusu. Aşağısı, kulübelerin bittiği yer, makadam yoldu ve onun da ötesi, henüz işlenmemiş fakat ilk yağmurlardan vıcık vıcık olmuş ve uzamış ot yığınlarının oluşturduğu benekli, binlerce hektarlık çeltik tarlasıydı. Fil yolun sol tarafından yedi-sekiz metre uzaktaydı. Yaklaşan kalabalığı fark etmedi bile. Ot demetlerini koparıp dizlerine vurarak temizliyor ve ağzına tıkıyordu.

Yolda durdum ve fili görür görmez onu vurmamam gerektiğini kesinlikle anladım. Çalışan bir fili vurmak ciddi meseleydi -devasa ve pahalı bir makineyi imha etmek gibi düşünülebilir- ve eğer önlenebilir bir durumsa açıkçası yapmamak gerekir. Bu mesafeden bakınca, huzurla yemek yiyen bir fil, bir inekten daha tehlikeli görünmüyordu. O anda azgınlık nöbetinin geçmekte olduğunu düşündüm, muhtemelen seyisi gelip onu yakalayana kadar etrafta zararsızca dolaşacaktı (ve şu anda bunları anlatırken de öyle olduğunu düşünüyorum). Dahası, onu vurmayı kesinlikle istemiyordum. Tekrar saldırıp saldırmayacağından emin olana kadar izleyip sonra da eve gitmeye karar verdim.

Ancak o anda etrafımı saran insanlara şöyle bir göz gezdirdim: Muazzam bir kalabalıktı, neredeyse iki bin kişi vardı ve bu sayı her an artıyordu. Yolu iki taraflı kapatmışlardı. Gösterişli kıyafetleri içindeki sarı suratlılardan oluşan bir denize bakıyor gibiydim: Her biri izleyeceği eğlencenin heyecanında ve filin vurulacağından emin, mutlu suratlar. Sanki gösteri yapmak üzere olan bir sihirbazmışım gibi beni izliyorlardı. Beni sevmiyorlardı ama o an için elimdeki silahla izlenmeye değerdim. O anda fark ettim ki, önünde sonunda fili vurmak zorunda kalacaktım. İnsanlar bunu istiyordu, ben de yapmalıydım. İki bin kişinin isteğiyle ve karşı konulamaz biçimde öne sürüldüğümü hissediyordum. Ve işte tam o anda, beyaz adamın Doğu’ya hakimiyetinin ne kadar boş ve sahte olduğunu ilk kez kavradım. Oradaydım; ben, beyaz adam: Elimde silahım, silahsız yerlilerden bir kalabalığın tam önünde, görünürde başroldeydim ama aslında ardındaki sarı suratlıların iradesince bir o yana bir bu yana sürüklenen bir kuklaydım. Beyaz adamın, zalimleştikçe yıktığı şeyin aslında kendi özgürlüğü olduğunu anladım. Bir çeşit boş, kuklavari, kalıplaşmış EFENDİ figürüne dönüşmüştü. Tüm yaşamını “yerli halkı” baskı altında tutmakla geçiren ama herhangi bir kriz durumunda onların beklentilerini karşılamak zorunda olan bir figür… Yüzünde, giderek suratına yapışan bir maske… Fili vurmak zorundaydım. Bunu yapacağımı daha tüfeği almak için emir erini yolladığım zaman göstermiştim. Efendi bensem öyle davranmalıydım, azimli bir duruş sergilemeli, kararlı ve korkusuz olmalıydım. O kadar yolu elimde tüfek, iki bin kadar insanı iradem dışında peşimde sürükledikten sonra hiçbir şey yapmamak! Hayır, bu imkansızdı. Herkes bana gülerdi. Tüm yaşantım -Doğu’daki bütün beyaz adamlar gibi- alay konusu olmamak üzere bir mücadeleydi.

Fakat fili vurmak istemiyordum. Çimen demetini, fillere özgü endişeli büyükanne havasıyla, dizlerine vurmasını izledim. Onu vurmak cinayet işlemek olacaktı. O yaşlarda, hayvanları öldürmek konusunda hassas değildim ama daha önce hiç fil vurmamış veya böyle bir istek duymamıştım. (Nedense büyük bir hayvanı öldürmek hep daha kötü görünür.) Ayrıca, bir de hayvanın sahibini düşünmek lazımdı. Canlısı en az 100 pound eden bir filin ölüsü ancak fildişinin ederi kadardı; en fazla 5 pound. Ama çabuk karar vermeliydim. Oradaki Burmalılardan tecrübeli görünen bazılarına dönüp, filin nasıl davrandığını sordum. Hepsi de aynı şeyi söyledi: Kendi haline bırakırsanız sizi fark etmez bile, ama çok yaklaşırsanız saldırır.

Ne yapacağıma karar vermiştim. Filin yirmi metre yakınına kadar ilerleyecek ve ne yapacağına bakacaktım: Saldırırsa vuracaktım, beni fark etmezse onu rahat bırakıp seyisi gelene kadar bekleyecektim. Aynı zamanda böyle bir şey yapamayacağımın da farkındaydım. Kötü bir atıcıydım ve zemin her adımda insanı içine çekecek kadar yumuşak çamurdu. Fil saldırır ve ben de ıskalarsam ancak buharlı silindir altındaki bir kurbağa kadar şansım olurdu. O esnada bile kendimi değil beni izleyen sarı suratları düşünüyordum. Arkamdaki kalabalıkla, yalnız olsam hissedeceğim kadar korkmadığımı anladım. Beyaz adam, “yerliler”in önünde korkmamalıydı; ben de öyle yaptım. Aklımdaki tek düşünce, eğer işler ters giderse, iki bin Burmalının beni kaçıp kovalarken ve ezilip tepedeki Hintli gibi sırıtan bir cesede dönüşürken seyredecek olmasıydı. Bu asla olmayacaktı.

Tek bir seçenek vardı. Fişekleri hazneye ittim ve daha iyi nişan alabilmek için yere uzandım. Kalabalıktan gelen binlerce derin nefes, tiyatro perdesinin açıldığını gören insanlarınki gibi tutulmuştu. Tüfek, hedef göstergeli güzel bir Alman malıydı. O zamanlar, fili vurabilmek için bir kulağından ötekine uzanan bir çizgi varmış da onu hedefleyerek ateş etmem gerektiğini bilmiyordum. Fil yan dururken direkt kulak deliğini hedef almalıydım, fakat ben beyninin daha ileride olduğunu düşünerek birkaç santim önüne hedef aldım.

Tetiği çektiğimde ne patlamasını duydum ne de geri tepmesini hissettim -sadece kalabalıktan yükselen müthiş keyifli bir uğultu duyuyordum. O kısacık anda insan, kurşunun yön değiştirdiğini zannedebilirdi. Hayvan ne kımıldadı ne de düştü -ama vücudundaki her bir çizgi başkalaşmıştı. Kurşunun korkunç etkisi onu yere sermeden felç etmiş gibi birdenbire yaralı, çökmüş ve son derece yaşlı görünüvermişti. Sonunda -bana upuzun gelen bir beş saniye kadar sonra- dizleri gevşeyip çökmeye başladı. Salyası akıyordu. Birdenbire yaşlanmış gibiydi. Sanki binlerce yaşında sanırdınız. Aynı noktaya tekrar ateş ettim. Bu ikinci vuruşta yıkılmasa ve umutsuz bir yavaşlıkla kalkmaya çalışsa da bacakları eğildi, başı öne düştü. Üçüncü kez ateş ettim. Bu son atışı onun için yapmıştım. Tüm gövdesini sarsan bu ıstırabı ve bacaklarında kalan gücün son kalıntılarını görebiliyordunuz. Düşerken bir anlığına kalkacak gibi oldu, arka bacakları bir kayanın tepetaklak düşüşü gibi çökerek altında kalırken hortumu bir ağaç gibi göğe uzandı. Son bir kez bağırdı. Ve sonra -karnı bana doğru dönük vaziyette- uzandığım yeri sarsan bir gürültüyle yere düştü.

Ayağa kalktım. Burmalılar çoktan harekete geçmişti. Filin bir daha kalkamayacağı kesindi ama henüz ölmemişti. Uzun hırıltılı soluklarla ritmik bir şekilde nefes alıyor, kocaman göğsü acı içinde kalkıp iniyordu. Ağzı sonuna kadar açıktı -pembe boğazının en uzak boşluğuna kadar görebiliyordum. Uzun süre ölmesini bekledim ama nefesi zayıflamadı. Sonunda kalan iki fişeği, kalbinin olduğunu düşündüğüm yere doğru ateşledim. Kanı kalın kırmızı kadife gibi fışkırdı ama hala ölmemişti. Bedeni sarsılmadı bile; nefes alma işkencesi devam ediyordu. Çok yavaş ve ıstırap içinde ölüyordu, bu dünyada onu öldürebilecek bir kurşun yok gibiydi. Buna bir son vermem gerektiğini düşündüm. Bu kocaman hayvanın, hareket edemeyecek hatta ölemeyecek kadar güçsüz bir halde öylece yattığını izlemek ve buna bir son verememek tüyler ürperticiydi. Küçük tüfeğimi getirttim ve kalbi ile boğazına art arda ateş ettim. Hiç etkilemedi. İşkence solukları, bir saatin tik-takları gibi vurmaya devam ediyordu.

Buna daha fazla katlanamayarak oradan ayrıldım. Sonradan duyduğuma göre ölmesi yarım saat sürmüş. Ben ayrılmadan önce Burmalılar ellerinde taslar ve sepetlerle bekliyorlardı, öğleden sonraya kadar hayvanın kemiklerine kadar soymuşlar.

Sonrasında, tabii ki filin vurulmasıyla ilgili sonsuz tartışmalar oldu. Sahibi çok kızmıştı ama sadece bir Hintli olduğu için elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ayrıca, eğer sahibi kontrol altında tutamıyorsa azgın bir fili vurarak yasal anlamda doğru şeyi yapmıştım. Avrupalılar arasında fikirler ikiye ayrılmıştı: Yaşlılar doğrusunu yaptığımı söylerken, gençler bir ameleyi öldürdü diye bir fili vurmanın yazık olduğunu çünkü filin lanet olasıca bir ameleden daha kıymetli olduğunu söylüyorlardı. Daha sonraları amele iyi ki ölmüş de fili vurmam için bana yasal zemini hazırlayarak geçerli bir bahane vermiş diye düşündüm. Acaba diğer insanlar, fili sadece aptal gibi görünmemek için vurduğumu anlamışlar mıdır?

 

Hikâyeye Dair Notlar:

  • Burma : Bugünkü adı Myanmar
  • Dravidi: Güney Hidistan ve Sri Lanka’da yaşayan bir halk
  • Makadam yol: Kırılmış taş döşenip silindir geçirilerek yapılan yol

Görsel: John & Suzie Seerey-Lester 

Yorum 2
  • 26 Eylül 2018 00:38
    pinar

    Tesekur ederim.

  • 4 Ocak 2020 02:29
    Batuhan

    Çok güzel çevirilmiş önce türkçesini sonra ingilizcesini okudum. Tabrik ederim çevirisi başarılı.

Cevapla

15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal https://kalemkahveklavye.com 300 4000 1