hayatının normale döndüğü günlerdi. Başka bir deyişle, “normallerin hayatına”
döndüğü… İç organları ve hücreleriyle arasındaki barışı, uzun ve çetin geçen
bir savaşın ardından sağlamış, yolun sonu sandığı günlerin ardından iş, ev ve
sosyal hayat arasındaki rutinine dönmeyi başarmıştı. Elbette o çetin savaşın
birtakım zayiatı mevcuttu. Birkaç eski dost, ara sıra da olsa görüşülen eski ve
kısa süreli sevgililer, bazı arkadaşlar, akrabalar… Zayiat listesinin zirvesi,
en eski dostu Orhan’a aitti ve ne zamandır onunla ilgili ertelediği, “Doğru
zaman gelince anlarım” dediği işe koyulmak için o gün kendini uygun
hissediyordu.
yazacaktı. Bir tür yüzleşme, hırs dalaşı, duygu sömürüsü yahut benzeri bir
duygu-durum meselesinden ötürü değil; bazı taşları yerine tamamen oturtmak
için. Hastalığıyla yüzleşmeye çalıştığı ve gittikçe daha da içe kapandığı günlerde
keşfetmişti: Yazmak, konuşmanın açabildiği tünelleri daha da derinleştirir, hatta
alternatif tüneller kazdırır. Dinçer de hatrı sayılır bir süredir, bir zamanlar
sandığının aksine ölmeyeceğini, kronik bir hastalık gibi bu virüsle koyun
koyuna yaşayacağını idrak etmişti. Henüz olayın sıcak olduğu zamanlarda bir
anda kendisini terk eden dostuna bir şey diyemediği için, bir de şimdi ona ulaşıp
bazı şeylerin üzerinden geçmek istiyordu. Belki de Orhan’a yazma bahanesiyle,
kendi kendine yazarak gidebileceği azami mesafeyi aşacaktı. Yaza yaza içinin
kilitlerini, koridorlarını, mahzenlerini keşfedebiliyordu Dinçer artık ve bu,
virüsün ona öğrettiği şeylerden birisi olmuştu.
virüsü taşıyan çok sayıda insan vardı. Bir kısmıyla tanışıp dost olduğu
dernekten o gün çıkmadan önce, girişteki masanın üzerine konulmuş
bilgilendirici broşürlerden birini aldı istemsiz, üstünkörü göz gezdirip dörde
katladı ve cebine koydu.
kalabalık caddede yol alırken, ilk zamanlar şaşkınlık ve nefretle andığı
Orhan’ı, şimdi üzüntüyle andığını fark etti. Virüsün, tıpkı bir ev arkadaşı
gibi vücuduna yerleştiğini öğrendikten sonra sorgusuz sualsiz kapıyı çekip
giden diğerleri gibi. Ama Orhan’a duyduğu üzüntü, terk edilmiş olmasından değil
de yıllarca her şeyini anlattığı bir dosta bu sefer adam akıllı bir şey
anlatamamış olmasındandı.
cadde üzerindeki bir kırtasiyeden mektup için kalem ve kağıtlar aldı. Evine
gidecek olan metroya binmeden önce ise hepsi gittikçe birbirine benzemeye
başlayan siyasi bir örgütün broşürü sıkıştırıldı eline. Dinçer onu da dörde
katlayıp aynı cebine koydu.
sonra ilaçlarını içti Dinçer. Çayını da alıp loş ışığın aydınlattığı masasına
geçti, kalemlerini ve kağıtlarını hazırladığında bir süre yazacak bir şey
bulamadı. Orhan’la dostluğu da, bu hastalığa kadarki hayatı da çok eskide kalmış
gibiydi. Üstelik bir yarı trans halinde kendi içine döndüğünde, sevecen ve
öfkeli tarafları da birbirine giriyordu Dinçer’in. Yine de başladı, sırf bir
yerden başlamış olmak adına:
kısmı gibi düşün, eski dostum. Şu an dinlemekte olduğum şarkıdan ilhamla… Bu
mektubu senin şahsında, senin gibi olan çoğunluk için yazıyorum. İçinizden
birisi üzerine alınabildiği an, hepinizi kapsamış sayılır artık.
insanlar bir kez ölür.’ Vaktiyle sevdiğim bir yazar böyle yazmıştı. Herkesin
farklı bir “sıradan-sıradışı” ölçütü vardı elbet, benim de vardı. Ama ‘birden
fazla kez ölmek’, edebi bir cümleden çıkıp gerçeğe kavuştuğunda nasıl bir şeye
benziyordu, bunu sonradan anladım.
biri değilsem de öyle olağanüstü, “sıradışı” biri de olmadım hiç. Birlikte
geçirdiğimiz okul zamanlarında da bu böyleydi, üniversite yıllarında da.
Bıyıklarımız yeni yeni terlerken de, genç hevesle çirkin saçlarımızı
omuzlarımıza kadar uzatırken de. Ben her zaman bildiğin Dinçer oldum
aslında.Halı sahada maç yapan, her gün ofisteki işine gidip gelen, evlenmeyi
otuzundan sonraya bırakıp hoş kadınlara onları küçümsemeden kurlar yapan ya da
standart bilgilerle gelişigüzel siyaset muhabbetleri çeviren. Hepsi bildiğin
Dinçer’di yani; işte, bundan birkaç ay önce, “zengin gösteriyor” diye geyik
yaptığımız kilolarını kısa zamanda kaybeden de bendim, üzerinde adım yazan
sağlık raporlarında HIV Pozitif taşıdığı söylenen de bendim. Senin ışık hızıyla
yabancılaşıp, onca yıllık dostluğunu bir anda temize çektiğin adam da bendim.
Değişmedim yani…
kabullenme sürecim seninle başladı. En eski dostum bile hafızasındaki ortak
arşivimizi bir anda sildiyse, dostum olmayanlar bana nasıl davranır, diye
düşünmemle. Çok sürmeden ben de yabancılaştım kendime. Yabancılaşma deyince
aklına nasıl bir şey geliyor bilmiyorum, benim gözümde karanlık bir kuyunun
içinde bekleyen devasa bir mıknatıs canlanıyor. Görünmediği o yerden, olumlu
olan ne varsa içeri çeken. Hastalığımı başkalarından gizleyip gizlememe
sorunsalı, kendimden gizleyip gizlememe kısmından sonra geldi tabii. Çünkü
insanın ölümle mesafesi, ‘tükürük mesafesi’ denilen milimetrik aşamaya
geldiğinde ve öyle hemen değil de gelmekte olan bir ölüm söz konusu olduğunda,
bunu kendine kabul ettirme süreci daha sancılı oluyor. Sonradan, böyle bir
ölümün söz konusu olmadığını, birkaç medikal destekle siz ‘sağlıklılar’ gibi
yaşayacağımı öğrendim tabii, ayrı konu.
anlatmak isterdim; günde birkaç ilaç birden almam gerektiğini kabullenmediğim
süreci… İnsanlardan nasıl gizleyeceğimi, bilenlere nasıl kabullendireceğimi…
Doğal karşılamak ile kabullenmek arasında kalışımı. Ara ara yoklayan sancıları;
değil evden veya odadan, yataktan çıkmak istemediğim günleri… Altından kafamı çıkarmak
istemediğim yorganın ışık giren yerlerinden odama, odamın o loşluğunda gözümde canlanan
dışarıdaki renkli ve sorunsuz hayata bakışımı… Yeni çıkan şarkılardan,
kitaplardan haberdar olamayacağımın üzüntüsünü ya da uzatmalı bir intihara
mecbur kalışımın tedirginliğini… O zamana kadar sıradan-sıradışı ölçütlerime, önyargılarıma,
tipinden, tavrından dolayı ani ve geçici, birkaç dakikalik nefret seanslarıma
maruz bıraktığım insanları düşünüşümü…
doya ve seni bile isteye üzmek isteyerek anlatmamı gerektirecek o bir miktar
umutsuzluğu şu an hissedemiyorum. Dolayısıyla bir duygu sömürüsü veya bir
şeyleri ispat değil bunları yazıyor olmamın sebebi. Hastalığımı öğrendikten
sonra normal karşılama çabalarının çok süremeyeceğini anladığında, ‘Seni ben
kurtaramam’ demiştin dostluğumuzu bitirişine bir gerekçe sunmak adına, senden
bunu beklermişim gibi. O cümle iki kulağımın arasında sirkülasyonlar yaptı hep.
Bu mektup, belki de o cümlenin bir analizi, üzerine düşünme seansı gibi.”
tıkanmıştı. Orhan’a bir şeyler anlatma çabasının öyle iki üç paragraflık değil,
lafı uzatma kaygısı ortadan kalktığı an koca bir iç döküş silsilesine
döneceğini anladı. Karşısında yalnızca Orhan değil; konfor duygusunu içinde ve
dışında her alanda sağlamış, bundan feragat etme korkusuyla tüm ‘arızaları’
temizleme çabasına girmiş bir toplum hatta insanlık vardı sanki. Bu yüzden uzun
zamandır her şeyi kolaylaştıran yazma eylemi, şimdi sıkıntılar veriyordu
Dinçer’e.
alırken, masanın üzerinde duran dörde katlanmış iki kağıt parçasını gördü.
Hatırlamadı onları. İkisini de açıp yan yana koydu. Soldaki HIV Pozitif hakkında
bilgilendirme broşürüydü, virüsle ilgili temel bilgiler yazılıydı. Sağdaki ise
eline tutuşturulan siyasi broşürdü. Üzerinde, romantik devrimci ve edebi bir
dille bir ‘durum değerlendirmesi’ yapılıyordu.
isteği hevessizliğe dönüşen Dinçer Güneş, boşluğa bakar gibi, iki broşür
arasında gözlerini gezdiriyordu. Bakışlarıyla çapraz bağlar kuruyor, bir
soldaki, bir sağdaki cümlelere gidiyordu ki, iki farklı konuda yazılan iki alakasız
metnin, birbirini cümle cümle tamamladığını ve Orhan’a söylemek istediklerinin
aslında çoktan yazılmış olduğunu fark etti:
bulunarak bulaşmaz.
Bugün getirildiğimiz noktada, evimizden
sokağımıza, toplu taşıma araçlarından ofislerimize, içimizden dışımıza her
yerde nefret var. Öyle ki, göz temasıyla bile nefreti ve ötekileştirme duygusunu
durduk yere aşılıyoruz birbirimize. Çünkü bunu yapmamız için gereken zemin daha
biz büyürken kuruldu bilinçaltımıza ve son yıllarda da tetiklendi yeniden.
solumakla bulaşmaz.
Irkçı, cinsiyetçi, dinci, homofobik, yobaz
ve sayısı her geçen gün artan tüm bu yaklaşımlar derimize, aklımıza işliyor .Bu
kör öfkenin ve sonuçlarının asıl sebebi olan cehalet ise yüzyılımızın bilgi teknolojilerine
rağmen durmadan güçleniyor.Bilgiye ulaşma yolları arttıkça onu kullanmama veya
kötü amaçlarla kullanma eğilimi kucak kucağa büyüyor. Potansiyel katil ve
cellatları yetiştiren yeni nesil cehalet ile aynı havayı soluyoruz artık.
sarılma gibi temaslarla bulaşmaz.
Feodal ve ataerkil anlayışın kalıntısı
olan tabular, baskılar, kurallar, yanlış yorumlanmış din anlayışları derken erkek
ve kız öğrencilerin bir arada okumasından tutun da üniversite çağına gelmiş
yetişkin karşı cinslerin, hatta evlenmiş çiftlerin bile birbirleriyle
temaslarına, ilişkilerine, yapacakları çocuk sayısına kadar karışılıyor. Din ve
namus gerekçesiyle öldürülen kadınların sayısı rekor düzeyde artıyor. Halkının
gelir ve refah düzeyini düşünmesi gereken yöneticilerin tek işi yatak odaları
olmuş sanki.
içeceklerle bulaşmaz.
Yıllar önce yaşanan nükleer patlamadan
sonraki hastalık endişesine karşılık, bölgenin suyundan yapılmış çayını içen
yetkili “Bakın bana bir şey olmuyor” demişti. Aradan geçen yirmi yıl kadar
zamanda kafalar değişmedi. Bir şehri yönettiğini iddia eden başkan, ayan beyan
kokan içme suyu şikayetine karşılık, gözümüzün içine baka baka hazır suyu
içebiliyor, rahatça durumu savunabiliyor.Tüm bu gösteri ne için? Güç ve sarsılmazlık!
Ego ve kibir!
ve ter ile bulaşmaz.
Alınterini sömüren, kapalı kapılar
ardındaki gizli ve aşağılık hesaplarla, rantlarla, savaş planlarıyla ülkeyi ve
coğrafyayı nefessiz bırakan bu sistemin karşısında olmalıyız. Yerin üstünde ve
altında, gaz tüpleriyle, göçüklerle, bombalarla, tekmelerle ağlatılan
insanlığın gözyaşlarının hesabını sormalıyız.
bir nefes alıp arkasına yaslandı. Orhan’la başlayarak bugüne kadar onu
ötekileştiren ve buna devam etmekte olan çoğunluğu düşündü. Tüm bu
anlatılanlara sebep olan o cahil çoğunluğu… Önyargıyla üzerine gelen, insanları
yaşantılarıyla, tavırlarıyla, tipiyle yargılayıp cezasını sokak ortasında
kesebilen güruhla birlikte takım elbiseli tipi düzgünlerin dünyayı ne hale
getirdiklerini düşündü. Aralarında çok da fark yoktu.
gibi yaşayageldiği yaşların ardından, yalnız hayatını değil algılarını da
değiştiren virüsü ve sonuçlarını bunların karşısına koydu daha sonra. “Kendimi
mi avutuyorum” diye fısıldadı bir an, ama öyle değildi. Bir yanda “sağlıklı,
normal” olduğu söylenen çoğunluğun yarattığı acıyı ve zulmü, diğer yanda
sanılanın aksine öldürmeyen, hatta bir yanıyla yaşama daha sıkı tutunmayı
öğütleyen bu virüsü görüyordu. Bir de, bir şeyleri anlayabilmek için kötü
olayların kendisini bulmasını beklemeyen güzel ve akıllı insanları…
bitirecekti, ama Orhan’a göndermeyecekti. İki broşürden derlediği notları
güzelim mektup kağıdına yazdıktan sonra şöyle devam etti:
bu bir kin mektubu değil. Ben, beni ötekileştirenler sayesinde kendime
yabancılaştığım o yerde; aslında hepimizin tüm sistemlerden, tabulardan, baskılardan
arınmış saf halini buldum. Bu yüzden de aslında ‘siz-biz’ gibi bir algının söz
konusu olamayacağına içtenlikle inanıyorum. Vücudum direncini yitirse de şimdi
kalbimin ve aklımın güçlendiğini hissedebiliyorum. Popüler filmlerde
anlatıldığının aksine beni bu hastalığın öldürmeyeceğini de biliyorum. Hem
önyargılarınızla utandığınız, hem de bulaşmasından ve ölmekten korktuğunuz için
benden uzaklaşan herkes. Ve tabii şu yukarıda, bir broşürde bahsedilen, dünyayı
cehenneme çeviren canlı türüne mensup herkes… ‘Anormal’ olmaktan korkup bu kadar korkunç şeyler yapan, ölmekten
korkup bu kadar dünyevi hırslara bürünen insanlar mı benim gibileri
dışlayanlar, diye düşünmeden edemiyorum.
göndermeyeceğim Orhan. Eğer gönderirsem, sanki sen ve çoğunluğunun yaptığı
ayrıştırmayı, siz-biz saçmalığını tescillemiş gibi olacağım. O yüzden hepimiz
için güzel ve iyi olanı diliyorum. Bir de iyiyi ve güzeli anlamak için illa kötüye
ve çirkine gerek kalmamasını… yalnızca temenni edebiliyorum.
Çünkü seni ben kurtaramam…”
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)