Kuzey, Masumlar, İstanbul İstanbul ve Labirent romanlarının yazarı Burhan Sönmez’in beşinci romanı Taş ve Gölge, geçtiğimiz haftalarda İletişim Yayınları’nca yayımlandı.
Nietzsche’den ödünç aldığı “gölge” kavramını “her insanın içinde barındırdığı karanlık taraf” olarak özetleyen Jung, bunun sadece kişilerde değil toplumlarda, topluluklarda da var olduğunu, hatta çoğu zaman içine doğduğumuz toplumun gölgelerinin de bir uzantısı olduğunu söyler. Ona göre, hepimizin içten içe bildiğimiz ama varlığını reddetmek istediğimiz bu gölgenin altında saklananlar ne kadar bastırılırsa ortaya çıkışı da o kadar yıkıcı olur.
Taş ve Gölge‘yi okurken bir yandan bu gölge arketipini, diğer yandan farklı türlerde, farklı tellerde de olsa benzer şeyleri dillendiren, Pentagram’ın Geçmişin Yükü şarkısını andım. “Gölgeler seyreder uzaktan bizi,” diye başlayıp “Omzumuzdan düşmüyor geçmişin yükü,” ile biten nakaratını en çok…
Burhan Sönmez, yarattığı karakterlerin hikâyeleri üzerinden bu toprakların binlerce yıllık yükünü anlatıyor. Çocukluktan ihtiyarlığa giden bir hikâye gibi başlayan, ardından zalimle mazlumun çatışmasından dem vuran Taş ve Gölge, nihayetinde hafızaya da zulmedildiğini gösteriyor.
Romanda ne zaman “iyi” yahut “masum” bir karakter görsek, onun karşısına kötünün bir başka temsili olarak türlü kalabalıklar çıkıyor. Bu bazen bir köyün bazen bir şehrin kalabalığı oluyor. Bazen eli silahlı feodal zenginler bazense devletin, eline silah tutuşturduğu memurları. Romanın iyilerini ve masumlarını bir oturuşta sayabilirsiniz, oysa birer gölge gibi oradan oraya gezinen, sürekli ensenizde bir ürpertiyle beliren kötüler hep kalabalık ve örgütlü. Küçüğünden büyüğüne hepsinin ortak zulmü, dolaylı da olsa karşısındakine hislerini, fikirlerini ve dolayısıyla geçmişini unutturmak.
Binlerce yıllık bir panoramanın üzerine kurulan Taş ve Gölge bir bakıma tüm bu unutuşların romanı.
1937 Dersim İsyanı’nda gördüğü savaşın şiddetine panzehir olarak hafızasından kurtulmayı seçen asker Adem, ilk babamız Adem peygamberin gölgesi gibi sözgelimi. Evlatlarının savaşına tanık olup kahrolan Hz. Adem gibi, asker Adem de kendi kahrına feda ediyor hafızasını. Nerede olduğu bir yana varlığını bile unuttuğu evine dönmek yerine savaşın erişemeyeceği yerlere gitmeyi seçiyor ve ölene kadar yedi ayrı ad alıyor. Kimi zaman Haydar, kimi zaman İsa oluyor Adem. İsa, kara gömlekli Naziler’le patlak veren savaşı duyduğunda Kudüs’ün yollarına düşüyor oysa İkinci Cihan Harbi, bir bakıma İsa’nın bin yıl önce çarmıha gerilişinin bir uzantısı. İsa, savaşın şimdilik erişemeyeceği yerlere gitmişti oysa gittiği topraklar bir başka peygamberin çarmıha gerildiği topraklardı. İsimler ve suretler değişse de insanın kaderi değişmedi çünkü bildiğimiz tarihte savaşın erişemediği bir yer henüz olmadı.
Romanın ana kahramanı, bir mezar ustası olan Avdo. Onunla, 1984’te, Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki tenha bir gecede tanışıyoruz. Çoktan ölmüş “Yedi Adlı Adam”ın günlüğü elinde, ona yaraşır bir mezar taşını nasıl yapacağını düşünüyor. Vaktiyle sevgilisi Elif’e elif harfi şeklinde yaptığı gibi, özel bir tasarım… Oyuk bir taş geliyor aklına; silinip unutulan geçmişi ve tarihi yutan bir karadelik misali. Tıpkı, çocukken annesini kaybeden ve oradan oraya göç eden kendisi gibi.
Yıllar önce, Mardin’de kayıp bir çocukken tanıdığı ve Kudüs’e yolcu ettiği İsa’nın ardından, Avdo’nun ustası Josef ondan şöyle bahsetmişti:
“O bir gavsono. (…) Gavsono, mülteci demek. Kendi toprağından kopan, başka toprağa savrulan kişiye denir. Rüzgârın önündeki yaprak gibi. Toprağını yitirmek belleğini yitirmektir. İsa bunu tersinden yaşadı, önce belleğini sonra toprağını yitirdi, rüzgâra kapılmış, oradan oraya dolanıyor.”
Üç yüz küsur sayfalık romandaki tek mülteci İsa olmasa gerek. Çünkü mültecilik yalnızca toprağından kopmayı gerektirmez; hafızasını kaybeden bir coğrafya da kimliksizliğiyle sürüklenir oradan oraya. Ve güç, ona yeni kimlikler, yeni hafızalar atar. Hakan Günday’ın bir söyleşisindeki cümlesi geliyor aklıma: “Seni kim uyutursa onun rüyasını görürsün.”
Avdo’yla tanıştığımız o gecenin sessizliği uzun sürmüyor. Önce yara bere içinde bir genç kız, sonra da onu izci köpeklerle kovalayan bir polis ekibi, “Şef” lakaplı amirleriyle çıkıyor ortaya. Bu ilk bölüm, romanın en uzun ve sarsıcı bölümlerinden biri. Bu gece, sadece romanın açılışını yapmıyor; hikâyenin öncesi ve sonrasının ortasına çapalıyor bizi. O gece Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki kulübesinde yaşayan Avdo ve onun ziyaretçileri, kökü geçmişe uzanan hikâyelerle çoktan birbirlerine bağlanmışlar aslında.
Devamında 1938 ile 2002 yılları arasındaki zik zaklarla ilerliyor hikâye; arada, ana hikâyeye göz kırpan ve bu toprakların yüzlerce yıl öncesinde yaşanan olaylara yapılan kısa dönüşlerle, bir bakıma hiçbir şeyin değişmediğini anlatıyor yine. Geçmişimize dair bildiğimiz ne varsa, hepsini saydam katmanlar halinde iç içe sarmış: Mardin’den bir bölümü okuduğumuzda yalnızca 1939’a sıkışmıyoruz. Orada Süryanilerin, Hıristiyanların, Müslümanların, Yahudilerin farklılıklarını ama hepsinden önemlisi insanın benzerlikleriyle örülen binlerce yıllık hikâyelerini duyuruyor yazar bize.
1939’un Mardini’nde, annesini kaybetmiş bir çocuk olarak sokakta tanıştığı İsa ve onun tanıştırdığı, mesleğini ve yaşam düsturunu öğreneceği Josef Usta’nın yanında gördüğümüz Avdo, 1950’ler sonunun Haymana Ovası’nda genç ve kederli bir âşık olarak ziyaret ettiği bir köyde karşımıza çıkıyor. Yapılması gereken mezar taşı bittiğinde terk edeceği köydeki Elif’e âşık oluyor. Her şey bir biçimde yolunda girecek gibiyken sadece köyde olanlar değil, Türkiye de, romanın mekânı da değişiyor ve bir anda 1960’ların gazinolarında, zenginlerin ve onları eğlendirenlerin dünyasında buluyoruz kahramanlarımızı. Bu seyir, taşradan şehre, arka sokaklardan ana caddelere, geçmişten bugüne Türkiye’nin değişimlerini de özetliyor arka planda.
Böyle anlatınca Taş ve Gölge bir macera romanı gibi görünebilir; kuşkusuz macera sosuna da sahip ve Burhan Sönmez’in ustalıklı dili sayesinde akıcılığından zerre kaybetmeden okuyoruz olan biteni.
Öte yandan, mistik, masalsı bir roman Taş ve Gölge. Son yıllarda, kimi zaman anlamsızlığa varan belirsizliğin, hikâye ile okur arasında yoğun sislerin hakim olduğu, pek de kotarılamayan bir dil işçiliğine hikâyenin kurban edildiği türden bir masalsılık değil bu. Halihazırda kalem oynatma tecrübesi olan, cümlede ritim tutturmayı bir şekilde başardı diye metni sayfalarca metafora, imgeye, söz sanatına boğan bir masalsılık da değil. Burhan Sönmez hikâyeyi kurban etmiyor, metinle kavga etmiyor.
Tüm bu güzellikler içinde en çok, belki de sadece, diyaloglardaki budaklar göze çarpıyor. Burhan Sönmez, okura “bir şey anlatma” çabasını paragraflarda çok iyi gizleyip hikâyeye yedirirken diyaloglarda, özellikle kimi arka plan hikâyelerini verirken zaman zaman sunileşen konuşmalar çıkarıyor ortaya. Üstelik hemen bütün karakterler, olay zamanının atmosferi de göz ardı edilerek, benzer söz algoritmalarıyla konuşunca bu durum daha da belirginleşiyor.
Roman, yukarıda bahsettiğim türden mekanik bir alegoriler silsilesiyle örülü değil. Gölge, benim için binlerce yılın; içinde dinlerin, tanrıların, peygamberlerin, kralların, şeyhlerin, müritlerin, şehirlerin, kasabaların, köylerin, ölülerin, dirilerin olduğu ve sırtımızdaki yükünü atmayı belki de asla başaramayacağımız bir “geçmiş gölgesi” olarak anlam buluyor daha çok. Geçmişin gelecekten daha somut, karanlık ve derin olması mı bu yükten kurtulamamanın nedeni yoksa her durumda kötü, kötü olmaya devam mı edecek, en çok soracağınız soru bu oluyor Taş ve Gölge‘yi okurken. Elbette, Jung’un bahsettiği sıkıştırılmışlığın ve unutturulmuşluğun ne zaman patlayacağı sorusundan sonra…
Taş ve Gölge · Kitap Hakkında
Burhan Sönmez, varoluşa ve hakikate dair bilinmezlere, asırlardır yanıt aranan sorulara, atmosferiyle büyüleyen, kurgusuyla merak uyandıran güçlü bir anlatı içinde yer veriyor.
“Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun ötüşü. Gündüzün karmaşasında bunlar anlaşılmazdı. Acılar, özlemler de öyle. İnsan geceleyin kendisiyle yalnız kaldığında hissederdi saf sızıyı… Gündüz o yükleri taşımak kolay, insan gerçekten yalnız olduğuna geceleri inanabilirdi.”
Avdo, hünerli bir mezartaşı ustası. Çocukluğu mu onun, yoksa o mu çocukluğunun peşinden bir ömürdür gidiyor? Bilmiyor…
Belki de ölümden daha büyük bir hakikat olmadığı düşüncesiyle, ölümün bağrında konaklıyor. Günü geldiğinde, en uzun ve karanlık gecede, erguvan ağacının altındaki mezarda onu bekleyen kadının yanına uzanacak…
Burhan Sönmez, varoluşa ve hakikate dair bilinmezlere, asırlardır yanıt aranan sorulara, atmosferiyle büyüleyen, kurgusuyla merak uyandıran güçlü bir anlatı içinde yer veriyor.
Taş ve Gölge, evren ve insana, yaşam ve ölüme farklı bir gözle baktıran derin bir roman.
Burhan Sönmez Hakkında
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
[…] Taş ve Gölge · Çarmıha Gerilmiş Hafızamızın Hikâyesi, Kalem, Kahve, Klavye. […]