Temsili yeniçeriler Eski İstanbul surlarını tahta kılıçlarıyla dürterken başladı savaşım. Militarist bir yazgım olup olmadığı sorusunu sormak için henüz erkendi ama herkes gibi kana bulaşmıştım. Mehter Marşı eşliğinde şehir düşüyordu ve ben ömrüm boyunca devam edecek olan yalpalamanın ortasında “çaresiz” kod adıyla şehre iz düşüyordum. Doğumumdan tam iki yıl önce memlekette son idam gerçekleşmiş ve küf kokulu hayatların yerini tüketimin plastik kokusu almıştı. Hadi başa alalım. Benim doğduğum gün Nilgün Marmara şu satıları yazdı:
BEDEN
Onun bedeni bir tımarhane.
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!
Onun bedeni bir kule.
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerinden,
Ağlatarak indirir aşağı!
Onun bedeni bir küre.
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpıtmaz,
Zamana saygılı ve acıyan…
29 Mayıs 1986
Şimdilerde Ortadoğulu olup olmadığımızı soruyoruz ya birbirimize. Benim bu konuya dair hatırladığım ilk görüntüler siren çaldığında ne yapmamız gerektiğini anlatan kısa filmlerden ibaret. Elimdeki tahta parçalarına scud adını verdiğimi çok iyi anımsıyorum ve Saddam’ı. Bush’un pek izi yok aklımda ama Saddam öyle değil. İdam edilişini birkaç kere izledim bu yüzden. İçten içe sevmiş miydim onu yoksa, her güçlü diktatöre duyduğum hayranlıktan payını mı almıştı o da? Bu bir itiraf değil, dedim ya militarist bir yazgının getirisi olabilir hepi topu. 1991’de Körfez Savaşı başladığında beş yaşındaydım ve savaş Mehmet Ali Birand’ın şovuydu benim için. Nasıl eş bulmak için Esra Erol’a koşuyor insanlar ve milyonlarca insan seyrediyor bu eş bulup bulamama olayını, işte Irak’ta ilk paravan açılırken oradaydım. Geceyi aydınlatan mermileri kalbim ağzımda seyrediyordum. Savaş çok renkli bir şey diye geçiriyordum
içimden. Sonra bitti. Aslında daha yeni başlıyordu.
içimden. Sonra bitti. Aslında daha yeni başlıyordu.
27 Mayıs 1992 tarihinde Saraybosna’da patlayan bomba 17 kişinin ölümüne sebep olmuş ve Dünya 30 Mayıs’ta Sırbistan’a karşı petrol ambargosu uygulanmasına karar vermişti. Sihirli sözcük, herkesin bildiği ama dile getirmediği, sebep, sonuç ve her hücremizle bizi suç ortağı yapan: Savaş. Saddam’ın o çılgın hareketlerinden sonra savaş kavramının Balkanlarda ortaya çıkması renklerin habercisiydi benim için. Edebiyata ilk adım atışım Bosna Savaşı için yazdığım sekiz kıtalık şiirledir bu yüzden. Sakladığım yerde bulunmasaydı ve garip eleştirilere maruz kalmasaydı belki günümüze ulaşabilirdi. Aklımda birkaç mısra kalmış ama bana kalsın. Ne diyordum: Bosna. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığına inandığımız yer. Sırplar tepelerden Boşnakları avlıyorlardı adeta. Televizyonda kaçışan, sürünen, ölen Boşnakları izliyordum dört gözle. Yenilgiyi baştan kabul etmiş görüntüleri savaşın bir başka boyutunu öğretiyordu bana: Yenile yenile kazanmak. Evet, Boşnaklar yenildikçe kazanıyordu. Yenildikçe ben televizyonda daha çok ölü görüyordum ve Dünya’nın büyük abileri benim yeteri kadar ölü gördüğüme kanaat getirdiklerinde müdahale ettiler olaya.
Bosna’daki savaş devam ederken memleketimde insan yakıyordu büyüklerim. 2 Temmuz 1993’te Madımak Otelinde insanlar yanarken ben yine seyrediyordum. Sırplar Müslüman avlıyordu balkanlarda, Müslümanlar insan yakıyordu Sivas’ta. Kafam karışıyordu. Elimdeki plastik askere bakıyordum. Onlara bu kötülüğü yakıştıramıyordum ama birilerinin hesap vermesi gerekiyordu. İki plastik askeri erittim. Şiddete karşı bu şiddetli müdahale çocuk zihnimi rahatlatmamış, aksine üzmüştü. Hüzün, toprağıma savaştan bulaşan koyu yeşil bir kimyasaldı. Bir daha üzerimden hiç çıkmadı.
Kahraman Mehmetçik aynı yılın yaz aylarında memleketin doğusunda ve güneydoğusunda operasyon üzerine operasyon yapıyordu, ölümü sayı olarak kanıksamaya başladığımı hissediyordum. Plastik askerlerim artık Kandil’i kuşatmaya hazırdı. Ama bu sefer düşmanı kestiremiyordum. Sadece bazı haber
programları parçalanmış ölüleri gösteriyordu. F-16’lılarımızla gurur duyuyordum. Uçuyorlardı en azından ve çok havalı ses çıkarıyorlardı. Düşman kimdi, hala bilmiyordum. Bu savaş gizli yürütülüyordu anlaşılan. Oysa ölüler aşikardı. Tabutlar, bayraklar ve bitmek bilmeyen bir savaş.
programları parçalanmış ölüleri gösteriyordu. F-16’lılarımızla gurur duyuyordum. Uçuyorlardı en azından ve çok havalı ses çıkarıyorlardı. Düşman kimdi, hala bilmiyordum. Bu savaş gizli yürütülüyordu anlaşılan. Oysa ölüler aşikardı. Tabutlar, bayraklar ve bitmek bilmeyen bir savaş.
NATO askerleri Srebrenitsa’yı Sırplara emanet etti sonra. Oysa benim izlediğim televizyonları izleselerdi böyle bir şey yapmazlardı. Sonradan ortaya çıktı Hollandalı komutanın az korktuğu ve birkaç hediye aldığı. Benim kadar umursamıyordu durumu. Barış kelimesinin savaşın ayakkabısı olarak kullanıldığını ilk o zaman öğrendim. Barış güçleri, barış güvercinleri ve elinde silah olup da barış diyen herkes barış istediğinden değil yenmek ve pes ettirmek istediğinden barış diyordu. Bir cümlenin içinde bu kadar çok barış kelimesi olunca işin ucu savaşa çıkıyordu.
Laiklik kaygısıyla Filistin’i göstermeye çekinen TV kanalları ölü sayısı artınca oradaki savaştan da nasiplenmemizi sağlıyorlardı. Allah onları da korusun, hepimizi koruduğu gibi!
İsrail Filistinli Arapların kanını içerken Deniz Gezmiş’in Filistin’e emperyalist İsrail’le savaşmaya gittiğini bilmiyordum. Sokaktan uzun sakallı biri geçtiğinde kenara çekiliyordum. İnsanlar yakılmıştı çünkü. Ama Filistinli çocukların bununla alakası yoktu. İnsan kanı akıtmanın tam olarak ne ile ilgili olduğunu kestirememiştim. Din, millet, para, petrol, güç… Aklımda birkaç sahne var birbirine benzeyen. Bıyıklı bir adam, kamuflajlı. Güneş gözlüğü takmış. Elinde siyah bir tabanca. Tabancayı bir çocuğun kafasına dayamış. İlk karede adam Sırp. İkinci karede hemen hemen aynı adam Türk. Üçüncü karedeki adam İsrailli. Üstelik gülümsüyor adam. Çocuk da gülümsüyor ama neden?
İsrail’de taş atan çocukları vuruyorlardı. Memleketimde taş atan çocukları vuruyorlardı. Çoğu zaman tek tek uğraşmıyorlar, dünyanın çeşitli yerlerinde çocukları bombalıyorlardı. Artık on yaşındaydım.
Atatürk’ün yaka paça memleketten attığı Yunanlıların Kardak adasına musallat olması ağırıma gidiyordu. Hayatımda ilk defa savaş istediğimi o zaman hissettim. Yapmıştık yine yaparız. Hem toprak kolay kazanılmıyor değil mi? Tansu Çiller, SAT komandoları ve tabi ki F-16’lar… Savaşmak için her şeyimiz vardı. Belki ben de bir şekilde yardım ederdim. Savaşmalıydık. Olmadı. İyi ki de olmadı. Avuç içi kadar, sadece keçilerin yaşadığı bir ada için insanlar savaşmamalıydı. Sahi ne için savaşmalıydı insanlar?
11 Eylül 2001’de okuldan eve döndüğümde arkadaşımdan mesaj geldi: Amerika yıkıldı, doların varsa sat, gülücük. Lise birdeydim henüz. Televizyonda ikiz kulelerin yıkılışını seyrettiğimde hiçbir şey hissetmedim. Bilgisizlik, ergenliğin verdiği mallık ve boşluk hakimdi bedenime. Öylesine geçti. Sonrasında Afganistan’a saldırdı Amerika. Ama TV’lerden öğrendiğim kadarıyla haklıydı. Helal olsundu. Sonra Amerika’nın aklına süper bir şey geldi. Madem buraya kadar geldik Irak’a da girelim dediler. Hem petrol falan… TBMM’den tezkere geçmedi. Amerika Irak’a girdi. Sonra sonra ortaya çıkan gerçekler Irak’ta savaşacak bir şey olmadığını ve milyonlarca insanın boşuna öldüğünü kesinleştirdi.
Milyonlarca sivili öldürdü Amerika petrol için. Peki ya askerler? Askerler ölebilirdi, onların mesleği buydu. Rambo’nun reytingleri hiç düşmedi ama. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili her şeyi okuyup izledim ben o arada. Avrupa’da olanları, Pasifik’te ve Afrika’da olanları tek tek öğrendim. Artık profesyonel bir savaş izleyicisiydim.
Kısır döngünün içinde aynı hatayı yaparak doğruyu bulmaya çalışanları izliyorum hala TV’de. Hatta zaman zaman düşünüyorum gerçekten doğruyu mu bulmaya çalışıyorlar diye. Savaş şehrime mi gelecek? Evime mi? Odama mı? Gezi’yi gördüm sonra, gaz atan polisleri. F-16lar tabi ki. Suriye ve uyuyan bombalar. Savaşın dili kıvrak. Çeşit çeşit bomba oluyor ve uyuyabiliyorlar bir süre. Sınır. Ve tabi ki F-16lar. Sakallılar çıktı yine. Canlı bombalar. F-16lar. Askerde altı el ateş ettim AK-47 ile. AK-47 namı değer kalaşnikof. Hiçbir insana fiske vurmadım henüz, çoğumuz öyle aslında. Ama benim belleğim gibi sizin belleğinizde aşikar mı savaşlara? Bildik bir bara girip tanıdık barmenle göz göze gelmek gibi bir şey savaş benim için artık. Gelsin bira, iç ve git. Bira yerine kan içtiğini anlayana kadar.
Birkaç yerde barış kelimesi geçti yazıda. Savaşın sistematiği sefil hayatlarımızı kanlı bir bilim kurguya çevirdi bile. Barış ise içten ve bireysel olmadı. Devletler, örgütler, F-16’lar barışamaz. İnsanlar barışır. Barışalım mı teke tek?
…
Ey bir muharebe
meydanında
meydanında
Avuçları kanımla dolu,
Kafası gövdemin altında,
Bacağı kolumun üstünde,
Cansız uyanan insan kardeşim!
Ne adını biliyorum,
Ne günahını.
İhtimal aynı ordunun
neferleriyiz,
neferleriyiz,
İhtimal düşman.
Belki de tanırsın beni.
…
Orhan VELİ
Mühendis / Yazar. Çeşitli kitap eklerinde kitap inceleme / eleştiri yazıları çıktı. Kalemkahveklavye site ve dergisinde öykü, deneme, kitap incelemeleri yazmaya devam ediyor.