Sahipsiz duygular, sahipsiz köpekler gibi barınağa kapatılır. Yoğun bir savaş hâkimdir orada, hayatta kalması zordur. Aç bırakılır, dövülür ve bu şiddetin hıncını zayıf olanlardan alır diğerleri.
Duygu Otel’in ismi de buradan geliyordu Yücel’e göre. Sahipsiz insanların kaldığı, köhne bir oteldi orası. Üç katlıydı, her katta dört oda vardı ve kalanların hepsi yatılıydı. Üç beş günlük gelenler bile değişmezdi. Oysaki dünya böyle değildi: Kavramlar sabit, roller değişkendi. Bu sebeple Duygu’nun izole olması gayet kolaydı.
Yücel’in de bir odası vardı. Diğerlerininki gibi değildi bu oda. Eskiden girişte alaturka tuvalet olarak kullanılan, sonra kanalizasyon giderinin üzeri beton ve fayansla kaplanıp kilere çevrilmiş –en nihayetinde de eski bir yatak atılıp zayıf bir sarı ışık takılıp otele olan hizmetlerinden dolayı Yücel’e armağan edilmişti. Yücel bir kaza sonrasında gelmişti oraya. Hafızasını kaybetmiş, ismini elinde taşıdığı bavulun etiketi sayesinde hatırlamıştı. İçinde birkaç tane kıyafet ve bir de mızıka vardı. Çalamıyordu. Yeteneği var eden hafızaydı oteldekilere göre. Öyleyse Sokrates haklıydı. Biliyorduk, doğarken unutuyorduk ve bir şeyler oluyordu, hatırlıyorduk. Yücel’e kendini hatırlatacak bir şey olmamıştı. Yücel’di sadece, Yücel E. … Duygu Otel’in içinde toz yerine duygular uçuşurdu. Keder, umut, mutluluk ve nefret… Özellikle sonuncusu, yaz mevsiminde, deniz kenarı pansiyonlarında uçuşan sivrisinekler kadar bolcaydı. Diğerleriyse kelebek gibiydi. Yakalansalar bile ölüyorlardı. Ölü bir mutluluk vardı, üzerinde sinekler uçan, kokuşmuş ve her şeyden önemlisi ölü bir mutluluk. Her müşterinin hayat hikâyesi -kendilerine göre- çok acayipti. Fakat Yücel bunlarla ilgilenmiyordu çünkü hepsi ölüydü ona göre. Bu tanıyı, lobideki televizyonda 6. His’i seyrettikten sonra koydu. Objektif bir gözle incelendiğinde, haklı olduğuna dair çok ciddi veriler elde edilebilirdi. Duvarda resmi asılı Mona Lisa’dan daha ölüydü onlar. Evlerine fotoğrafını asacak kimseleri yoktu bu hayatta.
“İçin sigaranızı, için rahat rahat… Ciğeriniz de yok sizin, hepimizin…” diyordu yakılan her sigaranın şerefine Yücel.
Kendi içmiyordu, ölü olduğundan emin olsa bile –ölmekten çok korkuyordu. Kabullenemiyordu belki de. Mezarda bile üzeri örtülen, korunmaya ihtiyaç duyan insanlar için, ölümü reddetmek gayet
normal bir davranıştı. Hayatta olduğuna inandığı iki kişi vardı Yücel’in, biri otuzlu yaşlarının sonuna gelmiş Yüksel Bey’di. Yüksel Bey, inceleme ve denemeler yazan bir yazardı. Kendi çevresinde, cemiyetinde, saygınlığının yüksek olduğunu her hareketinden belli ederdi. Kahverengi seyrek saçları, sık ormanı andıran sigara yüzünden sararmış ve kısmen kırlaşmış sakalıyla Duygu’dan içeri girdiğinde ortamın havasını değiştirirdi. Kâğıt üzerinde tarif edildiğinde, son derece sıradan ve hatta çirkin sayılabilecek biriyken karşı karşıya konuşulduğunda kadın – erkek fark etmeksizin herkesi heyecanlandırabilecek bir enerjisi vardı. Yüksel, oranın yatılı misafirlerinden değildi, gelir, birkaç gün kalır ve giderdi. İşleri olduğundan ya da iş arkadaşlarını ziyaret etmek için de sık sık uğrardı. Yücel’in, Yüksel’i sevmesinin ve diğerleri gibi ölü olmadığını düşünmesinin sebebi tabii ki bu çekici enerjisi değildi. Bir şeyler üretiyor oluşu, hayatta olduğunu ve her daim öyle kalacağını kanıtlar nitelikteydi Yücel’e göre. Dünyaya bedeninden başka bir parça bırakan insan diri kalırdı. Sevmesindeki en büyük faktörlerden bir diğeriyse, ölüm ve hayat üzerine olan sohbetleriydi.
normal bir davranıştı. Hayatta olduğuna inandığı iki kişi vardı Yücel’in, biri otuzlu yaşlarının sonuna gelmiş Yüksel Bey’di. Yüksel Bey, inceleme ve denemeler yazan bir yazardı. Kendi çevresinde, cemiyetinde, saygınlığının yüksek olduğunu her hareketinden belli ederdi. Kahverengi seyrek saçları, sık ormanı andıran sigara yüzünden sararmış ve kısmen kırlaşmış sakalıyla Duygu’dan içeri girdiğinde ortamın havasını değiştirirdi. Kâğıt üzerinde tarif edildiğinde, son derece sıradan ve hatta çirkin sayılabilecek biriyken karşı karşıya konuşulduğunda kadın – erkek fark etmeksizin herkesi heyecanlandırabilecek bir enerjisi vardı. Yüksel, oranın yatılı misafirlerinden değildi, gelir, birkaç gün kalır ve giderdi. İşleri olduğundan ya da iş arkadaşlarını ziyaret etmek için de sık sık uğrardı. Yücel’in, Yüksel’i sevmesinin ve diğerleri gibi ölü olmadığını düşünmesinin sebebi tabii ki bu çekici enerjisi değildi. Bir şeyler üretiyor oluşu, hayatta olduğunu ve her daim öyle kalacağını kanıtlar nitelikteydi Yücel’e göre. Dünyaya bedeninden başka bir parça bırakan insan diri kalırdı. Sevmesindeki en büyük faktörlerden bir diğeriyse, ölüm ve hayat üzerine olan sohbetleriydi.
Bir de Mine vardı… Kızıl saçlı, hafif kilolu, bol elbiseler giyen ve otelin hemen hemen her işiyle uğraşan Mine… Her şey can sıkıcıyken, onunla karşılaşmıştı Yücel, eski kilerin ona ait bir oda olduğu zamanlardan birinde. Mine’nin canlılığı da dudaklarıyla beraber kanıtlanmıştı. Bu öpücük, o yeni odanın tekrar kilere dönüştürülmesine neden olmuştu. Mine, otelin sahibi rahmetli Faik Bey’in kızıydı. Adam önce kızını reddetmiş, hemen ardından da Yücel’in ihanetini orta şiddetle bir dayakla cezalandırıp sürgünle sonuçlandırmıştı. Fakat Mine bir süre sonra affedilmiş, Faik ölmüş ve babasının ölümünü fırsat bilen Mine de Yücel’i tekrar otele almıştı. Kısacası Yücel, zamanında sürgün yemiş bir haindi aynı zamanda. Mine, aşığı için bir oda ayarlamak istemişti. Kilerde kalmasından hoşnut değildi. Koca otel sahibinin sevgilisi, kilerde kalmamalıydı:
“İkisi hariç tüm odalar, kadrolularla dolu… Diğer ikisinin de geleni gideni oluyor, biliyorsun, o kadrolulardan gelen para masraflara anca yetiyor, ihtiyaçlarımız da var… O odalardan gelenler olmasa, nasıl geçiniriz? Koca bina ve iki koca insan kolay mı? Ayrıca… Neyse…” demişti Yücel, Mine’nin bu teklifine. Daha sonra bu konu hiç açılmamıştı. Kadrolu tekaütlerden birkaçı lobide at yarışı seyrederken Yüksel içeri girmişti. Yücel resepsiyon tezgahının arkasında asılı olan üzeri bordo bezle örtülmüş mantar panodan yapılmış anahtarlıktan on üç numaralı anahtarı hazırladı hemen. Yüksel hep orada kalırdı.
“Yok güzel dostum, kalmayacağım… Küçük bir işim vardı, geçerken seni de görmek istedim.” Bu durum Yücel’i memnun etmişti. Hemen iki sade kahve yaptırdı Mine’ye. Normalde kendi yapardı fakat Yüksel’in kısa süre içerisinde kalkacağını bildiğinden o zamanı iyi değerlendirmek istedi.
“Geçmişe dair ne var hatırında?” diye sert bir giriş yaptı Yüksel, Yücel’in bir fikri olmadığından, “Hiç…” diyebildi sadece.
“Hadi gel beraber bulalım.” dedi Yüksel, “Geçmişinde ne varsa, çıkaralım ortaya…” O sırada Mine, kahvelerini getirdi. Göz ucuyla birbirlerine gülümsediler. Normalde dip dibe olan çift, böyle özel durumlarda birbirlerine izin veriyordu. Yüksel ve Yücel, kahvelerinden birer yudum aldı ve Yücel cevap verdi:
“Bilmediğin bir şeyi nasıl arayacaksın ki bulasın… Hayır bulsan bile, o bulduğumuz şeyin gerçekten aradığımız şey olduğunu nasıl anlayacağız?” Yüksel bu cevaptan tatmin oldu ve kahvesini bir dikişte bitirdi.
“Güzel,” dedi, “Çok güzel… Öyle bir an gelir ki hatırlarsın, bir şey olur, ne varsa hatırlar ve ‘eureka!’ dersin… Bak, ben mesela çok güzel mızıka çalardım eskiden. İnsanı rahatlatıyor. Dene sen de, zihnini ferahlatır. Ama her şeyden önemlisi: Bekle…” Böylelikle Yücel’in asla unutmayacağı derin bir kuluçka süresi başladı. Temelinde kim olduğuna dair sorular yatan bu süreçte, kendine sorduğu hiçbir soruya cevap verememişti. İçinde yatan bir başka ben ise, yardımcı olmamıştı. Bir de değişimden bahsetmişti Yüksel. Ona göre her şey, bir dünya barındırırdı içinde. Aynı kaptan iki kere aynı yemeği yiyemezdin. İnsanlar, tabağın içindeki fasulyeler gibiydi aynı. Tabak sabit, fasulyeler farklı… Bu tezi çürüten bir bakteri vardı, Duygu Oteli. Yüksel hariç her şey sabitti. Ve Yücel bunları düşünürken, bir şey olmuyordu eureka diyeceği.
Yüksel gittikten sonra Yücel boş kahve fincanına bakarken Mine yanına geldi. O sırada tavana asılı televizyonda aynı yarışın bilmem kaçıncı tekrarını izleyen Nizamettin amca, “Vitor Pereira gidince yine bu kızcağıza kaldın tabii.” dedi. Nizamettin amca diğer cesetlerden farklıydı, tüm hücreleri çürüse de dilini bilemekten vazgeçmezdi.
“Vitor Pere-… O kim Nizamettin amca?” dedi Mine gülümseyen bir ses tonuyla. Yücel’se kaşlarını çatmış, boş kahve tabağına bakıyordu. Nizamettin haklıydı, Yüksel varken Mine aklına gelmiyordu. Sırrı açığa çıkmış, aklı okunmuş gibi hissetti. Keyfi kaçtı.
“Yazar değil miydi?” diye sordu Nizamettin, “Victor Hugo o yazar, Vitor Pereira Fener’in hocası.” dedi Yücel, yüzündeki öfkeyi gören Nizamettin –aman be der gibi kafasını çevirdi. Mine masaya yaslandı ve Yücel’in giydiği gömleğin sökülmeye başlamış yakasıyla oynamaya başladı. Bir yere gitmenin, biraz hava almanın ve değişikliğin iyi geleceğini söyledi. Yücel bu teklifi kabul etti. İki gün sonrasına bir piknik sözü verdiler birbirlerine.
O gün geldiğinde uyandılar ve oteli kendi kaderine terk edip sahil kenarına doğru yol aldılar. Örtülerini yere serip, bir gece öncesinden hazırladıkları kurabiye, kek ve kahvaltılıkları örtünün üzerine yerleştirdiler. Mine ve Yücel, ikili ilişkide gelinebilecek en uç noktada olsalar bile, hiç el ele tutuşmamışlardı. Sahipsiz duygulardan paylarına düşeni almamışlardı belki. Yemeklerini yedikten sonra birer sigara yaktılar, Mine cesaret edip Yücel’in elini tuttu, gülümsediler. Aradıkları duygu denizdeydi, otelde değil. Yücel cebinden mızıkasını çıkardı, rastgele üfledi. Çıkan ses herhangi birisi için hiçbir anlam ifade etmese de Yücel’in aniden yerinden kalkmasına sebep oldu. Mine anlamsız ve endişeli bakışlarla onu seyrederken:
“Bir şey oldu!” dedi Yücel. Bunu onlarca kez tekrar etti, yer yer kekeledi. Mine’ye ne olduğunu sorma fırsatı tanımadan koşarak uzaklaştı. Caddeye çıktığında hızla gelen arabayı görmedi. Ani bir fren sesi geldi, hızla gelen araba son anda direksiyonunu kırıp yol kenarında duran bariyerlere çarptı. Bu kazanın hemen ardından Yücel, “Bir şey daha oldu!” diye bağırdı ve caddenin ortasında koşarken bu cümleleri tekrarlamaya devam etti. Biraz zaman geçip sakinleştikten sonra olanları Mine’ye anlatmak istedi fakat geri döndüğünde obalarını kurdukları ağacın altında kimseyi bulamadı. Genç kadın gitmişti… Sanırım onun bu meczup hallerinden ürküp, bir süre uzaktan izlemek istemişti. Yücel ne zaman o anı anlatsa, “Onu göremeyince, şiddetli bir tokat yemiş gibi hissetmiştim.” diyordu herkese.
Otele döndüğünde Mine’yi ağlarken buldu. Anlatacağı çok şey vardı fakat önce Mine’nin sakinleşmesini bekledi. Kadına yeteri kadar şok yaşatmıştı zaten ve birazdan olacaklar, diğerlerine benzemeyecekti. Geçmişe ve kendine dair her ne varsa, bir şeylerin içine saklanmıştı. Ve o bir şeyler meydana gelirken Nizamettin amca ölmüştü. Yücel’e göre oradaki herkes ölüydü fakat Nizamettin amca – tüm metaforik tamlamalardan sıyrılıp, terk etmişti oteli. Lobide at yarışı seyrederken kapamıştı gözlerini. Sigarası kendiliğinden sönmüştü. Yücel sadece, “Bir şey oldu.” dedi, “Son şey…”
Zamanla ölümler arttı. Duygu Oteli de dünya olma yolunda ilerlemeye başladı. Ölümlerin seyreldiği bir vakitte, Mine ve Yücel boşalan odalardan birinde el ele tutuşmaktan daha da ileri bir aktiviteyle uğraşırken Mine nihayet, ne oldu diyebildi Yücel’e.
“Hatırladım.” dedi Yücel:
“Bu şehre ilk geldiğimde… Terk edilmiştim. Terk edildiğimi bile bile, balayı için rezervasyon yaptırmaya… İnanç vardı, tuhaf bir inanç içimde. O rezervasyon, her şeyi değiştirecek demiştim. Sonra ne oldu biliyor musun? Bir şey oldu! O gün piknik yaparken, senin yanından kalkıp caddeye doğru koşarken olan… Anlatamıyorum. Bir kaza oldu, biri içinde olduğum, on üç numaralı koltukta oturduğumda otobüsün önüne atladı ve sonrası… Sonrasını hatırlamıyorum. Otele gelmişim işte… Baban, rahmetli… Rahmetli evet… Onu da hatırladım…”
“Babamı mı?” diye sordu Mine, “Hayır, ailemin öldüğünü…” dedi Yücel ve devam etti:
“Bir şeylerin ardına gizlenmiş sırları hatırladım. Belki de ben de ölmüştüm Mine, bilemezsin ki… Sadece Nizamettin ya da baban ya da benim ailem değil… Yüksel’i niye çok seviyorum biliyor musun? Bana bir şeyler hatırlatıyordu, beni hatırlatıyordu. Hani bir gün, sabaha karşı benim odada, vakit geçirirken bana daha büyük bir odayla ilgili fikrini söylediğinde… Bir şeyleri geçiştirerek cevap vermiştim hatırlıyor musun?”
“Hayır.” dedi Mine. Öğretmenini dinlemek isteyip de yetişemeyen, uykusunu tam alamamış bir öğrenci edasıyla cevaplıyordu yöneltilen soruları.
“Ben hatırlıyorum. Orada söylemekten kaçındığım şey… Ben ölüyüm Mine… Neden geri dönmüyorum sanıyorsun, neden gidip de balayı için rezervasyon yaptırdığım insanı görmüyorum? Neden onun beni affetmesi için yalvarmıyorum? Hoş… Neden terk edildiğimi hatırlamıyorum ama o ayrı bir konu… Aramıyorum çünkü… Bir ölüden farkım yok… Yani bir otobüs devriliyor ve o otobüsün içinde olma ihtimalim yüksek ve yaşadığımı kimse bilmiyor Mine. İçi ölülerle dolu bir otelin sakinleri dışında kimse… O sebeple kilerde, merdivenin altında uyuyorum. Ben ölüyüm, ölüler tabutta uyur.”
“Peki ya…” dedi Mine, söyleyeceklerinden emin değildi, tereddüt ederek konuştu:
“Hayatta olsaydın.” dedi ve üstüne örttüğü battaniyeyi aşağı indirdi, “Yine beni sever miydin?” Yücel gülümsedi, “Buradan dışarı çıkıp hayata dönebilirim, ama ben burada ölü olmayı seçtim.” Birbirlerine sarıldılar ve uyudular. Bu diyalogdan sonra Yücel’in ölüm korkusu iyiden iyiye arttı. Yaşam kaygısının bir benzeriydi bu durum: Ölü olduğuna inanan birinin içinde bulunduğu durumdan korkması. Bu korkunun ürünü olarak, resepsiyon masasının arkasındaki duvara, anahtarların asılı olduğu panonun üstüne, Faik Bey’in bir fotoğrafını çerçeveletip astı ki yarın öbür gün bu gelenek devam etsin ve kimse onların fotoğrafını asacak kadar özlemese bile –ezbere, amaçsızca bu geleneği sürdürsün.
Zaman içerisinde, tekaüt takımı dediği herkes öldü otelde. Yerini Yüksel gibi, birkaç günlüğüne gelip giden insanlar aldı. Yine lobide birbirinden farklı insanların olduğu bir günde Yüksel uğradı Yücel’in yanına. Diyalogları çok kısa sürdü. Sadece oteli terk ederken uzunca vedalaştı Yüksel, sanki bir daha gelemeyecekmiş gibi. Kapıdan çıkarken kafasını içeri soktu ve:
“Otel sabit…” dedi. Yücel ona hak verdi, arkasından giderken, “Bir şey oldu.” diye seslendi, “Biliyorum.” dedi Yüksel… “Biliyorum… O sebeple gidiyorum…”
Yücel mızıkasını çalarken, Duygu Oteli’nin ışıkları yanmaya başladı.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.