Yirmi dört saatten fazladır koltukta, yanımda market poşetleri, oturuyorum. Avuç içlerimin yanmasıyla ellerimin birbirine kenetli olduğunu fark ettim ve kim bilir kaç saatten sonra yirmi parmağımı ikiye bölüp, uyuşan ellerimi yavaşça hareket ettirmeye çalıştım. Ellerimi henüz tam hissetmeye başlamamışken parmak uçlarımdan ipler çıktı ve iplerin ucu ileri fırlatılan tükürük gibi halıya düştü. Halının üstünde işaret parmağı büyüklüğünde kadın ve adam belirdi. Onların da parmak uçlarından ipler çıkıyordu ve bu sayede birbirimize bağlıydık. İrkildim, hayal gördüğümü sandım. Bu da neyin nesiydi? Beynim neden bana tuzak kuruyordu? İnsan böyle mi deliriyordu? Hayır! Oysa çıt çıkarmadan çıldıranlar vardı; bir bebek katiline lanet edip susarak, karısı tarafından dövülen adama acıyıp susarak, kadınların her gün mezar taşı olduklarını görüp susarak, imdat çığlıklarına üzülüp susarak, sessizliğe saat başı zam geldiğini bilip yine de susarak…
Karşımdaki parmak adamın dudağına ruj sürüyor olması kafamda canlanan insan fotoğraflarını yarıda kesti. Dikkatlice onu izleyişim beni ele vermiş olmalı ki ağzından emir kipi çıktı:
– Sol elini biraz aç, kadını rahatlat.
Bakışlarımı kadına çevirince bir parmak boğumuna benzer bir şeyle karşılaştım; kadın iki büklümdü. Sol elimi açtım; kadın, gerçekten derin bir nefesle dikleşti ve rahatladı. Kadının bacakları kıllıydı, saçsız ve sakallıydı. İkisinin de çırılçıplak oluşu cinsiyetlerini ortaya çıkarıyordu. Adam hâlâ dudağına mor renk ruj sürüyordu.
Şaşkınlığım yerini meraka bırakıyordu:
– Kimsiniz siz?
Adam konuşmaya daha hevesliydi, soru kipiyle devam etti:
– Sende toprak rengi ruj var mı?
– Yok.
– İnsan değil misin sen?
– İbne misin sen?
Kadın araya girdi:
-Hey arkadaşlar, ne sıradan bir konu bu böyle! Buraya niçin geldiğimizi biliyorsun. Rujunu sür sen.
Bana döndü:
– Biz aşağıdan indik.
– Aşağıdan mı indiniz? Yukarıdan olmasın o?
– Kalıplardan çık. Yukarıdan inmedik ve aşağıdan çıkmadık. Biz aşağıdan indik. Sana öğretilen her şeyin aksinin de var olduğunu konuşmaya geldik. Sol başparmağını oynat, kahve içeceğim.
Parmağımı oynattım, çevik bir hareketle sehpanın üstüne zıpladı ve ne zamandır orada olduğunu unuttuğum bardağın ağzına çıkıp avucuyla kahveden içti. O benim kahvemdi!
– Sana öğretilen her şey gerçek fakat bunların tersi düşündürücüdür.
Devam eden, adamdı. Ruju bırakmış, şimdi de çenesindeki kıllarını cımbızla alıyordu.
– Can sıkıntısı değerlidir, düşünce alanında ve yoğunluğunda olduğun yerdir. Can sıkıntısı sanatın, üretmenin evrimleşmemiş halidir. Kendine karşı ateşlersin fikir topunu, zıt düşünceler aklını böler, mahkeme oluşturursun kendi sırında. Çağırırsın teker teker aklındaki ünlemleri. Sorarsın ardından cevap verirsin ve cevaba itiraz edersin. Hakim de, mahkum da hatta tokmak, parmaklık ve karar da sensindir. Ceza da alırsın beraat da edersin o can sıkıntısında. Sonunda, üretmenin evrimi tamamlandığında ister hücrede ol ister gökyüzünde özgürdür kağıdın, kalemin, fırçan, taşın… Sen özgürsündür. Ama bu aptal bunu düşünemez. Neden? Çünkü sıkıldığında düşünmemesi için cam ekranlar var. Falcı teyze onun için ona hayatı planlıyor nasılsa…
Ellerimle kendime ettiğim hakarete tam sinirlenmeye başlamıştım ki kadın konuştu:
-Geçen gün yolda giderken koluna bir kuş sıçmıştı hani, sen de o boku temizlemek için yerden kâğıt parçası bulmuştun ve kâğıtta yazan yazı seni bize böldü.
Alıp eve getirdiğim o kâğıda baktık üçümüz aynı anda. Sanki o yazının kurbanıydım. Beni ellerimden parçalıyordu. Katilim olacaktı o cümleler!
Kadın bardağımdan bir kez daha içtikten sonra konuştu:
-Az önce ibne diye düşündüğün adam, sizin deyiminizle sapına kadar erkek. O, yalnızca ruj süren bir adam. Ya ben? Kıllarımı hiç almadım, hiç makyaj yapmam, göğüslerimi dik göstersin diye sutyen denen sıkıcı şeyi takmam ama beni böyle de beğenen adam bulurum. Bulmasam da sanırım umursamam, umursayacak olsam kıllı olmam. Bunlar dayatılan görüşler. Sen bunları bunca yıl kabul ettin ama artık parçalanıyorsun…
-Hadi kendini savun bana. En küçük parmağını oynat başımı kaşımam gerek.
Parmağımı kıvırdım ve adam uzun saçlarını kaşıdı. Kendimi savunmamı istiyordu benden. Yapabileceğimi düşünüyordum, yirmi dört saatten fazladır beynimi parçalıyordum zaten. Kendimi de savunabilirdim. Ancak dediklerim…
-Ben kendimi savunamam… Otuz altı saat önce arkadaşımı arayıp patates kızartmasını ve bir saate kadar onda olacağımı söyledim. Dışarı çıktığımda ise patates kızarması istemiyordum, arkadaşıma gitmekten vazgeçip bara gittim. Bara gitme fikri daha doğruydu. Barmenden bira istedim, bira geldiğinde bira içmek istemiyordum. Çıkıp gazete bayiine uğradım, Kok dergisi istedim ama dergiyi aldığımda aslında onu istemediğimi adının ter kokusunu çağrıştırdığını anladım ve yere bıraktım. Kendimi denemek için markete girdim hiç konuşmadan üç parça gıda aldım, kasiyerle konuşmadan aldıklarımı poşete koydum. Aldığım şeylerden emindim. Kasiyerden sigara istedim ve sigara almak için arkasını döndüğünde marketten çıktım. Sigara istemiyordum! Eve gelene kadar tanıdığım herkese durup bir şey anlattım ama anlattıklarımın, sorduklarımın hep aksini düşünüyordum. Gerçek düşüncelerim çıkmıyordu ağzımdan. Otuz dört saattir de sadece o yazıyla konuşuyorum. Konuşup susuyorum ve düşünmeye başlıyorum. Siyah ve beyaz kadar zıt birbirine düşüncelerim ile anlattıklarım.
Sustum. Hem yorulmuştum konuşmaktan hem de söylediklerim gerçek mi diye düşündüm. Evet yaşamıştım bunları. Kadın memnun bir halde beni dinliyordu. Adamsa kaşlarıyla oynuyordu. Ellerim terlemeye başladı. Kadın sessizliğe ses attı.
-Her şeyin tersi var. Bir şeyin tersini düşünmeyi öğrendiğinde sorgulama başlar. Sorgulamaya başladığında ise Tanrı, ilk ve en büyük şüpheli olur. Düşünebilen insanlara deli derler. Ancak düşünmeyenler delidir. Kötü delilerdir onlar…
Parmaklarımın ucundan içime doğru giden sıcaklık hissettim. Ellerim karıncalaşıyordu. Adam ve kadın birbirine ilerlediler ve iç içe geçtiler; mor dudaklı, ince kaşlı, bacakları kıllı ve artık cinsiyeti belirsiz bir parmaktan insan olmuşlardı.
Hipnotize olmuş onları izliyordum; başları iç içeydi, yüzleri birbirinin kafasındaydı, mimiklerini hissediyorlarmışçasına gülümsüyorlardı. Bu gülümseme ağızlarında giderek daha da yayıldı. Yüzlerini yukarıya kaldırdılar. Şimdi çok tuhaf görünüyorlardı; iki ağız, dört göz ve tünele benzeyen bir burun. Gülümsemeleri sese dönüşmeye başladığında tiksinç göründüler. Açılan ağızları tüm suratlarını yutuyordu. Artık iki ağzın birleştiği kuyudan kahkahalarla tükürükler çıkıyordu. Bunlarla bir anlam veremiyordum. Tüm bunlar olurken bir an ellerimin canımı acıttığını hissettim. Kendimin farkına vardığımda onları deli gibi alkışlıyordum! Aniden alkışı kestim. O an büyük bir gürültüyle parçalanıp ve etrafa saçıldılar. Sonsuz bir sessizlik doldu odaya. Küçük bir kağıt parçası uçtu ve annemin uçağı gibi gelip ıslak dudağıma kondu…
Her şeyin anlamını kavrıyordum sanki; bir cümlenin kelimelerine ve hatta harflerine bölünmüştüm. Ben, ipliğin iğne deliğinden geçtiği gibi yazarın başlığından geçerek parçalanıyordum şimdi.
[su_divider]
Görsel: Avogado6
Kadın, feminist, sakat, Atatürkçü… 2017’de 31 yaşına giren. Yazmayı öğrendiğinden beri yazan. Babasına benzeyen, annesinin soyadını kullanan. Sözel bölümünden mezun. İlk olarak kendi sayfasında yazmaya başlayan. 2013’den bu yana www.kalemkahveklavye.com kültür sanat ve edebiyat sitesinde hikaye ve şiir pişiren ve çeşitli fanzinlerde yer alan. Pulbiber mahallesine uğrayan. Çok okumayı seven, arada hiç okumayan, güzel sesli insanlara şiir okutturan. Rock dinleyen, Sylvia Plath’a özenen, Van Gogh ile arasında bağ olduğuna inanan ve bütün sokak kedileriyle konuşan ve ilk kitabını yazan.