“Onları öldüreceğimi söyledim, yine güldüler.”
Bir panayırda soytarıydım. Geziciydik. Patronuma iyi bilet sattırırdı gösterilerim fakat beni hiç memnun etmezdi. İyi bir komedyen olmak için çıktığım sahnede, herkesi güldürmüştüm. Ne büyük başarıydı. Tebrikler, alkışlar ve hayran hayran seyreden güzel kadınlar. Final şovumdan sonra aldığım alkış esansında, bir sonraki gösteride kazanacaklarım geldi aklıma. Az önce de söylediğim gibi. Gerçekle, sahneden indiğimde, insanların hala bana bakıp güldüğünde yüzleştim. Oturmama gülüyorlardı, yürümeme gülüyorlardı, kızmama, su içmeme, küfretmeme… Her şeyime gülüyorlardı, bir keresinde “Bok mu var gülüyorsunuz,” diye çıkıştım, sustular. Ta ki içlerinden biri, “Bok mu var gülüyoruz” diye bağırıp kahkahayı basana dek. Yine güldüler. Onları öldürmekle tehdit ettim, yine güldüler. Sonunda dayanamayıp panayırı terk ettim. Kalacak yerim yoktu, patron benimle beraber günlerdir uyuduğum bankta sabahladı, dönmem için ikna etmeye çalıştı, kovaladım. Paradan başka şeylere ihtiyacım vardı, kalacak yerden başka şeylere. Başka bir köye gidip, yeni bir hayata başlamak istedim, yaşadığım kovanın tepesindeki cam tavan engel oldu sıçramama. Tıkıldım kaldım. Tüm bunların ardından tabii ki geriye yapacak tek bir şey kalmıştı, oturdum ağladım. Parkta çocuklarla beraber ağladım. İkisine pamuk helva aldı anneleri, sustular. Üzerime yapışan bir palyaço boyası vardı, ağladıkça akmıyordu. O an ölmek istedim, derken yaşamam gerektiğini hatırlatacak bir mucizeyle karşılaştım: Saniye’yle.
Panayırın akrobatı, o asildi. Herkes hayranlıkla seyrederdi vücudunu bir lastik çorap gibi esnettiğinde. Çömeldi, “Ağlama,” dedi, “Bu sen değilsin. Farkına var. Bırak başkaları gülsün duruşuna… Komik olan duruşun değil, ilk gösterinde anlattıklarındı, hadi kalk…” dedi ve güldü. Uzun bir aradan sonra, birinin bana gülmesi sevindirmişti. Ölümü dilerken, yeni bir umutla karşılaşmıştım, henüz zamanı değildi.
“Şaka mı ediyorsun! İnternet fenomeni, videoları yüz binlerce tıklanan soytarıyla, medarı iftiharımız, güzel akrobat aynı sahneyi paylaşacak he! Beni günlerce, bir bank kenarından sabahlatmanın özrü anca bu olurdu!”
Patron, Akrobat Saniye’yle hazırladığımız gösteriyi çok beğendi. Cyrano’dan bir bölümü uyarlamıştık, plastik koca burnu takıp, sahneye çıktım. “Şuna bak af edersin fil burnu gibi,” diye bağırıp gülenler oldu, Saniye göz kırptı… Oynamaya devam ettim. Alkış ve kahkahalarla bitirdiğimiz gösteriden sonra kulise döndüğümde, gözlerim yine ağlamaklıydı. Herkes güldü, yine güldü diye hayıflanırken o girdi içeri, “Komedi oynadık zaten, gülmeleri harika bir şey” dedi. Nasıl da mutlu oldum. “Saniye… Ben Cyrano, iri burnundan utanan Cyrano… Sense, Roxane…” Saniye makyajını silerken duraksadı, “Evet, oynadığımız karakterler bunlar…” Gözerinin içine baktım, tek söz etmeden.
“Zaman, biraz zaman…”
“Tabii Saniye.”
“Neden olmasın?”
Dilerseniz kalbimi alın bütün bütüne
Ben yine şükrederim sizi gördüğüm güne
Çocuktum. Babamla futbol maçı seyrederken, eski kulüp başkanının, gerekirse yeniden aday olabileceğine dair bir açıklama yaptığından bahsetti. Sevinmiştim.
“Sevinme oğlum, takım yarın bir mağlubiyet alsa, herkes eski başkanı göreve çağıracak.”
“İyi de baba biz hiç yenilmeyiz ki… En iyi kadro bizde.”
Yenildik.
Daha ilk maçta, kendi sahamızda üç gol yiyip yenildik. Elbet bir gün kaybedecektik, ne kadar iyi olursak olalım. Hayat gibi… İnsanın bir gün biteceğini bile bile yaşadığı bir hayatta, bekleyecek bir nedeninin olması ne de güzeldi. Eğer bir gün öleceksem ki, evet, Saniye’nin bahsettiği o zaman geldikten sonra gerçekleşsin diye Tanrı’ya yalvarmak da öyle. Ölüm korkusunu doğuran şey amaçtı, üzülmüyordum artık iyi bir komedyen olamadan öleceğime. Mutlu edecek, mutlu olacağım başka şeyler vardı artık. Onları bekliyordum. Babamın ölüm haberini, Saniye’yle sahne aldığımız bir Temmuz akşamında aldım. Ağlayamadım, ağlarsam gülerdi izleyenler. Patron bir sonraki akşam için izin verdi bana, “Git cenazeye katıl,” dedi, çıkarken güldü arkamdan, ses etmedim. Saniye de izin istemişti fakat ona ip üstünde yapacağı bir gösteri yazdı, zorladı. Bu boşluğu ikimizden birinin doldurması gerektiğini söyledi. Acımasız. Küçük bir çanta hazırladım, çok fazla kalmayacaktım gittiğim yerde. Saniye öptü beni giderken, gözyaşlarımı sildi: “Ağla…”
Döndüğümde, kasabanın girişinde, panayırın faytoncusuyla karşılaştım, bir gariplik vardı. Gülmüyordu. Panayır alanına kadar o bırakır beni diye düşünüp, sevindim. Uzun uzun konuştuk atlara su verirken.
“Diyorum ki kendi kendime… O bir ipin üzerinde geziyor, 100 metreden kovaya atlıyor. Benimse boyum yerden yüz santim geliyor, böylesine güzel bir kadın, neden bir cüceye aşık olur?” Gözleri doldu.
“İyi de sen bir yetmiş varsın en az, cüce değilsin ki…”
“Aynada öyle görüyorum kendimi,” dedim, “Ötesi var mı?”
“Saat kaç?” diye sordu, babamdan kalan köstekli saatin akreple yelkovanına baktım, durmuştu.
“Saniye öldü,” dedi, “İpin üzerinde gezerken, başı döndü galiba, düştü… Panayır yok bu gece,”
“Olacak…” dedim. Saniye ölmüş, zaman durmuştu.
O gece panayıra geldiğimde, faytoncu ve patron hariç herkes bana bakıp gülüyordu yine. Koca burnumun nerede olduğunu soranlar oldu. Bilet alan izleyiciler, panayırın iptal olduğunu duyunca paralarını almak için sıraya girmişti. Beni görünce vazgeçtiler, büyük çadıra girip, gösterimi beklediler. Ağlamaya başladım, hıçkıra hıçkıra, yine güldüler. Onları öldüreceğimi söyledim, yine güldüler. Nasıl olduğunu bilmiyorum, hatırlamıyorum. Elimde bir benzin bidonu vardı, ne zaman aldım bilmiyorum. Üzerlerine dökerken, çadıra dökerken gülmeye devam ettiler. Patron kaçmaya kalktı, boş bidonu kafasına fırlattım, yere yığıldı. Kendini terbiyeci zanneden aslan işkencecisini, gazı bitmiş çakmağımla yakmakla tehdit edip, avludaki kafese kapattım. Hala gülüyordu büyük çadırın içindekiler, kafalarını aralıklardan çıkarıp beni seyrederken. Hafif nemli bir kibriti, biraz zorlayıp yakıp attım çadıra. Tutuştuklarında gülmeye başladım. Kaçışları çok komikti.
Patron kaçamadı, içeride kaldı. Panayır, içindekilerle yandı. Karanlık gökyüzüm, o alevle aydınlandı.
Bırakın gökyüzü ve yıldızlar bizi yalandan kurtarsın
Siz aydınlık, ben yalnız bir gölge; tabiat bizi
kurtarsın
kurtarsın
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.