Ülkemizde ve dünyada, kültür, sanat ve edebiyat faaliyetlerinin piyasaya devri veya en iyimser tespitle, piyasa tarafından yönlendirilmesi yeni değil, üzülerek belirtiyoruz; ayrıca basit, ucuz ve yoz olandan para kazanmak da öyle, bunu da biliyoruz. Fakat, artık bunun genel geçerlik durumundan çıkıp bir kaideye evrilmesi, bana, diğerlerinden daha tehlikeli ve daha korkunç görünüyor.
Piyasayla; edebiyat lobileri, çıkar grupları, ihanet şebekeleriyle “bir şekilde” bağlantı kuran ve yazma değil ama iyi kötü konuşma yeteneğine sahip gençlerin yazar diye pazarlanması, bunun gürültü patırtısı; artık sadece iyi yazarın iyi okura ulaşamamasına falan yol açmıyor; edebiyat denilen üretim alanının, iyiyi geçelim, ortalama olana bile tümüyle kapanmasına neden oluyor.
Son altı ayda okuduğum ve neredeyse birbirinin aynısı olan üç kitap; Emrah Serbes’in Müptezeller’i, Batuhan Dedde’nin Mezar Taşı Gibi Düşüyor Yağmur’u ve Burak Soyer’in Zıvana’sı; çok geniş bir kapsamı olan ve yukarıda bir iki cümleyle özetlemeye çalıştığım olayı ete kemiğe bürüyor.
Her üçünü de gerçek yaşamda benlikleri parçalanmış, narsisistik kişilik bölünmesiyle malul zihinlerinin tutsağı olmuş, yetenekleri varsa dahi (Sadece Emrah Serbes’in yeteneği olduğunu düşünüyorum!) bunun dörtte birini bile kullanma zahmetine girişmeden çalakalem yazdıkları şeyleri, nasılsa bunun alıcısı olduğunu bildiklerinden, bunları basmaya hazır yayınevlerine teslim edip işin sanatıyla, edebi değeriyle falan ilgilenmek yerine, teliflerin ne zaman ellerine geçeceğine odaklanan üç genç yazıcının taze üretimleri olarak saymak gerekiyor. Bu, birinci nokta.
İkincisi ise, kitaplarda içerik o denli aynı ki okuyanların buna şaşırmaması bana çok ilginç geliyor. İlk gençlikten başlayıp yirmili yaşların ortasında biten olayların anlatıldığı romanlar; kendisinin ne kadar güçlü ne kadar kırılgan ne kadar isyankâr ne kadar çekici ne kadar maceracı ne kadar cesur… olduğunu ispatlamaya çalışan ve gerçeklerle kurmacaları karıştırıp yazan, bunları, otobiyografik ama tam da değil, yollu gizemli söylemlerle niteleyen yazıcılarca, bireysel direniş ve tükeniş manifestoları olarak kaleme alınıyor.
Bu genel çerçevenin yanı sıra, özel olarak, birbirine benzer o kadar olay, söylem, cümle ve tepkiler var ki kitaplarda; son dönem edebiyatının bütün şifrelerini sadece bunlara bakarak bile kırmak mümkün olabiliyor.
Dedde’nin kitabına ilişkin, yakın zamanda bir yazı (Edebiyatın Mezar Taşı veya Bir Batuhan Dedde Şeysi) kaleme aldım; Müptezeller’i ise daha geniş ve ayrıntılı irdelemek kaydıyla, burada şimdilik, Burak Soyer’in kitabına göz atmakla yetinmek anlamlı olacak gibi görünüyor.
Tabii bu metinle birlikte yazıcısının romancı yapılma sürecine de bakmak ve artık bu piyasa edebiyatının nasıl teşkil edildiğine ilişkin de ciddi argümanları göstermek gerekiyor. Türk edebiyatının geldiği yerin ve gidiyor olduğu uçurumun nasıl şekillendiği açısından bir ibret vesikası oluşturan bu veriler, genel manada kayda geçirilmeyi hak ediyor.
Burak Soyer, geçmişte büyük gazetelerde çalışmış, internet sitelerinde editörlük yapmış. Bu işlere devam ediyor. Piyasa ile bağlantısı da buradan geliyor. Kitabının çıkışı pek kimseyi, elbette ki ilgilendirmiyor. Ancak, edebiyat şebekelerinin, ellerinde her türlü iletişim aracı olduğundan, zaten dışsal bir ilgiye gerek kalmıyor. Kitabı basan yayınevi, dağıtım ağı, internet kitapçıları, kitabevleri, kitap tanıtım ekleri… Bir şirket bunların tamamına sahip olduğundan; ürünün basımını, tanıtımını, satışını, kimseye ihtiyaç duymadan kendisi üstleniyor.
Bu kapsamda, 2017 başında, Doğan Kitap’tan çıkan kitaba ilişkin, yazıcıyla tek söyleşi de, kapanan Radikal’in kapanmayan kitap ekinde bulunuyor. Mülakatı yapan Kevser Aycan Sarıoğlu, Soyer’in romanını şöyle takdim ediyor: “Burak Soyer’in otobiyografik özellikler taşıyan romanı ‘Zıvana’, biraz Bukowski’yi biraz Chuck Palahniuk’i hatırlatıyor.”
Okuyunca görülecek, kitapta her iki yazarı hatırlatan hiçbir şey, tek satır bile bulunmuyor. Ancak Bukowski ve Palahniuk’in yazarlığını, küfür etme ve sekse indirgeyen tüm çarpık bilinçli kimseler gibi, Sarıoğlu da küfürcü Burak’tan bir “yeraltı edebiyatçısı” yaratmaya soyunuyor.
Hızını alamayan mülakatçı şöyle devam ediyor: “Ruhsal eylemsizlik durgun kirli bir su gibi zaman zaman şiddete dönüşürken okur, Soyer’in keskin kalemiyle kendi konforlu uykusundan uyandırılıyor. Kendinde ve hayatında güzel olan her şeyi yok etmek isteyen bir aidiyetsiz, bir yıkımcı, ama aynı zamanda keskin bir gözlemci. Kendinde ve etrafındaki her kötülüğü görüyor, kendini kandırmıyor ve bizim de kandırmamıza izin vermiyor.”
Kendisi bu sonuca nasıl vardı bilinmiyor; ancak, bizim de bu teze katılmamızı istiyor: “Zıvana, küçük kabuklara sığdırdığımız büyük hayatlarımızın vitrin camlarını indiriyor.”
Sadece para kazanmaktan mürekkep değersiz yaşamlar sürdüren “edebiyat çetesi”nin bu küçük unsuru, bizleri de, yani edebiyatı karşılıksız seven okurları da kendisi gibi hesapçılık ve kitapçılığa zorluyor.
Sen kimsin, diye soruyor yazıcıya; Burak Soyer kısaca yaşamını özetliyor ve niye roman yazdığını söylüyor: “Bir gece bir telefon, ‘Bize yazsana,’ diye… Nihayetinde 15 günde de elimizdeki bu arkadaş çıktı ortaya.”
Amacın neydi peki, deniyor; yazıcı, “Bu kitap kafasını akıllı telefonlarına tıkmış bir iki insanı dürtüp etrafına bakmasını sağlayabiliyorsa ne mutlu bana.” diyor.
Zıvana’nın sebebi ve istenen sonucu, böyle özetleniyor. Mülakata sonra tekrar dönmek kaydıyla; şimdi, biraz, 15 günde yazılan bu romanın içine bakmak gerekiyor.
Roman, adı konulmasa da iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, iki buçuk günlük bir zaman dilimini kapsıyor. İlk 85 sayfada, bu süreç anlatılıyor. Kitabın kahramanı Sarı, henüz 23 yaşında ve geçen yıllarda, İstanbul’da çok önemli gazetelerde, Radikal’de ve Akşam’da, bulunuyor.
Sonra memleketine dönüp yerel gazetelerde çalışarak harçlığını çıkarıyor. İçki problemi yüzünden hepsinden ayrılmak zorunda kalıyor. Roman, sonuncu işten atılmanın ertesi gününde açılıyor.
Kitabın bir yerinde, Sarı, yani Burak Soyer, bir karaktere kendinin o anki durumunu şöyle anlattırıyor: “Kendisi İstanbul’da Radikal’de Akşam’da falan çalıştı. Ama dalyarağın önde gideni olduğu için, oradaki mis gibi ortamı bırakıp buraya döndü… Âşıkmış beyefendi, karıyı her gün görmeye dayanamıyormuş. Amına kodumun salağı, bir am için sikti attı bütün hayatını.”
Sarı, Akşam gazetesi Ekler servisinde, kendisinden on yaş büyük bir kadınla birlikte iken bir gün terk ediliyor; bu acıya dayanamayıp memleketine dönüyor. Ailesiyle yaşamaya başlıyor. Yukarıda bahsedilen, işten kovulmadan sonraki sabah, işe gidermiş gibi evden çıkıyor, kahvaltı olarak “Bir şişe beyaz Ataol, yarım litrelik Fruko, iki plastik bardak, dört tane kırmızı Tuborg, bir paket Camel.” alıp çamlığa gidiyor.
Gittiği yeri, “Gündüzleri bile geçerken milletin götünün üç buçuk attığı çamlıkta her zamanki yerime oturdum.” diyerek betimliyor. Tabii “gündüzleri bile” vurgusu yaptığına göre kendisinin geceleri oraya gitmesi gerekiyor; ama önemli mi, nasılsa ne yazsa basacak bir yayınevi onu bekliyor; o yayınevinin, ne yazık, yahu burada bir mantık hatası var, diyecek tek bir editörü bile bulunmuyor.
Devam etmeden, kahvaltılık olarak sayılan içkiler, bir olağandışılık olsun diye yazılmıyor, romanın neredeyse her iki paragrafında bir, o anki içki menüsü zikrediliyor; bunlar kitaptan çıkarılsa, zaten geriye bir şey de kalmıyor.
Burada şu var ki, yazıcı, bunu kendisinin hayatı ne kadar da umursamadığını ve hayattan kaçabilmek için içkiye sığındığını anlatmak için yapıyor; ancak, seksle birlikte yaşamının tümünü kaplayan alkol alma hikâyeleri, her yeni anlatılışında saçmalamaya dönüyor.
Sarı, “17 yaşında akşamcı olmuştum. Pazar günleri hariç her akşam iki şişe şarap, 3-4 tane de bira içiyordum.” diyor. Bir sahnede, gün içinde 4,5 litre şarap içtiğini söylüyor. Bir yerde, “Üç kırmızı Tuborg’u iki Cem Karaca şarkısı arasında devirmiştim.” yazıyor; başka bir yerde, “Takriben on dakika içinde üç duble rakıyı yuvarladım.” diye anlatıyor.
Seks konusunda ise, herhalde, fantezi dünyasının ne kadar geniş olduğunu ispatlamaya ve okurdan “yeraltı yazarı” etiketi almaya çalışıyor. Kendisini aldatan, kandıran sevgililerine olan öfkesini, diğerlerinden çıkardığını savlıyor: “Genellikle yüzlerine attırarak ya da bunu yapmaya onları zorlayarak işimi bitiriyor, arkasından yaktığım sigarayı suratlarına üflerken banyoya bile gitmelerine izin vermeden evden siktir ediyordum.” diyor.
Bunu, romanda, kadınların ona ne kadar bayıldığını söylediği pek çok cümlesiyle destekliyor: “Kucağımdan geçen karıların sayısını tutmayı çoktan bırakmıştım.” diyor. Sarı’ya, bir bakan bir daha bakıyor, bütün Çanakkale kızları, onun yatakta kaplan gibi olduğunu birbirine anlatıyor.
Burak Soyer, bu işleri nasıl becerdiğini, barda hoşuna giden bir kızı, on dakikada tavladığını iddia ettiği olayı anlatarak sunuyor. Sonra, faaliyet başlıyor, okuru zevke getirmek için burayı iştahla yazıyor: “Benim ufaklığa el atıp genci piyasaya çıkardı. Ayağa kalktı. Pantolonunu indirdi. Sigarasını söndürmek için arkasına döndüğünde, siyah tangasından taşan göt yanakları beni davet ediyordu. Geri çevirmeden ısırmaya başladım.” diye döktürüyor.
Erotizmden çok porno yazıcılığına benzeyen satırlarla, Burak, kendince tabuları yıktığını falan sanıyor; oysaki on beş yaşında bir çocuk bile bunları hayal edip kaleme alacak yeteneğe sahip bulunuyor.
İlerleyen sayfalarda, yazıcı, kadınlarla ilişkisine, onlara bakışına dair bir pasaj daha kaleme alıyor: “Cool kadını oynamak sikimi görene kadar sürecek tatlım. Sonra ‘Beni bir daha sik’ diye yalvarıp ‘Sarı beni bir daha siksin’ başlıklı imza kampanyası başlatacaksın.” buyuruyor.
Burada bir parantez açmak gerekiyor. Ülkemizde bu konuda hassas, özellikle kadınların toplumsal ve özel alanlarda ezildiğini, eril, cinsiyetçi dilin de bunu yeniden ürettiğini söyleyen pek çok kesim bulunuyor. Edebi metinlerde, sinemada, tiyatroda bunun örneklerine de ciddi tepki veren bu toplam; nedense Burak Soyer gibi bir sapkınla ilgili iki kelime etmiyor.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2016/05/murat-uyurkulak-merhume-inceleme.html” target=”blank” background=”#d43839″ icon=”icon: arrow-right”]Murat Uyurkulak’ın ‘Merhume’si Etrafında Eril Dilin Şiddeti ve ‘Murat Menteş’leşme’ Sorunsalı Üzerine | Koray Sarıdoğan [/su_button]
Sapkın derken, cinsel eylemlerini değil, bunun kamusal alanda veya konumuz itibari ile kitapta dile getirilme şeklini kastettiğimi eklemem gerekiyor.
Mülakata, söylediğimiz gibi, burada bir dönmek gerekiyor; Kevser Aycan Sarıoğlu, bunu şöyle yorumluyor: “Kitapta kadın-erkek ilişkileri dayanılmayacak kadar ‘hardcore’ geçiyor.”
Bu kadar; hepsi bundan ibaret bulunuyor. Aynı satırları yazan başka bir yazar, kendilerinden olmayan biri için; kadın düşmanı, seksist sıfatlarını kullanması muhtemel bu hanımefendi, “Burak bizden yaa..” durumu söz konusu olduğundan, hardcore gibi ucuz bir pornografi terimiyle konuyu geçiştiriyor.
Bu konu bence fazlasıyla önem arz ediyor. “İstanbul’a attıracağım gözlerim kapalı.” diyen bir yarı cahilin, Burak Soyer’in, yarın öbür gün, bu şebeke tarafından, yazar Orhan Veli’ye saygısızlık yapmamış, metinler arası göndermede bulunmuş, diye kollanacağını bile görme ihtimali, emin olun, bulunuyor.
Yine, bu konularda oldukça hassas bir yayın kolektifi olan ve benim de çalışmalarını beğenerek ve ara ara destek olarak takip ettiğim Gaia dergisi editörleri ve yazarları, buna tek bir eleştiri bile yöneltmek şöyle dursun; Soyer’in kitabını, kitlesine, “sarsıcı bir otobiyografi” diye takdim ediyor. Çünkü Burak, bu yayının “gönüllü yazarları” arasında sayılıyor. Bu ikiyüzlülük ise, benim, ziyadesiyle canımı sıkıyor.
Kaldığımız yerden kitaba dönersek; Sarı, o günü yine litrelerce şarap, onlarca bira, şişelerce viski içerek sonlandırıyor ve işten atıldığını ailesine söyledikten sonra, bir barda kavga ederek karakola düşüyor. İşsiz döneminde, ailesinin 70-80 bin lira kredi çekip borçlanmasına sebep olan yazıcı; eve geldiğinde, babasının kesin ve tartışılmaz kararını öğreniyor. Babası, “İki gün sonra İstanbul’a dönüyorsun.” diyor.
İki gün sonra deniyor; ama Burak Soyer, yine özensizlikten ve yalan söylemekten kafası karıştığı için, hemen ertesi gün yola çıkıyor. Ablası, onu, orada, İstanbul’da, yeniden hayata başlatmak için bekliyor.
Kitabın burasında, yazıcı, lise yıllarına dönüp İstanbul’a ilk gidiş sürecini anlatmaya başlıyor.
Çok kötü bir öğrenci olmasına rağmen, üniversite sınavında iyi puan alıp bölüm birincisi olarak İstanbul’da bir üniversiteye yerleşen ve bu başarı sonrasındaki hislerini, “27 kere art arda boşalmış gibi hissediyordum kendimi.” diyerek tarif eden Sarı; Kadıköy’de bir yurtta kalıyor. İlk günden barları, meyhaneleri keşfe çıkıyor. Bir mekânda oturup bira içerken, yolda yürüyen kızlara bakıp kendine soruyor: “Otuz bir çeksem mi?”
Vakit kaybetmiyor, “Kaderlerinde, İstanbul’u sidik kokan bir helanın içinde görmek olan beyaz çocuklarımı, damla damla klozete bıraktım.” gibi ucuz bir cümleyle otuz birini anlatıyor. Kendini iyi tanıyor, zaten, İstanbul’a geldiği dönemdeki Sarı’yı şöyle tarif ediyor: “Siki eliyle aklı arasında mekik dokuyan, kafayı her daim bulanık tutmak isteyen genç bir hedonist.” olduğunu söylüyor.
Okulu bırakan, Çanakkaleli bir arkadaşının evine taşınan Sarı Burak; hayatının kontrolünü tamamen kaybediyor. Eline geçen bütün parayla şarap içiyor, ot sarıyor ve sızıyor ve sonra yine şarap içip yine ot sarıyor. Parasız kalınca, “Pangaltı Metro çıkışına kadar aralıksız sinyal yaparak, aşağı yukarı 20-30 tane sigara, üç dört şişe şarap parasını rahatlıkla çıkartıyordum.” diyor.
Bu müptezellik, bir gün eniştesinin telefonu ile son buluyor; eniştesi, “Bizim gazetede kitap ekine stajyer arıyorlar. Başlar mısın?” diye soruyor. Burak Soyer, “Hayatımda Bukowski ve yedi kere elimden geçen Beyaz Zenciler dışında kitap okumamış olan ben, Türkiye’nin en prestijli gazetesinin kitap ekine stajyer olarak dâhil olacaktım.” diyor.
Çok güzel, Türkiye’nin en prestijli değilse bile önemli gazetelerinden biri olan Radikal, İletişim Fakültelerinden mezun on binlerce öğrencide bulamadığını, hayatında sadece üç beş tane kitap okuyan bu otuz birci Sarı’da buluyor. Türkiye’de medyanın yapısına dair bundan daha iyi bir ifşaat da kolay kolay görülmüyor.
Sarı, yıllar sonra bile, bunun şokunu üstünden atamıyor: “Şu ana kadar e-mail bile yazmamış olan ben, yazarak para kazanılan bir işe başlamıştım.” diyor ve “Henüz üçüncü haftada imzalı yazım çıkmıştı.” diye de ekliyor.
Şimdi geriye dönüp bir bakmak ve sormak lazım geliyor; Türkiye’de, bu ve buna benzer yayınlarda adını duyurup para kazanan yazıcıların, gerçek yazar kabul edilemeyeceklerini anlatabilmek için daha ne yapılması gerekiyor?
Bu şebekeye intisap etmeden edebiyat ortamında bir yer edinmenin mümkün olmayacağı tezini içselleştirip edebiyata küsen veya daha kötüsü, çıkarları gereği, bu lobilere yanaşıp kitaplarını yayımlatan, tanıttıran, ünlü olan; ama ruhunu da çoktan satmış bulunan kişileri şimdi nasıl ele alıp konuşmak gerekiyor?
Radikal’den sonra Akşam’da da çalışan ve kendisinden on yaş büyük sevgilisinin terk etmesiyle buradan ayrılan Burak Soyer’in; yani ne kadar çok içki içip ne kadar çok kızla seviştiğini, yalanlarla ve ruhsal bozukluk alameti olan abartmalarla süsleyip arkadaşlarına anlatan ergen zihniyetindeki otuz birci yazıcının; yukarıda özetledik, memleketine dönüşüyle, kitabın, son iki buçuk günü önceleyen yıllarını anlattığı kısım da sonlanıyor.
Romanı ise, umutla bağlıyor Burak; sanki babası kendisini İstanbul’a zorla geri göndermiyormuş gibi, Beşiktaş sahilinde, “23 yılda başıma gelmeyen şey kalmış mıydı, hatırlayamıyorum. Geçmişi omuzlarımdan atmayacaktım. O geçmiş beni ben yapmıştı. Ona ibnelik yapamazdım. Nerede kalmıştık?” diye düşünüyor.
İpucunu verdik zaten; Beşiktaş sahilinde ve aynı umutlu havayla biten, Zıvana’dan hemen birkaç ay önce yayımlanan bir roman daha bulunuyor.
Kitapta anlattığı kadarı ile 23 yılda yaşadığı kayda değer hiçbir şey bulunmayan Sarı, yeniden işe koyuluyor. O günden sonra neler yaptığının somut cevabı da işte Zıvana adlı, 15 günde yazılan bu kitap oluyor.
Bize mi; her zamanki gibi, ülkemizde, piyasanın edebiyatımızı ele geçirdiği bu koşullarda, yazar olmanın dayanılmaz hafifliğine üzülmek kalıyor.
1985, İstanbul doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve sitelerde makaleler kaleme alıyor. Türkmen, Galatasaraylı, Komünist.
Çok ama çok içimdekileri bu tip yazı ve kitaplara yazıcılara karşı hissettiklerimi anlatan bir yazı olmuş elinize kalem ve klavyenize (tabi kahveyi de unutmamak lazım) sağlık…