Korku edebiyatı Türkçede toplama nazaran bir avuç denilecek bir yazar grubunca üretiliyor. Buna rağmen son yılların en özgün ve üretken işlerinin hatırı sayılır bir kısmı da Türkiye korku edebiyatı taifesinden çıkıyor demek çok da mesnetsiz bir laf olmaz. Bu alanda uzun yıllardır eser üreten iki yazarın, Orkide Ünsür ve Zeynep Çolakoğlu’nun birlikte hazırladıkları, Karakarga Yayınları’ndan çıkan İstanbul’un Karanlığında adlı korku öyküleri kitabı da bunun son örneklerinden.
Üçten fazla yazarın olduğu derlemeler okurda zaten baştan bir çokseslilik beklentisi yarattığı için üsluplar arasındaki iniş çıkışlara da hazırdır okur. Oysa iki yazarlı kitaplar risklidir ve bu risk de iki yönlüdür: Yazarların üslupları birbirlerine benziyorsa, bir tat vermeyebilir, sıkabilir. Veya üsluplar arasında uçurum varsa, bu da birini sevip diğerini sevmeme riskini yükseltir ve kitabın yarısını taca çıkarır. İstanbul’un Karanlığında bizi bu iki riskin de uzağına atıyor neyse ki. Zeynep Çolakoğlu’yla başlayıp Orkide Ünsür’le biten öykülerin üslupları ve atmosferleri arasında ciddi farklar var aslında ama bunu aynı kitap içerisinde bir zenginliğe bağlamışlar, aşağıda detaylandıracağım. Muhtemelen öykü seçimlerinde ve sıralamalarında da bu gözetilmiş; okuru iki öykü arasında kopartıp sıkacak hamlelerden kaçınılmış.
Yazarlar, türün okuru olan herkese aşina isimler… Ben Zeynep Çolakoğlu’nu 2013’te yayımlanan ve alt kültür arşivimizin 2000 sonrası önemli çalışmalarından saydığım Büyülü Sözlük‘ten beri okuyorum. Bu kitapta Heavy Metal parçalarının sözlerindeki mitolojik, felsefi, edebi arka planı anlatan Çolakoğlu’yla, yanılmıyorsam hiç elime geçmeyen Kara Şiir Antolojisi‘nde de birlikte yer almıştık.
İlk romanı Lâmia – Kan Bağı 2015’te yayımlanan Orkide Ünsür ise yakın geçmişte yayımlanan her biri ayrı harika işler olan Aşkın Karanlık Yüzü, Karanlık Yılbaşı Öyküleri ve Karanlıktaki Kadınlar seçkilerinin yazarlarından olmasının ötesinde bu projelerin yaratıcısı.
Burada yaptıkları işlerden sadece birkaçından bahsettiğimiz iki isim, bu hacimli birikimin hakkını verdikleri üçer öyküyle karşımıza çıkıyor İstanbul’un Karanlığında‘da. Toplamda altı öyküden oluşan kitap, Zeynep Çolakoğlu’nun Zincirlikuyu Mezarlığı’na atıf yapmakla birlikte bir imge olarak öykünün tamamına sinen Zincir öyküsüyle açılıyor.
Bizde fantastik, polisiye, bilimkurgu ve korku türlerinde kurguya ağırlık verilirken ihmal edilen dil, Çolakoğlu’nda bütün gücüyle ortaya çıkıyor. Bolca şarapla tatlandırılan -öyle ki okurken bir kadeh doldurdu bana-, edebiyatla ve klasikten metale müzikle metinlerarası bir yapı üzerine inşa edilen öykülerin melankolik, gotik atmosferine uygun, karanlık, buğulu, ritimli ve edebi bir dili var.
Çolakoğlu’nun öykülerindeki İstanbul, Doğu’dan Anadolu’ya, Balkanlar’dan Doğu Avrupa’ya uzanan vampir miti başta olmak üzere işlediği konular itibariyle bir köprü işlevinde. Tüm bu türü ve konuları yerelleştirirken İstanbul’u yalnızca Doğu’nun bir parçası olarak kullanma hatasına düşmek yerine, yeri geldiğinde kasvetli Doğu Avrupa’nın en Doğu, mistik Anadolu’nun ise en Batı ucu olarak konumlandırılmış. Bu arka plan, leziz hikâyelerle örülen kurguyu da ayağa kaldırıyor.
Orkide Ünsür’ün öyküleriyle birlikte İstanbul’un daha aydınlık, deyim yerindeyse gündüz gözüyle görülen haline geçiyoruz. Yanıltmasın, azıcık ışık gördük diye korkunun dozu burada düşmüyor. Ünsür, Çolakoğlu’nun öykülerinde uzayıp giden karanlığın içindeki korkuyu bu sefer günlük hayatın, rutinin orta yerinde karşımıza çıkardığı için tedirginliğin başka bir halini sunuyor. Burada artık dildeki, atmosferdeki yoğunluk yerini sokağa bırakıyor ve bu hiç beklediğimiz anlarda karşımıza çıkan zirve sahnelerle okuru ürkütmeyi başarıyor Ünsür -özellikle de benim gibi gece, loş ışıkta okuyorsanız.
Orkide Ünsür’ün İstanbul’u, Zeynep Çolakoğlu’nun İstanbul’u kadar beynelmilel değil. Onun öykülerinde Yarımburgaz ve İnceğiz’i, Evliya Çelebi’yi, Şahmeran’ı görüyoruz sözgelimi. Veya İstanbul’dan Doğu Avrupa’ya değil de bu sefer İzmir’e, Bergama’ya yöneliyoruz.
Başta söylediğim, farklı atmosfer ve dillere rağmen kitabın adında işaret edilen İstanbul’u hem kendi derinliğiyle, hem coğrafyasıyla ve geçmişiyle ele alan öyküler, yazarların türdeki ustalığıyla birleşiyor ve karşımıza belli bir türle sınırlandırılmaması gereken bir iş çıkıyor.
Bu son cümleyi özellikle vurgulamak isterim. Bir kitabın başarısını ölçerken edebi niteliğinin yanı sıra şunu da düşünürüm: “Bu kitabı, bu türle hiç alakası olmayan birine de okutabilir miyiz?” İstanbul’un Karanlığında benim nazarımda bu soruya hakkıyla “Evet,” cevabını verdiriyor. Korkuyu sevmeseniz de, türün okuru olmasanız da konusunu, sizi içine çekecek şekilde işlemiş bir kitap olduğundan kuşkunuz olmasın.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)