Sürgünlük nerede, ne zaman ve hangi koşullarda başlayacağı bilinmez bir yolculuktur. Öyle bir yolculuktur ki özünde giden için bir cezadır. Hele egemenlerce hükmedildi ise kaçınılmaz bir cezadır. Kişinin siyasal erkle, toplumla ve toplumsal kurumlarla olan çatışması devletle çatışmayı getirir, bu çatışmanın sonunda gücü elinde bulunduranların üstünlüğü, toplumsal duyarlılığı olan insanların aleyhine işler. Düşünsel plandaki bu uyumsuzlukta duyarlılığa sahip olanların payına düşenlerden biridir sürgünlük. İster siyasal erk tarafından, isterse kişinin kendine verdiği bir ceza olsun, sürgünlük yaralayıcı, yıkıcı bir durumdur.
Sürgün Günlerinde Aşk*, karşı koyulan, savaşılan koşullar karşısında yenilmenin getirdiği yıkıcılıktan kaçıp yer yurt arama ihtiyacından doğan, gönüllü fakat kendine ceza bir sürgünlüğün öyküsünü anlatıyor. Adındaki “Aşk” sözcüğü her ne kadar romantik duyguları çağrıştıran esintiler taşısa da giden için de, kalan için de farklı anlam taşıyan bir aşktır, romanda söz konusu olan. Giden tarafta olan Ahmet için bu anlam; kimliksizleşmeye, bilinçaltındaki parçalanma duygusunu yenmeye, diline, mekânına, insanına uzaklığına karşı inşa ettiği, her an yıkmaya/yıkılmaya hazır bir köprü iken, kalan taraftaki Kamuran için ise; yaşadıklarıyla hesaplaşma, yüzleşme isteği, direnç ve güç kazandıran, kişiliğini bileyen bir anlam taşıyor.
Romanının ana karakteri Kamuran, ilkelerinden ödün vermeyen, sistem karşıtı, aktivist bir kadın. Romandaki güçlü karakterlerden biri olarak anlatının merkezinde yer alıyor. En az Kamuran kadar güçlü olan bir başka karakter ise bir kent, Londra. Anlatı boyunca Kamuran’a sorgulamalar yaptıran, okuru olaylara dâhil ederek huzursuz eden bir karakter. Sefiller’in Paris’i, Kundera’nın Prag’ı gibi Londra da kurgudaki çatışma öğesi olarak, romanın merkezinde yer alıyor. Anlatı boyunca aşkın evrensel sorgulamasını yaptırarak, karakterlerin kendileriyle hesaplaşmasını sağlayan belirleyici öğe olarak Kamuran’a eşlik ediyor. Sevim Korkmaz Dinç’in bu bilinçli seçiminin altında yatan neden, çoklu okumayı talep eden romanın eleştirel anlatısında saklı.
Kamuran roman boyunca aşk olgusu özelinde, kapitalizmin, doğuşundan başlayarak günümüze kadar olan gelişmesinde kaydettiği süre içinde şekillenen ve bunun üzerinden bütün bir insanlığı şekillendiren sevgi, özgürlük, sanat, ahlâk, savaş, sömürü, sürgünlük, göçmenlik, yoksulluk, kadınlık ve erkeklik gibi kavramları sorguluyor.
Her ekonomik gelişmenin devlet kurumları, hukuk, sanat ve dinsel fikirler üzerinde temel oluşturduğu ve bu temele göre toplumların ve kişilerin tarihinin oluştuğu bir gerçektir. Bu bağlamda, geldiğimiz süreçte tarih; kapitalizmin ve onun kültürel ideolojisi modernizmin tarihinden başka bir şey değildir. Ekonomik yönden güçlü devletler de dünya tarihinin yazıcılarıdır. Bu tarih; savaşların, kıyımların, sömürgelerin, kölelerin, talanın, yağmanın, bunalımların tarihidir. Roman bu tarihin; bir aşk öyküsü özelinde, nasıl kişisel tarihi yarattığını gözler önüne seriyor.
Kamuran’ın, “Kadınlar, militarizm ve savaş” konulu bir etkinliğe aldığı daveti kabul edip Londra’ya gitmesiyle başlayan roman, Türkiye’de 80 darbesini hazırlayan süreçte işlenen kanlı bir katliamın darmadağın ettiği yaşamlara ayna tutarken, yaşananların bütünden ayrı olmadığı, emperyalizmin yayılmacı, sömürgen politikalarının bir uzantısı olduğu gerçeğiyle okuru yüzleştiriyor. Kamuran’la Ahmet’in aşkı özelinde kapitalizmin Türkiye tarihindeki yerini hatırlatıyor ve sistemin, düşüncesini benimseyen kendi insanlarını yaratmak için neler yaptığını gözler önüne seriyor. Yazar iki sevgilinin birbirinden kopmasına neden olan olayın, bütün bir toplumda nasıl kapanmaz yarılmalara ve savrulmalara yol açtığını anlatırken, sistemin kavramları nasıl istediği gibi şekillendirdiğini, işine geldiği gibi kullandığını ve amacı için nasıl ikiyüzlü davrandığını da gösteriyor. Sevim Korkmaz Dinç, romanında en insani duyguların bile ideolojilerle beraber nasıl şekillendiğini, anlam değişimine uğradığını, okurun roman okuduğunu unutmasına fırsat vermeyen, sağlam bir kurguyla anlatıyor.
Kamuran etkinlik davetini, Maraş katliamından sonra, her şeyi arkasında bırakıp gitmek zorunda kalan birçok insan gibi, Özgürlükler Ülkesi İngiltere’ye göçen Ahmet’le yüzleşmek için kabul eder. Çünkü Ahmet onun için sevgilinin ötesinde, çok anlam yüklü biridir. Ahmet devrimin, insanlığın temsili, aynı zamanda yoksulluğun, sömürünün bir gün yok olacağına dair inancın sembolüdür. Onun kavgayı bırakıp kaçması, Kamuran için umutlarının yitirilmesi, inancının zedelenmesidir. Devrim yenilgisinin kabulüdür. Oysa inancın ve düşüncenin yaşamın anlamı olduğunu savunan Kamuran için, yaşamı anlamlı kılan en önemli öge inancının da temelini oluşturan toplumsallıktır.
Romanda tartışılan kavramlardan bir diğeri ise özgürlük. Romanın diğer önemli karakterlerinden Londra, özgürlüğe nasıl baktığını daha Heathrow havaalanında başlıyor göstermeye. Bir tarafta pasaport kontrolü için bekleyenler, diğer tarafta ise; “Kordonların arasına girmeyenleri, başları dik, sıralarda bekleyen insanlara, güvenlik görevlilerine bakmadan, güvenli adımlarla ‘European Union Citizen’ yazan pasaport kontrolünden transit geçiverenleri görmezden geliverenler.”(s.9) cümlesindeki gibi; özgürlüğün Afrikalılara, Asyalılara ve ‘öteki’ sayılanlarla, European Union Citizenlere göre değişen, kişiye özel, ikiyüzlülük içeren anlamı.
Mutsuz, uyumsuz bir İngiliz için (ya da European mı desek!) kolunda şırıngayla ölmek özgür tercihi, özgürlük göstergesi olabilirken, bir göçmen için özgürlük; köleliğin ticaretini yaparak zenginleşen İngiltere’de gönüllü köle olarak karın tokluğuna çalışmaktır. Londra’da ya da başka bir kentte, yarattığı gettolarında bağnazlıklarına sıkı sıkı sarılmak, feodal ilişkilerin erkek egemen baskısını gizlemek, dayağı, kadın ölümlerini görmezden gelmek, uyumsuzluğun ve öteki olmanın baskısında, geri gönderilmenin korkusunu çekmektir. İnsanlıktan uzaklaşmak demektir. Kamuran’la birlikte kenti gezerken karşımıza çıkan, özgürlükler ülkesi Londra’nın çok anlamlı özgürlüğüdür!
Bu uygar ülkede de kadınları görmezden gelip resmi konuşmaları erkeklerle yapmak, idari işlerin erkek tarafından üstlenilmesi geleneğin bir parçasıdır. Göçmen mahallelerinde yaşayanlar, tıpkı gecekondu mahallelerinde olduğu gibi, yabancılık çekmeden yaşamak için mahalleyi geldikleri yere benzetmektedirler. “Gelenekleri, dinsel inanışları ve feodal ahlaklarıyla Londra’nın hem içinde hem dışında kapalı bir yaşam kurmuşlardı.”(s.104) Ayrı ayrı, ya da birbirinin içinde kurulmuş Türk Mahallesi, Çin Mahallesi ya da Hint Mahallesi, bu göçmen gettoları (Green Leans), “Emperyalizmle sömürgeler arasındaki çelişkilerin çözülmekten öte arttığı yerlerdi.”(s.104)
Londra’nın tarihinin “İngiltere’nin/kapitalizmin” tarihi olduğunu Kamuran ile birlikte Trafalgar Meydanı’nda dolaşırken daha iyi gözlemliyoruz. Amiral Nelson’un heykelinin de yer aldığı bu meydan, yapılma amacı olan Avrupa devletleri arasındaki sömürge paylaşım kavgasını hatırlatmaktan çok, “özgürce” yapılan ve iktidarı çok da etkilemeyen politik eylemlerle tanınıyor. Demokrasinin gereği demek olan politik eylem özgürlüğü, kentin göbeğine doğru ilerleyip Times Nehri’ne bakan-City Hall’ün önünde sınırlanıyor. Kırmızı taşların sınırladığı bu alanda eylem yasağı var. “Burası demokratik bir ülke. Düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanabilirsin, ama City Hall önündeki kırmızımsı taşların olduğu yerlerde değil…” (s.46) Yani özgürlük iktidarın izin verdiği kadardır. Sessiz bir anlaşmayla kabul edilmiş bu yasak bölgeyi sorgulamak kimsenin aklına gelmez.
Biliyoruz ki mekân iktidarın ideolojik aygıtlarından biridir. Mekânlar üzerinden bir tarih oluşturulur ve toplumsal bellek yaratılır. Sürgün Günlerinde Aşk romanın geçtiği Londra da bu anlamda anlatının mekânıdır. Okur, Kamuran’la birlikte gezerken Londra’nın dillendiğini, öne çıkardıklarıyla aslında kirli tarihinin üstünü örtmeye çalıştığını fark ediyor. Londra’nın haykırdıklarına bakarak iktidarın ideolojisini yerleştirmek için mekânı araç olarak nasıl kullandığına tanık oluyor.
Kamuran etkinlikte yaptığı konuşmayla emperyalist politikaları ve militarizmi İngiltere özelinde eleştirirken, sömürüye dayanan sistemin yarattığı kentler, meydanlar, kanunlar ve diğer denetim mekanizmalarıyla yurttaşlarında nasıl özgürlük yanılsaması yarattığına dikkat çekiyor. Romanın güçlü diğer bir karakteri Ayşe ile birlikte Londra’yı gezerken göstergelerle nasıl oynadığına, kavramları nasıl altüst ettiğine işaret ediyor. Amiral Nelson’un heykeli, kahraman olarak en büyük meydanda, Trafalgar’da dimdik dururken, diğer tarafta City Hall’de ise köleliği simgeleyen Afrikalı anıtı yer almaktadır. İktidarın bütün bunları gücünün büyüklüğünü göstermek için inşa etmesi ve dilini güncellemek için mekânlara sürekli dokunması.
Savaşlarla beslenen emperyalizmin savaşlarda yaşananların unutulmaması için diktiği anıtlar, girdiği her yerde yağmaladığı kültür değerlerinin sergilendiği müzeler, bir arada olması mümkün olmayan bu sembollerin biraradalığı. Bütün bunlar zaman geçtikçe kitleler üzerinde kanıksama, anlam yitikliği ve kabullenmeyi getirdiğinden sistemi de yeniden üretmeye yardım ediyor.
Kurgu ve karakter yaratmadaki başarısıyla okuru kendine bağlayan romanda Londra’yla kapitalizmi sorgularken, Ali ve Ahmet karakterleriyle de feodalizmi sorguluyoruz. Toplumu ileriye taşımak için savaşırken kendi feodal hapishanesinden kurtulmayı beceremeyen Ahmet, inançlarını ülkesinde bırakıp gelmenin kendisine nelere mal olduğunu Kamuran’ın gelişiyle anlıyor. Aslında hiç kimseye hiçbir şey söylemeden kaçıp geldiği bu yerde bütün değerlerini arkasında bırakmanın hiçliğinde yaşamaktadır. İnancı, inancının oluşturduğu kimliği ve kişiliği, yaşama yüklediği anlamı, her şeyi feda etmiştir. Yaşadığı katliam kendisine yüklediği değeri yok etmiş, kendine güveni elinden almıştır. Direncini kırmıştır. Yenilgiyi kabullenmiştir. Kamuran’la tanıştığında utandığı şey kendini bırakmışlığı, yoksulluğu değil, kendisine yakışmayan yeni kimliği, yenilmişlik duygusudur. İngiltere’den, kendisini hiçleştiren bu ülkeden sınır dışı edilmek en büyük korkusudur. Çünkü İngiltere onun için dünyasının sonundaki yerdir.
Ali ise feodal geleneklerin kendisine yüklediği sorumluluğu sadece ailesi özelinde değil, sistemin ötekileştirdiği bütün bireylere karşı duyarak, ötekilerin de sorunlarına çözüm bulmak için çalışmaktadır. Yaşamını anlamlı kılan düşüncesi Ali’yi zenginleştirmiş ve kuvvetlendirmiştir.
Sürgün Günlerinde Aşk romanı sorgulamaların ve tartışmaların romanı, bir eleştiri, özeleştiri romanıdır. Ustalıkla yapılan tartışmaları zenginleştiren bir ses olarak yazarın sesi de anlatı boyunca okura eşlik etmektedir. Sevim Korkmaz Dinç yer yer bir denemeciyi andıran tavırla, yaşamın bir anı üzerine düşünceye dalıp okuru da aynı düşünce alanındaki görüşlerini hatırlamaya çağırıyor. Ustalıkla yaptığı o çağrıda oyalanıp kalmadan hemen kurguya dönerek, düşünceyi daha somut bir olayın içinden okura sunuyor. Bunu yaparken edebiyatın olanaklarından yararlanıyor. Metinlerarasılığa başvuruyor. Hem anlatıyı ve anlamı güçlendiriyor hem de estetik değeri artırıyor. Alıntılanan ya da gönderme yapılan edebi metinler; ya yazarları, ya tarihsel konumları, ya da küçük alıntılarla kurguyu besleyip zenginleştiriyor. Sadece edebi metinler değil resim sanatının ustaları da kurgunun içinde. Bu göndermeler sanatçının tarihin bir parçası olarak yaşadığı çağa dair tanıklıklarının kalıcı olduğunu da hatırlatıyor okura.
Roland Barthes’ın “Belirli bir yazarın olası yanları, tarihin ve geleceğin baskısı altında belirlenir.” sözü gibi Sevim Korkmaz Dinç de çağının tanıklığında, yarattığı Kamuran ve Ahmet karakterleriyle, yalnızlaşıp kimliksizleşen insanın iç sürgününe gerçekçi bir yaklaşımla eleştirel tavrını ortaya koyuyor.
*Kamuran: Sürgün Günlerinde Aşk, Kanguru Yayınları, Mayıs 2020
Sevim Korkmaz Dinç’in romanı için