Seray Şahiner’in 2017 basımlı Kul romanı, günlük hayatta sıkça karşılaştığımız ama görmezden geldiğimiz yaşamları görünür yaparken, okuyucu olarak kendimizi sorgulamamızı sağlıyor. Önceki öykü kitapları ve Antabus romanında olduğu gibi Seray Şahiner, yarattığı kadın kahramanlarının özlemlerini, hayallerini, çelişkilerini canlılıkla anlatıyor. Alıştığımız dünyaya Mercan’ın gözüyle bakınca birçok şeyin alıştığımızdan farklı olduğunu görüyoruz. Apartman merdivenlerini silerek geçimini sağlayan Mercan’ın, gördüklerinden -en çok da televizyonda gördüklerinden- yola çıkarak bir hayat kurma özlemine dahil oluyoruz. Kurduğu hayalin uzaklara gitmediğini, evi terk eden kocası dönerse ve bir bebek sahibi olursa ondan mutlusu olmayacağını anlıyoruz. Böylece Mercan’ın kocasının eve gelmesi için cami, kilise, cemevi ayırt etmeden, dilekler adayarak sürdürdüğü umutlu bekleyişine ortak oluyoruz.
Mercan’ın bekleyişi, çalışırken sokak ile ev arasındaki apartman boşluğunda bulunması ile örtüşüyor. Hayatta bir boşlukta asılı kalmış gibi beklemesi, dışardan izlediği hayata dahil olamamasına benziyor. Mercan, apartman merdivenleri yerine evlerin içinde temizlik yapıyor olsaydı, çalışırken hissettiği görünmezlik ve televizyondaki dünya ile arasındaki yabancılaşma bu kadar belirgin olmazdı.
Mercan’ın en yakın dostu hatta “yaşam koçu, stil danışmanı ve aile hekimi” olarak tanımladığı televizyonda gördüğü hayatlar ile kendi hayatı arasındaki farklılıklar, bekleyiş kavramı üzerinden anlatılıyor:
“Mercan bekliyordu. Televizyondaki müzik kanallarında ve radyo istasyonlarında çalınan bütün acıklı şarkı-türkülerde sırasıyla ağlıyordu: “Yarim sen gideli yedi yıl oldu, diktiğin fidanlar meyveye durdu.” Filmlerdeki kadınlarla birlikte oturup kocalarını bekliyorlardı. Türkan Şoray Kadir İnanır’ı, Filiz Akın Kartal Tibet’i, Hülya Koçyiğit Ediz Hun’u, Mercan da ipsiz kocasını bekliyordu. Filmlerdeki kadınların bekleyişi ne güzeldi. Onların zamanı, Mercan’ın Aya Yorgi Kilisesi’ne çıkarken tel tokayla yaptığı makaranın ipi gibi çabucak akıyor, bir göz açıp kapamaya saçları beyazlayıveriyodu. Oysa Mercan, kocasını beklediği her saniyeyi sokakta görse tanırdı” (s.95).
Filmlerle ve şarkılarla aşılanan bu melodramlarda ne ile taçlanacağı bilmeden sürdürülen sabırlı, kutsal bekleyişlere teşvik vardı. Bu bekleyişlerin çoğu zaman öznesi olan kadın karakterler ise kendilerini bir erkeğe eş ya da bir çocuğa anne olmak üzerinden tanımlıyordu. Mercan da farkında olmadan kendine bu gözle bakıyordu.
“Televizyonlarda görüyordu da Mercan; kadınlar kendilerine vakit ayırmasını biliyordu canım… Mercan da artık yalnız, karışanı görüşeni olmayan, sadece kendinden sorumlu bir kadın olduğuna göre pekala kendine vakit ayırabilirdi. Mercan. Denemedi değil de… Ne yapacaktı kendine zaman ayırıp? Televizyonda gördüğü kadarıyla, hep paraya bakıyordu kendine vakit ayırmak. Hoş, ucuza yapılacak şeyler de vardı: hobiler. Gitti iki çile yün aldı. Ee? Bebeği yok ki patik örsün, kocası yok ki kazak örsün; kendi başına ördüğü en büyük çorabın kocasını göndermek olduğuna kanaat getirerek örgüyü kenara attı.” (s.19).
Bir yün çilesine baktığında dahi kendini bağımsız bir birey olarak algılayamayan Mercan, üstüne üstlük sorumsuz kocasının terk edişinden de kendini suçlu buluyordu.
“Mercan kendine vakit ayıramazdı. Mercan kendini adamak için yaratılmıştı. Bir kocaya, bir evlada… Bakacak kimsesi olmayınca, Mercan’ın vakit ayıracak bir kendisi de kalmıyordu.” (s.49).
Elbette Mercan kendini adamak için yaratılmamıştı. Kendini adamak üzere yetiştirilmişti, çocukluğunda öyle öğretilmiş olmalıydı. Dahası nasıl beslenmesi, nasıl giyinmesi, nasıl güzelleşebileceği, bebek bakımında nelere önem vermesi gerektiğine dair devamlı öğütler ve rol modeller sunan medya, sahip olamadıkları karşısında Mercan’ı köşeye sıkıştırıyor, çaresiz hissetmesine neden oluyordu. Mercan’ın kendi ifadesiyle tıpkı bir “yaşam koçu” gibi gördüğü televizyonu, neyi nasıl yapması gerektiğini anlatırken aslında onu zehirliyordu. Bu tezatlıkları okuyucuya anlatmakta Seray Şahiner oldukça başarılı. Özellikle televizyonda gördüğü kadınların vücut tiplerine ve metabolizmalarına en uygun rejimi bulmaları üzerine, Mercan’ın da diyetisyene gidemese bile televizyondan öğrendiği diyetlerden birini seçip uygulamaya karar vermesiyle, eczanede tartıldığında 48 kilo geldiğini ve zayıflıktan kemiklerinin sayıldığını okuyunca insanın içi acıyor. Ya da televizyonda gördüğü kadınların kafalarını dağıtmak üzere sık sık alışveriş merkezlerine gidip burada yeni sevgilileri ile görülmeleri üzerine, Mercan da kendini bir liracı olarak adlandırılan, her şeyin satıldığı, ucuzcu Öz Japon Pazarı’nda buluyor.
Dolayısıyla Mercan, kısıtlı koşullarına rağmen kendisine gösterilen bu hayata tutunmaya çalışıyor. Ama Mercan ve onun gibiler giderek görünmez olmaya zorlanıyor. Yaşadıkları semt, Samatya, dev bir şantiyeye benzeyip kentsel dönüşümle tanınmaz hale gelirken, Mercan’ın arkadaşı Fatma için “eskiden evinin bulunduğu yere şimdi anca merdiven silmeye gidebilirdi,” (s.80) deniyor. Böylece Mercan gibi tüketim sistemine yeterince dahil olamayanların şehrin de dışına doğru atıldığını görüyoruz. Bu yok sayılmayı ve fark edilmeyişi Seray Şahiner, keskin bir anlatımla dile getiriyor:
“Mercan Allah vermeye hastalansa, ah keşke arada onun yükünü alacak bir de arkadaşı olsa, Mercan’ın yerine o gelse yer silmeye, apartman sakinlerinin yeni kadına aa geçen hafta başkası vardı, sen de kimsin demeyeceği kadar fark edilmez olmalıydı Mercan. Başına bağladığı tülbenti, basma bol eteği, hatlarını belli etmeyen tişörtü ve kırmızı eldivenleri var mıydı? Vardı. Tamam, apartman silen kadındı o. Mercan fark edilmeden merdivenleri silip çıkmalıydı.” (s. 134).
“Sensör Mercan’ı görmüyordu. Ayağa kalkıp el sallamaya başladı, sensör Mercan’ı görmüyordu. Hınçla havaya sıçrayarak el sallıyordu. Işık yanmadı” (s.144).
Mercan’ın bu haklı yakarışı Kul romanı ile beraber kesinlikle daha duyulur hale geliyor. Ancak Mercan’ın önünde farklı bir yol açılmıyor. “Düşe kalka da olsa kendi ayakları üstünde duran bir kadın” olmasına rağmen Mercan, umudunu dönmeyen kocasına ve doğmayan bebeğine bağlamaktan vazgeçmiyor. Yalnızca falcıya gidip tarot kartı seçtiğinde “hayatında ilk kez, kaderi kendi ellerinde” gibi hissetmesi yerine, kendi gücünün gerçekten farkına varmasını ve özgürleşmesini dilerdim.
Edebiyatın ve oyunculuğun temel meselelerinden biri inandırıcılık ise eğer, Seray Şahiner Kul romanında bunu başarıyla yerine getiriyor. Ercan Kesal’ın oyunculukla ilgili söylediklerini hatırlayacak olursak:
“Oyunculukla ilgili bende kalan tüm dersleri tek bir cümlede toplayabilirim belki: Seyirci filmden çıktıktan sonra, oynadığınız karakterle hemen sokağı döndüğünde karşılaşabileceğine inanıyorsa, tamamdır!” (Cin Aynası, 2016, s.289)
Kul’u okuyup kendimle yüzleştiğimde, Mercan’ı hemen her sokağın başında görebileceğimize rahatlıkla inanıyorum, ancak koşullarının ne kadar farkına vardığımı, sesini ne kadar duyduğumu sorguluyorum.
Oyunculuk demiş iken, Kul romanının da Nisan ayı itibari ile Mert Öner’in yönetmenliğinde, tiyatro sahnesine taşındığının ve tek kişilik oyunda Dolunay Soysert’in Mercan’a hayat vererek, onu daha görünür yapacağının haberini verelim. 2015 yılından bu yana sahnelenen Antabus romanının Leyla’sı ile adeta özdeşleşen Nihal Yalçın’ın performansından sonra, bu etkileyici metni Dolunay Soysert’in nasıl sahneleyeceğini merak ediyorum.
REFERANSLAR
Şahiner, S. (2017). Kul, İstanbul: Can
Kesal, E. (2016). Cin Aynası, İstanbul: İletişim
Elçin Yıldızbayrak 1988 yılında İstanbul’da doğdu. 2010 yılında Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Özel bir şirkette Bilgi Teknolojileri alanında çalışmaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ve okumaya olan heyecanını sürdürdü. Okuduğu kitaplar ve izlediği filmler üzerine yazdığı bir blogu ve hikaye çalışmaları var. Halk oyunları oynamakta ve fırsat buldukça seyahat etmektedir.