“Olay, Dünya’da Geçiyordu”
Birbiri ardına gelen ölüm haberleri yaşama dair umutları silip süpürüyordu. Küçük bir çocukken bu durumu kabullenmiş olmam oldukça garipti. Şu an reddediyor olmam çocukluk muydu ya da çocukken fazla mı olgun davranmıştım bilmiyorum. Her an, her saniye veda edecek gibi hissediyorum.
Dünyanın sonuna on dokuz dakika kalmıştı. Takriben tabii ki, tam tepemizden aşağı sarkıtılmış, geri sayan bir kronometre yoktu. Matematiği, fiziği kuvvetli birkaç kişi oturup hesaplamış ve bu sonuca varmıştı. Tanrım, ne korkunç! İki karlı dağ arasında, tipinin ortasında sefer yapan bir teleferikten aşağı düşersem başıma bir iş gelmeyeceğini düşünür fakat Zerafet’i uğurlarken, üçüncü kat balkonundan aşağı bakmaya korkardım. Böyledir dünya: Gerçekçi felaketler korkuturdu insanı. “Olası” her zaman tehlikelidir, kıyamet gibi. İçinde kıyamet geçen şakalar, bilmeceler ve fıkralar gırla giderken içinde ölüm geçtiğinde cümlenin –buz kesilirdi herkes. Halbuki her ölüm, bireyin kıyametiydi. Neyse, şimdi bunu tartışmanın sırası değil çünkü az sonra hem kıyamet kopacak –hem de ölecektik.
“Pişti!” dedi Şerif amca elindeki sinek ası yere vurarak.
Dizinin altına sıkıştırdığı kartların sayısı oldukça fazlaydı –matematiksel olarak çoktan kaybetmiştim. Oyuna daldığım esnada dünyanın sonuna kaç dakika kaldığını unutmuştum. Şerif Amcanın aldığı kartları sayarken geri sayımı karıştırdım. Anlatmadan edemeyeceğim: Bu sonu biz hazırladık, insanlar. Yaşadığımız topraklar yağışlı bir iklime sahipti. Su sıkıntısı çekmiyorduk. Her bir bölge, yağmur sırasında deposunun kapaklarını açıp içini suyla dolduruyordu. Günün birinde bir bölge kapağını açmadı ve diğerinden borç istedi. Diğeri, “Hayhay, bizim için bir onurdur” deyip suyunu paylaştı ve bir sonraki yağmurda deposunu açmayıp borcuna karşılık geçtiğimiz sefer deposunun kapağını açmayan bölgeyi ziyaret etti fakat… O depo kapağını açmayan bölge daha ilk seferde borç almayı alışkanlık haline getirdiği için, geri çevirdi alacaklısını ve savaş hafif hafif gelişmeye başladı. Dünyayı yok edecek gücün eylemsizlik olacağı kimin aklına gelirdi? Tembel bir bölgenin neden olduğu bu kavga, gün geçtikçe büyüdü. Ve savaş; post modern sanat sergilerinde fonda çalan neo-klasik müzik gibi yer yer şiddetlenip, ne idüğü belirsiz tınılarla kendini gösterdi. Dünya, çoktan alışmıştı hercai bir furyanın hızla yayılmasına. Lüzumsuz savaş da bunlardan biriydi. Bir grup ortamı yatıştırmaya çalışırken aptal çoğunluk –bir bakıma haklı da olsa- alacağının peşine düştü. Oysaki tabiat o alacağı düzenli olarak ödüyordu borçlu bölgelerin yerine fakat kapalı olan kafatası ve depo kapakları bundan istifade edemiyordu. Yüzyıllarca sürdüğü rivayet edilen bu anlaşmazlığın son otuz senesine tanıklık etsem de, ucuz bir aksiyon filminde olduğu gibi konuyu tamamen kavrayabilmiştim: Olay dünyada geçiyordu. Şerif amca kahkaha atmaya başladı, elini göbeğine koyup, “Ben kazand-“ derken kapı çaldı ve Zerafet, güzel sevgilim, beni bu mağlubiyetten kurtardı:
“Gelin, çabuk gitmemiz lazım.”
Önceden, geçen zamandan korkardım. Geçen her saniye, sona doğru yaklaştığım hissini yaratırdı zihnimde. Fakat havası sönmeden patlayan balonlar bana hayat ve zamanın organik bağdan ileri bir şeye sahip olduğunu göstermişti: Zaman hayattı, hayatı tüketen varlık değil. Ve balon, içindeki tüm hava tükendiğinde değil, aniden patlayıveriyordu bir dikene ya da fiskeyle fırlatılmış izmarite değdiğinde.
Apar topar hazırlanırken, “Tam kazanıyordum Zerafet!” diye sızlandı Şerif amca. Bu arada dünyaya ne olduğuna dönecek olursak; işte onu kimse bilmiyor. Sadece boşlukta savrulan gezegenin kısa bir süre içerisinde –en son on dokuz dakika kalmıştı- yörüngeden çıkıp, evrenin karanlığında kaybolacağından emindi herkes.
“Zerafet, nereye gidiyoruz?” diye sorduğumda adımlarını hızlandırdı ve sorumu yanıtladı:
“Kuretkent denilen bir yerdeki insanlar, bu hengâmeden kurtuluş yolunu bulmuş diye bir söylenti dolaşıyor etrafta…” dedikleri umut verici olsa da dünyanın sonuna bu kadar kısıtlı zaman kala oraya varmamız imkânsızdı. Bu fikri diğerlerine de iletmiştim fakat Zerafet, “Dünyayı bu hale tembellik getirmedi mi? Eğer dünyanın sonu gelecekse, bizi kurtuluşa giden yolda yakalasın,” dedi. Dâhiceydi, hemen yola koyulduk.
Yola çıkalı dört gün geçmişti, kıyamet hala kopmamıştı ve Şerif amcayı kaybetmiştik. Zavallı adam, çok yaşlıydı ve kazandığı zafere sevinemeden veda etmişti tükenmek üzere olan dünyaya. Yürüdüğümüz yerler uçsuz bucaksız ovalar ve içi örümcek ağı dolu mağaralar değil; leş kokulu, havasız dehlizlerdi.
Düzensiz yenen yemekler, karanlık ve sigara…
Dehliz, kudretli bir kapıyla kesilmişti. “Ben hallederim,” dedim. Kapıyı açtım.
Dünyanın boşlukta savrulup durduğu bir fantazya pek de inandırıcı gelmemeye başladı.
Kapıdan, pencereden bakmayalı uzun zaman olmuştu. Boşlukta savrulup daireler çizen dünya hayatım, saatler ve dönme dolaplar hariç her şeyin çizgisel hareket ettiğini görmemle yerle bir oldu.
“Kuretkent nerede?” diye sordum Zerafet’e, “Anlamadım,” dedi yüzümüze doğrudan vuran güneşe elimizi siper etmiş bakarken.
“Hiç…” dedim. Karanlıkta kaybolmasını beklediğim dünyaya açılan kapıda aydınlıkla karşılaşmak şaşırtmıştı açıkçası. Ve o an, Kuretkent ya da herhangi bir yerin ne denli önemsiz olduğunu kavradım. Beni ve tabiatı kurtaracak olan aklı fazla çalışan bir kentin halkı değil, Zerafet ve onun gibilerin umuduydu.
Belki de bu yüzden seviyordum onu, dehlizlerime açtığı pencere ve kapılar için…
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.