Yumruk yaptığı sağ elini sürekli sıkıp gevşetiyordu. Sokağın taşlarına bakarak ağır ağır yürüyordu. Ay tepedeydi. Astrolojiyle ilgilenseydi dolunayın kova burcunun başladığı geceye denk gelmiş olduğunu bilirdi. Ağzından çıkan duman soğukla sigara karışımıydı. Dilsiz binaların içlerinde barındırdığı hayatlardan bihaber önlerinden geçiyordu. Aslında aradığı şey taş betonların, sıvasız duvarların, kapalı kapıların ardındaydı. Herhangi bir daire kapısına gidip kulağını dayamaya cesaret edebilseydi eğer, belki yazmak için uzunca bir konu bulup gerçekten defter tutabilirdi. Hikâyeler uçup gitmeden yazıya dönüşebilirdi. Her an hayali defterini karalıyordu. Farkında olmadan da yazıyordu o siyah deri kaplı, nöronların arasında saklı deftere. Yazıyor, yazıyor, yazıyordu. Bir roman karakteri somut bir deftere düşmeden ölüyor ve yerini başka mekânda yine var olamayacak soyut bir karakter alıyordu. Dünyanın yer kabuğuyla rugan ayakkabılarıyla konuşmayı deniyor ve çıkan sesler onu bilinçli kurduğu oyunlara itiyordu:
Kızaran son tavuğu üzerinde kâğıt havlu olan kayık servis tabağına aldı. En sevdiği yemeği masanın orta yerine yerleştirirken masada pencere kenarındaki sandalyede oturan kocasına baktı. Adam da ona bakıyordu ya da o kocasının baktığı noktada duruyordu. Canlıyken olduğu gibi gözleri açık ve korkunçtu. Ya alnındaki çivi? O oraya nasıl saplanmıştı? Kanın kuruluğuna bakanlar maktulün ne zaman öldüğünü anlayabilirdi. Ancak nasıl olduğunu kim anlayacaktı? O, istenmeyen bir evliliği kürtajla aldırmış kadar rahattı. Olanlara dair hiçbir şey hatırlamıyordu. En son hatırladığı merdivenleri çıktığıydı. Sanki merdivenlerin sonunda ablasının morarmış yüzünü anımsıyordu. Sonra bir çukur açıldığını anımsadı; ablasının ölmüş bedenini o çukura koymuşlardı… Ondan sonra tek hatırladığı az önce kızarttığı tavuklardı… Alışkanlığı üzerine iki kanadı önce kocasının tabağına koydu. Pencerenin karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu. Porselen cam sürahiden bardağına su doldurarak kayık tabağı önüne çekti. Kapı zili çaldığında yarılmış alnıyla ikinci tavuk kanadını çatalla ayıklıyordu…
Önünde duran kara kediye baktı. Kedileri sevemiyordu. Kendini de sevmiyordu. Ama hiçbir zaman kendine ve kedilere zarar vermemişti. Hava sert bir porno kadar duygusuzdu. Fakat dolu beynini boşaltmak zorundaydı. Havayla temas eden teni kaskatı olmuştu. Tüm bu boş yollar kafatasından delik açıp içeri girseydi tıklım tıklım dolu olurdu. Delikten giren taksi bir yolcu almıştı; mırıldanarak ilerliyordu:
Buzdolabından içecek alıp salona döndüğümde soluk soluğa kalmıştım. Bir bitişin yorgunluğuydu bu. Suyun içinde uzun süre kalıp buruşmuş, tıkanmış ve her şeyi flu algılar olmuştum. Yazgım balık olmak değildi, martı görüp su yüzüne çıkmıştım. Ve şimdi nefes nefeseydim. O sıkışık mutluluktan sıyrılıp gerçeğe ayak basmıştım. Ciğerlerim acıyordu. Saat başı gerçeklik içimi yakıyordu. Derinden gelen bir “iyiyim” hissi vardı. Hiçbir zaman tutarlı olamamıştım. Telaşlı bir zamandı; nasıl hissedeceğimi bilmiyor, acı çekerek iyi olmanın mantıksızlığını da kendime yakıştıramıyordum. Günler yanımdan hızlıca, selamsız geçiyordu… Ben de yüzümü görmek istemediğimden her saniye yanımdan akıp gidiyordum.
Daha önce gittiği bir oyunun afişini gördü elektrik direğinde. Durdu. Tiyatroda “Güneş… Güneş istiyoruz!” diye seslenmişti afişteki oyuncu. O, güneş değil karakter istiyordu. Uzun soluklu beyninin içinde hapsedeceği ve kitabın son kelimesiyle hükmünü giydirebileceği sinir hücrelerinden doğacak, büyüyüp roman olacak bir karakter. Az önceki âşık karakter buhar olup uçmuştu aklından. Zaten aşk yazılamayacak bir kaderdi onun için. Sarı ışığın aydınlattığı dar sokağa döndü. Sessiz kaldırımlara 39 numarayla oyunlar kuruyordu:
Tiyatro sahnesi; sahnenin sol tarafında yanmaktan ölmüş sarı ışık ve yerde bağdaş kurup oturan bir adam. Boşluğa bakar gibi bakıyor karanlıktaki seyirciye. Seyirci var mı gerçekten? Boşluğa bakabilmek zamanla oluşur; önce görmek istediğine bakarsın hevesle. Sonra gördüğün şey başkalaşır ve görmek istemediğin bir örümceğe döner. Artık bir örümcekle karşı karşıya olduğunu fark ettiğinde örümcek ağları seni çoktan hapsetmiş, yutmuştur. Gözlerini yumsan da kurtulamazsın. Ağ da örümcek de burun deliklerinden içeri sızıp beynindeki boşlukları doldurmuştur. Sinir hücrelerindeki tüm boşluklar dolduğundan düşünebilmek için yarattığın hareket alanı gözbebeklerinden dışarı taşar. Ve artık ağlı düşünceler baktığın herhangi bir şeyde boşluk bulup oraya sızar. Dile dökülmeyen düşünce oyunlarını körün bakışı gibi bakarak ama görmeyerek oynarsın… Sahnenin üstüne adamdan başka kimse yoktu. Boş sahnenin sağ arka köşesinden tok bir ses duyulur: İzin verin, bakın ne anlataca…
“Bu saatte buralar tekinsiz olur, çığlık atmayı biliyorsundur umarım.”
Arkasından yaklaşan adamın sesiyle tiyatro sahnesi yarıda kesilip perdeleri kapadı. Bir an için adamın sahnedeki oyuncu olabileceğini düşündü; sesi sigaradan yosunlaşmış, küf tutmuş gibi çıkıyordu. Balıkçı yaka boğazlı kazağının üstüne giydiği siyah paltosunun sağ cebine soktu yumruk yaptığı elini. Kuru palto astarına terleyen elini sildi. Kendisine yaklaşan adamın ayaklarını görebiliyordu, mesafe kısalıyordu. Kendi sorusuna kendi cevap vermek ister gibiydi. Adamın paslanmış ciğerlerden bir kuş kanat çırpmaya yeltendi:
“Dikkat etmeliyiz sen ve ben. Şafağa saatler var ve sokaklar çamurdan yapılmış ancak kurumamış, çiğ insanlarla dolu. Her an bağırmaya hazır olmalı.”
Yanından öylece geçip gitti. Omuzlarına düşen saçları görmez olana dek arkasından baktı. Sol elini de cebine soktu. Aklındaki yeni oyunda yürümeye devam etti:
Yıllarca koltukta oturmuştu Ragıp Bey. Kumanda onun oyuncağı olmuştu, kendi hayatını sürekli zaping yapıp oturduğu yerden farklı kişiliklere bürünmüş; canı hangi insanı istiyorsa o olmuş ve sonunda kapat tuşuna basmıştı. Ve oralarda bazı insanlar ölünce kuş olabiliyorlardı…
Kadın, feminist, sakat, Atatürkçü… 2017’de 31 yaşına giren. Yazmayı öğrendiğinden beri yazan. Babasına benzeyen, annesinin soyadını kullanan. Sözel bölümünden mezun. İlk olarak kendi sayfasında yazmaya başlayan. 2013’den bu yana www.kalemkahveklavye.com kültür sanat ve edebiyat sitesinde hikaye ve şiir pişiren ve çeşitli fanzinlerde yer alan. Pulbiber mahallesine uğrayan. Çok okumayı seven, arada hiç okumayan, güzel sesli insanlara şiir okutturan. Rock dinleyen, Sylvia Plath’a özenen, Van Gogh ile arasında bağ olduğuna inanan ve bütün sokak kedileriyle konuşan ve ilk kitabını yazan.