Birden çok disiplini, başka ifadeyle birden çok yeteneği, müstakil alanlarda tutmak yerine bir araya getirmiş bir yazar Akgün Akova. Resimi, fotoğrafı, şairliği, gezginliği ve yazarlığı “bir potada eritmiş” diyemeyiz; hiçbir eser kendi alametifarikalarından bir şey kaybetmiyor, belirgin şekilde duruyor karşımızda. Akgün Akova’nın alametifarikası da onları sıkı bir arşiv, bellek ve kalem yeteneğiyle birbirlerine bağlayarak bir çağrışımlar birikimi oluşturmak.
Akgün Akova, diğer kitapları gibi Karakarga Yayınları etiketiyle yayımlanan “İçimden Geçen Yolda”yı geçtiğimiz haftalarda yayımladı. Bir seri olması düşünülen bu kitap çerçevesinde edebiyata, sanata, belleğe ve heyecan verici bir fikir olan “Esin Perisi Yolculukları / Müzesi”ni konuştuk. Keyifli okumalar. — Röportaj: Koray Sarıdoğan
Akgün Bey, merhaba. Yeni kitabınız “İçimden Geçen Yolda” için size ve okurlarınıza hayırlı olsun demek isterim. Tam da arka kapağındaki hikâye gibi; şiir isteyene şiir, öykü isteyene öykü, yol isteyene yol anlatıyor kitabınız. Peki siz en çok hangisini anlatmış olarak hissediyorsunuz ve en başta bu kitabı yazmaya iten fikir veya duygu neydi?
“İçimden Geçen Yolda” şunu söylüyor: Dünyadaki her şeyin birbiriyle bağı ya da en azından bir kesişme noktası var. Yeter ki arayıp bulanı çıksın! Sincap yakalayan adamlarla Freud’un, Mozart ile Anadolu’daki çağlayanların, Avanos’taki Saç Müzesi ile Güney Kore’de bir mezarın içinde bulunan ayakkabıların bağı var! Fethiye’deki hasta bir çekirge ile bir Van Gogh tablosunun, Özdemir Asaf ile Stephen Hawking’in de bağı var. Hatta Seda Sayan’la Moskova’daki Tolstoy evinde gördüğüm ayakları kesik sandalyenin de… Ben bulduğum ya da kurduğum bu bağları edebi bir dile anlatmaya çalıştım kitapta. Bu nedenle “İçimde Geçen Yolda”da benimle birlikte kazıbilimciler, ruhbilimciler, fotoğrafçılar, coğrafyacılar, tayyareciler, şairler ve nice insan yürüyor. Akdeniz fokları sudan başını çıkarınca bir kayığın içindeki adam ölümden kurtuluyor. Amsterdam’da kar yağarken bir köprünün üzerinde iki âşık buluşuyor, tam o sırada köprünün altından sırtında kıpkırmızı gül yapraklarıyla bir kuğu geçiyor. Bir başka yazıda bir bisikletçinin babası çalınıyor. Bir diğerinde bir martı sürüsü kitapçıya dalıyor, aradıkları bir şey var raflarda.
Evet, sanırım beni bu kitabı yazmaya iten ilk şey, dünyadaki hatta uzaydaki her şeyin birbirine bağlı olduğuna ve bir yazarın işlerinden birinin de bu bağları bulup çıkartması gerektiğine inanmam. Sonra Anadolu’ya duyduğum büyük sevgi. Bu topraklara ve bu ülkede güzel şeyler yaratmış herkese duyduğum saygı. O kadar çok şey öğrendim, öyle şeyler düşledim ki Anadolu’da yaptığım yolculuklarda, yazmazsam olmazdı.
Daha önceki röportajlarınızdan birinde “İçimden Geçen Yolda”nın beş kitaplık bir seri olacağını söylemiştiniz. Bu plan halen geçerli mi? Geçerliyse, hikâyelerinizi neye göre tasnif edip sıralıyorsunuz?
“İçimden Geçen Yolda” ardı ardına gelen bir dizi kitaptan oluşacak. Hatta yeni kitabın ilk yazısını da geçtiğimiz günlerde yazdım. Boğaziçi Üniversitesi tarafından Adalet Ağaoğlu’na verilen fahri doktora ünvanı töreninden sonra… Yağmur altında yürürken… Bir anı üzerime damlarken… Bir oyuncak bebeğin gözleri ıslak gökyüzü gibi açılıp kapanırken…
Bu arada, sorunuzdan “İçimden Geçen Yolda”daki metinleri hikâye olarak tanımladığınızı çıkarabilir miyim? Eğer öyleyse demeliyim ki, her ne kadar üzerinde “deneme” yazsa da “İçimden Geçen Yolda”nın hangi edebi tür içinde yer alması gerektiğini söylemek güç. Kitabın yazarı olsam da aynı sorunu ben de yaşadım! Gezi kitabı desem değil, öykü kitabı desem değil, coğrafya kitabı desem değil, deneme kitabı desem değil, ama aslında hepsi birden! Ya da hepsinin bir bileşimi. Sonunda “İçimden Geçen Yolda”yı “deneme” olarak tanımlamak zorunda kaldım! Düşünün, bir yazar yazdıklarının hangi türe girdiğine karar veremiyor. İşte o şaşkın yazar benim!
“İçimden Geçen Yolda”ki yazıların hepsi birbirinden bağımsız metinler olsa da, çoğunun ortak özelliği Anadolu’da başlayıp dünyanın başka bir yerinde bitmesi ya da dünyanın herhangi bir yerinde başlayıp Türkiye’nin herhangi bir yerinde bitmesi. Örneğin “Yıldızlı Çağlayan” İspanya’da, Granada’daki Elhamra Sarayı’nda başlayıp Urfa’da, Harran’da bitiyor. “Siren Kayalıkları” Almanya’da başlayıp Foça’daki Orak Adası açıklarında bitiyor.
Her ne kadar kitabı 2018 sonbaharında bir ay içinde yazmış olsam da, “İçimden Geçen Yolda” bundan 20 yıl önce elime fotoğraf makinemi alıp Türkiye’yi karış karış dolaşmaya karar verdiğimde başladı denilebilir. O zaman yola çıkarken yanımda Yaşar Kemal’in, Onat Kutlar’ın, Sabahattin Eyüboğlu’nun, Halikarnas Balıkçısı’nın kitapları da vardı. Şimdi yanımda kendi kitabım var.
“İçimden Geçen Yolda”da, gözlemlerin imajlarla, duygu ve fikirlerle birleşmesinden doğan yol öyküleri var. Daha önceki röportajlarınızda “Odamdan başka hiçbir yerde yazamam” dediğinizi biliyorum. Peki bunca gözlem, hatıra ve sizde bıraktığı duygusal ve metaforik izdüşümler yazıya dökülene dek nasıl muhafaza ediliyor, bu tür bir kitabın yazma süreci nasıl işliyor?
Belleğin unutmaya ne kadar eğilimli olduğunu yıllar önce anladığımda kişisel bir yazı arşivi yapmaya karar verdim. Odasından başka bir yerde yazamayan bir yazar olarak üç yanı kitaplarla, dergilerle, içi gazete kupürleriyle dolu klasörlerle çevrelenen bir çalışma masam var. Ben bilgi, esin ve çağrışım biriktiriyorum delice, onlar zaman içinde başka bilgi, esin ve çağrışımlarla yan yana geliyor ve bana, “Tamamlandık bak! Hazırız, haydi yaz!” diyorlar. Yazmayı çok istediğim bir konunun yanına eğer beni heyecanlandıracak başka bir bilgi gelmiyorsa, aklımın bekleme salonunda bekliyor o konu. Yüzlerce konu, binlerce olay, on binlerce imge bekliyor eksik parçalarını. Tamamlanmak için. Ben sabırlı bir yazarım. Üstelik merak denen o büyük tutku bir çağlayan gibi damarlarımda dolaşıyor. Aramaya ve bulmaya inanıyorum. Aramayanın hiçbir şey bulamayacağını biliyorum. “Hasta Çekirge” yazımın çıkış noktası Fethiye’deki Kral Amyntas’ın mezarının yakınlarında karşılaştığım çocuktu. Onunla karşılaşmam ile yazının sonunda yer alan Van Gogh’un bir tablosunun içinde bir çekirge ölüsü bulunması arasında zaman olarak 17-18 yıl var. Yani 2 sayfalık bir yazı bu kadar yılda tamamlatmış kendini!
“Neden yazmak?” sorusunu çoğu bağlamda gereksiz bulurum ama tam da bunu düşünürken “Küçük Sarı Kavun” öyküsündeki çoban, keçilerin fotoğrafını çektiğiniz için “Neden çekiyorsun oğul?” diye soruverince ben de cesaret buldum. Yollardasınız, fotoğraflıyor, izliyor, yazıyorsunuz. Bunların alelade hobiler olmadığı açık. Siz içinize dönüp tüm bunları neden, ne için yaptığınızı sorduğunuzda cevabınız ne oluyor?
Fotoğraf ve yazı bende bir DNA’nın sarmalları gibi iç içe geçiyor. Buna müziği de ekleyebilirim. Fotoğraf çekerken hep o şiirsel duygunun peşindeyim. Bir şair olarak fotoğraf çekerken gözlerimi görsel bir şiir yazmaya itiyor yüreğim. Yazmak ve fotoğraf çekmek benim hobim değil, işim. İşimi yaparken, bir çift kanadın bir altın madeninden daha değerli olduğunu hep aklında tutuyorum. Ben yollarda çobanlardan, deniz fenercilerinden, çocuklardan çok şey öğrendim. Zeytin ağaçlarından, kırlangıçların yuvalarından, yanık yanık söylenen türkülerden, imeceden, göllerin sessizliğinden… Bazen bir tümce sarstı beni, dağ yolunda karşılaştığım yük taşıyan yaşlı kadının sözleri… Sonbaharın kavak ağaçlarında yarattığı hışırtı, Samanyolu’nun görkemi… Doğa bana insan olmanın bütün varlıkları anlamaya çalışmaktan geçtiğini öğretti. Taşlarla, yıldızlarla, su damlalarıyla, ışık demetleriyle bile konuşmam gerektiğini… Bütün bunları neden yapıyorum? Sanırım kendimi ve ufkumu bilgiyle genişletmek için… Giderek genişleyen bu evrende küçücük kalmamak için…
Geriye Ne Kalır? hikâyesinde, fotoğrafla şiir arasında kalan anlatıcının aklından geçenleri dinliyoruz. Metin Altıok’tan İlhan Berk’e, artık hayatta olmayan şairlerden şiirin yok-tanımını dinledikten sonra “Güzel bir şiirden geriye kalan nedir?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı bugün var mı sizin için?
Bence güzel bir şiirden geriye içimizi sürekli aydınlatan bir ışık, hiç unutmayacağımız bir sızı, gökyüzüne kadar bizi sıçratan bir heyecan, gözümüzden el ele düşen gözyaşları, sonsuz bir gülümseme ya da aklımıza geldikçe yeniden yaşamayı dilediğimiz bir an kalır. Belki de bu sorunun en iyi yanıtıdır İlhan Berk’in o dizesi: “Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun…”
Çok yönlülüğün, ağırlığı eşit dağıtamamak gibi bir dezavantajı vardır. Sizin de gezgin, seyahat yazarı, editör, fotoğrafçı ve yazar kimlikleriniz var ama ortaya çıkan ürünlere bakılırsa çok yönlülüğün dezavantajı size hiç uğramamış gibi. Bunu nasıl sağlıyorsunuz?
Ben bitmez tükenmez bir tutkuyla her şeyi öğrenmeye, kendimi sürekli yenilemeye çalışıyorum. Alçakgönüllü olmayı Samanyolu’ndan öğrendim. Paylaşmayı bahçelerden, tarlalardan, sevdiğim insanlardan. Doğa sevgisi bana çocukluğumu geçirdiğim taşra kasabasından kaldı. Üniversitede kimya mühendisliği okudum, ardından işletme ihtisası yaptım. Bu yüzden bilimin düşünme yöntemleri ve insan ilişkilerinde denge kurma duygusu yaşamıma sindi. Yazarken resmi, fotoğrafı, heykeli, sinemayı, müziği yabana atmadım; aksine onlardan da esinlenmeyi öğrendim. Kibirden, insanları ve diğer canlıları küçümsemekten hep uzak durmaya çalıştım. Bilim ile sanatı kardeş bildim. Sanırım bunlar beynimin ve yüreğimin içinde eriyip karışınca çok yönlülüğün dezavantajlarından biraz da olsa korunmuş oldum. Yollarda sürekli notlar alıyorum. Ama ne yaparsam yapalım zaman yine de her şeyi öğrenmemize ve anlatmamıza yetmiyor. Bunu da kabullendim.
Önceki soruda bahsettiğim durum sadece dış yapı açısından değil yazılarınızda da çağrışımların bir araya gelişleriyle karşımıza çıkıyor. Sözgelimi, Son Ku(ru)şlar öyküsünde kitapçıya giren martıları izlerken hem insanların onlara karşı aldıkları önlemi anlatıyor, hem Martı Jonathan’a hem de Sait Faik’in Topal Martı’sına atıfta bulunabiliyor, Melih Cevdet’in cenazesini Büyükada’ya götüren tekneye eşlik eden bir martıyla konuşabiliyorsunuz. Bu metinlerarasılık ve çağrışımlar mı sizi buluyor, siz mi onları çekip çıkarıyorsunuz?
Haklısınız, benim yazılarım uçan birer çağrışım zinciridir. Ancak benim bu zincirin bağlarını çok sağlam yapma
gibi bir arayışım var. Söz ettiğiniz yazı da buna bir örnek. Son Ku(ru)şlar kişisel gelişim kitaplarıyla Sait Faik’in kitapları arasında, martılarla onları çöplüklerden, otel çatılarından, havaalanlarından uzaklaştırmaya çalışan insanlar arasında, benimle Melih Cevdet Anday arasında pinpon topu gibi gidip geliyor. Bir martının benimle, benim de kendimle dalga geçtiğim yerler var yazıda. Böylesine hareketli olsa da her şey, bir örümceğin kurduğu bir ağ gibi gelişiyor aslında, bütün iplerin birbirine bağlandığı ve birbirini sağlamlaştırdığı bir metne dönüşüyor. Yazdıklarımı okuyanlar hem edebi keyif yaşasın, hem de yeni şeyler öğrensin diye.
Yine hayal dünyanıza ve bakış açınıza dair ipucu edinmek için soruyorum: Bir fotoğrafçı her şeyi kadraj, yazar ise kelimeler halinde görmeye çalışır. Sizin yazılarınızda ise hepsi bir araya gelmiş. Peki siz düşünürken, kurarken kelimeler ve görüntüler birbirlerine nasıl karışıyor?
Bir göle doğru eğilip baktığınızda nasıl yüzünüzle damlalar su yüzeyinde bir resme dönüşüyorsa, sözcüklerin ve görüntülerin bendeki karışımı da böyle. O anda yüzünüzle göl, ışık sayesinde birbirine geçer gibi oluyor ve biz buna yansıma diyoruz. Edebiyat da gerçeğin ve düşlerin içi içe geçtiği bir yansıma benim için.
Şiir, düzyazı, fotoğraf, editörlük, gezginlik… Bu farklı ilgilerin en önceliklisini sormak abes ve klişe olur elbet; ama kişiliğiniz ve hayat hikâyeniz itibariyle nasıl bir sıralamayla hayatınıza girdi bu disiplinler, hangisi bir diğerini getirdi?
Ben önce resim yaptım, sonra şiir, sonra düzyazı yazdım, sonra da fotoğraf çekmeye başladım. En sonunda da hepsini beynimin iç cebine doldurup yollara düştüm. Yollarda hep şiirsel olanı aradım. Sizin biraz önce andığınız ve bir kış günü Amsterdam’da geçen “Geriye Ne kalır?” adlı yazım da buna açık bir örnek. Orada iki sevgili bir köprü üzerinde buluşurken bu buluşmaya tanık olan ben iki kimliğim arasında kalıyorum: Şair ve fotoğrafçı…
Onlar da atışıp duruyorlar aralarında ve belki de her şey bu tatlıyla ekşi arasında gidip gelen bu atışmadan çıkıyor ortaya.
Öte yandan “Yaratıcılık, yaratıcı yazarlık, yaratıcı okuma, vs…” Oradaki süreç nasıl ilerledi, nasıl bir müfredat oluşturdunuz, yönteminiz nasıl? Katılmak isteyenler nereden bilgi alsın?
Ben verdiğim Yaratıcılık eğitimlerinde her şeyi iç içe anlatmanın değerini ve yöntemlerini öğretmeye çalışıyorum. O yüzden bu eğitimlerde sinema yapıtlarını, tabloları, felsefi metinleri, belgesel filmleri, ezgileri ve sayısız malzemeyi sözcüklerle yan yana getirmenin yollarını göstermeye çalışıyorum. Bir de yaratıcılığa yaşadığımız her anda ihtiyacımız olduğunu da… Bir sofra hazırlamaktan sevdiğimize bir hediye verme biçimimize kadar her yerde.
Pek çok ülkede kurumlaşan hatta akademileşen, birçok usta yazarın buralarda ders alıp verdiği yaratıcı yazarlık alanının bizde eleştirilmesini, hafife alınmasını neye bağlıyorsunuz?
Bizde herkes her şeyi çok iyi bildiğini düşünüyor. Hatta en iyiyi bilenin kendisi olduğunu. Dünyaya böyle bakarsanız ilerleyemezsiniz. At gözlüğü takmış olursunuz ki, bu da eksiğiniz olmadığınızı düşündürür size. Eh, eksiği olmayan niye öğrenme ihtiyacı hissetsin ki… Oysa şu anda üç beş kitap yayımlamış olan ama Türkçeyi bile doğru dürüst kullanamayan insanlarla dolu yayın dünyası. Daha da ötesi çoğu insan yazar olmanın ne denli büyük bir emek istediğinin farkında bile değil, onlar medyada adları ne kadar geçerse, ne kadar ünlü olurlarsa o kadar yazar olduklarını düşünüyorlar. Böyle bir dünyada has yazarlığı öğretmeye, öğrenmeye çalışanların ne kadar ciddiye alınıp ne kadar önemseneceğini siz düşünün. Ama bu durumda benim has bir edebiyata susayanlar için yapabileceğim de, önereceğim de yalnızca şu: “Yazın, bıkmadan ama her seferinde bir öncekinden daha iyi yazın. Yazdıklarınız sizden çıkıp kendi yolculuklarını yapacak ve aradıkları okur onları bulacaktır.” Dileğim de bu elbette…
Ben sizde olduğu gibi, anekdotlara hâkim, türler ve metinlerarası düşünebilen, unutmayan, tasnif edip kullanabilen kalemlerin ilginç tematik derleme veya ansiklopediler yapabileceğini düşünürüm. Manguel’in Hayali Yerler Sözlüğü veya ECO’nun Efsanevi Yerlerin Tarihi gibi… Siz böyle bir eser yazacak olsanız ne olurdu bu? Veya “Adı ansiklopedi değilse de tüm yazdıklarım öyle sayılır,” mı dersiniz?
“İçimden Geçen Yolda” bir dizi olacak demiştim ya, o dizideki kitaplardan birisi de “Esin Perisi Yolculukları”. Kitapta Gülden Akıncı ile birlikte, sevdiğimiz yazarlar ve sanatçılardan el yazısı metinler alma ütopyamızın hikayesini ve bunu başarabilmek için yaptığımız yolculukları anlatacağım. El yazılarını almayı düşlediğimiz yazarlar arasında Gabriel Garcia Marquez, Eduardo Galeano, Joyce Carol Oates, Etgar Keret, Cecilia Rodrigo, Umberto Eco, Michael Parkes gibi isimler de var. Sorunuzun yanıtı bu kitap olsun. Bu arada, bu el yazılarıyla kanatlı objeleri bir araya getirip yaratıcı duygunun kökenlerini yansıtan bir “Esin Perisi Müzesi” açma hayalimiz hala sürüyor.

1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)