Röportaja giriş babında Sezgin Kaymaz’a dair birkaç not paylaşmak istesem, eminim ki sıranın röportaja gelmesi epey uzun sürer. Bir yazar, bir insan, bir arkadaş yahut abi olarak Sezgin Kaymaz’ı tanıyan herkesin onu anlatması da en az benimki kadar uzun sürecektir. Kendini tekrara düşmeyen, okurunu yormayan, hiçbir anlamda düş kırıklığına uğratmayan, sürekli ve nitelikli hikâyeler üreten Sezgin Kaymaz’la ilgili daha önce yazdığım “Sezgin Kaymaz: Çocuklar, Hayvanlar ve Edebiyat İçin Bir Samimiyet Kalesi” başlıklı yazıyı -ister röportajdan önce, ister sonra- okuyabilirsiniz.
Daha okurken çok keyif aldığım, hem ders hem sohbet tadındaki bu leziz röportaj için Sezgin Kaymaz’a bir kez daha teşekkür etmek isterim.
“Rüyalar Anlatmakla Bitmez”
Sezgin Hocam selam. 🙂 Öncelikle yazışmalarımızda da söylediğim gibi, müthiş bir üretkenlikle yazıyorsunuz. Kendinizi veya etrafınızı ihmal etmeye dönmüyor mu iş? Nasıl zaman ayırıyorsunuz?
Sondan başlayayım… Sevdiği bir şeyi sevdiği, gönlünden geldiği, istediği gibi yapabilen bir adam huzurlu bir adamdır. Kendine ve etrafına en hayırlı adam kimdir dersen “Huzurlu adam!” derim. Demek ki kendimi veya etrafımı ihmâl etmiyor, bilâkis daha bir ihtimam gösteriyorum alayına. Hem yazıyorum, hem müzik dinliyorum, hem bulduğum her kitabı okuyorum, hem televizyon seyrediyorum, hem eşimle ve on dört baş evlâd-ı hayvanatla çok güzel vakit geçiriyorum, hem bahçede mangal yapıyorum, hem misafir ağırlıyorum, hem mektupkardeşlerimle gece gündüz mektuplaşıyorum, hem okur sohbetlerine, imza günlerine, konferanslara, panellere katılıyorum… Ee? Hani ihmâl?
Üretkenlik meselesine gelince… Evet, karşıma dikilmiş böyle bir soru var ne zamandır. Ne iyi ediyormuşum da üretiyormuşum gibi değil de bu kadar üretmekle çok ayıp ediyormuşum gibi sorgulanmaya başladığımın farkındayım. Kimi de mermilerimi bu kadar çabuk tüketmekle halt ettiğimi söylüyor. Neymiş, benim iyiliğim için söylüyormuş, böyle çok çok yazarsam hadi bakalım bir daha yazacak şey bulamayıverirmişim, Allah muhafazaymış. Bu durumda, bana bu sorularla gelenlerden yakaladığıma sormak isterim tabii; sen gördüğün rüyaları anlattıkça bu bir daha görecek rüyan kalmayacağı anlamına mı gelir? İçinden geliyor da şiir yazıyorsan, yaz yaz nereye kadar mı diyelim şimdi sana?
Şiirin sonu gelmez, rüyalar da anlatmakla bitmez.
Sen eminim bu niyetle sormuyorsundur, hâttâ iltifat bile ediyormuşsun gibi geldi “müthiş” kelimesine bakarak; ama bana sorarsan ne övülecek bir şey bu, ne de yerilecek bir şey. Yazasım geliyor, yazıyorum işte. Kaldı ki yirmi senede on beş kitap öyle aman aman bir üretim sayılmaz; araya altı buçuk senelik bir Voleybol Federasyonu suskunluğum girmeseydi daha da fazla yazmış olacaktım çünkü. Benim şaşırdığım, üretebilmek iyi bir şey değil de illetli bir şey gibi imâ ediliyor sıklıkla. Mo Yan bin sayfalık “Yaşam Ve Ölüm Yorgunu”nu kurşun kalemle 45 günde yazdığını söylüyor. Ne yapalım? “Olmaz, yanlış yazmışındır, öyle hızlı ve çok çok yazılmaz, otur adam gibi yavaş yavaş yaz.” mı diyelim?
Adam yazabildiği için yazıyor yahu. Ben de yazabildiğim için yazıyorum. Hepsi bu.
Yine bu üretkenliğe bağlı olarak, “Ya yıllardır bir sürü karakter ve hikâye ürettim, ne zamana kadar böyle verimli gider?” gibi bir kaygı güdüyor musunuz?
“Rüyalar anlatmakla bitmez.” diyerek; bilmeden birinci soruda cevabını vermişim aslında, ama bir de bu soruya göre cevaplamaya çalışayım.
Önce şu: Hiçbir kaygı gütmüyorum.
Sonra da şu: Yazmak da okumak gibidir; çeşidiniz hiç bitmez.
Farfara’nın ardından kendi blogunuzda günlük öyküler yazmaya başladınız. Güzel olduğu kadar yorucu gibi görünen bu süreç kimin fikriydi? Nasıl gidiyor, nasıl yorumlar alıyor?
Yazabildiğim sürece, içimden geldiği sürece, vakit bulup şu klavyenin başına oturabildiğim sürece yazıyorum; ne yazdığım fark etmiyor. Bazen bir hikâye oluyor, bazen roman. Bazen hikâye galiba diye başlayıp ilerleyen sayfalarda meğerse roman yazdığımı anlıyorum, bazen tam tersi. Tek kural var uyduğum, o da kuralsızlık. Tabii bu anarşi, günlük hikâye yazma disiplinine uymuyor; dolayısıyla da bir bakıyorsun “Arkası Yarın” demişim, ama arkası haftaya sarkmış. Oluyor, insanlık hâli.
Ben zaten ezelden beri mektupkardeşlerime hediye hikâyeler yazıp yollarım ara sıra. Blog denilen elektronik sayfada bu kabil hikâyeler paylaşma fikri bana her konuda omuz veren, bu sayfaları yöneten kardeşim Can’dan çıkmış bir fikir. O “Her ay bir tane yazsan yollasan ne güzel olur.” demişti, ben de “Şu Farfara bitsin, bakarsın her gün bile yazarım.” demiştim. Şimdilik öyle oldu gibi görünüyor. Mektupkardeşlerle ve okurlarla eğleniyoruz kendi aramızda.
Yorumlar konusunda bir fikrim yok. Açıp bakmıyorum çünkü; ben yazıyorum, benden çıkıyor, başka bir muhasebem kalmıyor o saatten sonra. Beğenen okusun, beğenmeyen okumasın. Romanda da böyle değil mi? “Hakkımda ne düşünüyorlar acaba?” der ve yorumları sıkı sıkıya takip etmeye başlarsan, “Ay şöyle yazınca beğenmedilerdi, bu sefer bari böyle yazayım!” demeye, kendin bile farkına varmadan sipariş almaya başlamış olmaz mısın?
Aman diyim. Yorum serbest, ama beni ilgilendirmez.
“Bende kurgu yoktur”
Şimdi, vaktiyle pek hazzetmediğiniz “fantastik” konusunda sorularım olacak. Baştan aşağı fantastik olmayıp şimdilerde “büyülü gerçekçilik” denilen tarza uyan unsurlar var sizin kitaplarınızda. Bölüm başlarında da çoğunlukla Mevlana’dan alıntılar var. “Sezgin Kaymaz Evreni”ndeki bu durumu yazarın çocukluğundan bugüne neler besledi?
Dediğin doğru. Vaktiyle hoşlaşmıyordum fantastik kelimesinden. Ama artık takılmıyorum bu hususa. Yeter ki bitişiğine “kurgu” kelimesini iliştirmesinler; bende kurgu yoktur çünkü. Aslına bakarsan hayat yeteri kadar fantastik, oturup vıdık vıdık fantaziler kurmasan da oluyor. Ama ola ki kurdun, bunun da zararı yok. Kur; hayal senin düş senin. Sen hayattan aldığın borcu yazarak ödersin, bir diğeri başka bir iş ve oluşla öder. Ama herkes ille de öder; kimse borç takıp gidemez buralardan.
Beni Konya, orada geçirilen on üç yıllık çocukluk dönemi ve en çok da gerçek, öz, hakiki Mevlânâ beslemiştir eğer yanılmıyorsam. Bakma internette dolanan Mevlânâ epigraflarına; onların hepsi ona ait olsaydı Mevlânâ’nın bin yaşında falan olup hiç durmadan konuşmuş olması lâzımdı. Bu bakımdan şanslıyım çok. Benim çocukluğumda herkes neyse oydu; Mevlânâ da kendisiydi doğal olarak; henüz bir ticaret metâı ve bir internet fenomeni olmamıştı.
Son kitaplarınıza kadar sizi korku-gerilim-fantastik edebiyat içerisinde konumlandırdılar. Son kitaplarınızda bu unsurlar nispeten geri plana itildi, bu türün okuru olmayanlarla da yakınlaştınız. Bu bir tercih mi, kendiliğinden mi gelişti?
Kesinlikle kendiliğinden. Oturur ve yazarım; ne çıkacağını bir Allah bilir. Hâl böyle olunca planlı, tasarlı, hesaplı kitaplı, başını sonunu bile bile yazma şansım zaten yok. Bunlar olmayınca da tercih yok elbette.
Yazım sürecinde mutlaka hikâye kendini dayatıyor ve kervan yolda düzülüyordur. Ama yine de akışa müdahale etmek istediğinizde, standart imla ve anlatım hataları haricinde en çok nelere dokunuyorsunuz?
Hiçbir şeye. Yazıp bitirdikten sonraki tek okumam kontrol okumasıdır, onu da elin eşeğini arar gibi türkü çığıra çığıra yaparım; sıkılıp bunala bunala, bitse de gitsek diye diye. Yani “Bakiim nası yazmışım!” diyerek okuma huyum hiç yok. Bu olsaydı belki bazı yerlere müdahale ederdim. Yazıp bitirir, imlâyı ve maddi hataları ayıklamak için şöyle bir hızlıca kontrol okuması yapar ve o defteri tamamen kapatırım.
“Bizde yayınevleri matbaacı mantığıyla iş görüyor”
Bu soruya yanıt vermeyebilirsiniz ama merak ediyorum. Bir süre önce yayınevi değiştirdiniz ve benim eleştirime göre sizin ve eserlerinizin kıymetini daha iyi bilen bir yerdesiniz. Türkiye’deki yayıncılığı bu örnek üzerinden değerlendirirseniz yayınevlerinin yazarlarla ilgili hangi tavırlarını eleştirirdiniz? Nerelerde yanlış yapıyor yayınevleri?
Nasreddin Hoca minbere çıkmış vaaz verecek. Demiş ki, “Ey cemaat, bugün size ne anlatacağımı bilir misiniz?”
Cemaat “Bilmeyiz!” demiş hep bir ağızdan.
“Madem bilmezsiniz, anlatsam ne olacak?” deyip inmiş.
Ertesi hafta gene sormuş aynı soruyu. Cemaat bu sefer tedbirli. “Biliriz!” demişler.
Nasreddin Hoca eteklerini çemreyip inmeye başlamış, bir taraftan da söyleniyor: “Madem bilirsiniz, niye anlatayım ben size?”
Sonraki hafta cemaat iyice hazırlanmış. Hoca sorunca bir yarısı “Biliriz!” diye bağırmış, öbür yarısı “Bilmeyiz!” diye.
Şöyle bir bakmış Nasreddin Hoca, “İyi madem…” demiş, “Bilenler bilmeyenlere anlatsın.” Yürümüş inmiş.
İşte bizdeki yayınevleri böyle.
Yazar bilinmiyorsa “Tanıtsak ne olacak?” diyorlar. Biliniyorsa “Niye tanıtalım?” Biraz biliniyor biraz bilinmiyorsa “Bilenler bilmeyenlere tanıtsın.”
Bütün yaptıkları bundan ibâret. Hâlbuki aynı yayıncı şu sokağın başına bir pideci açsa, iki çocuk tutar, verir ellerine bir yığın broşür, “Hadi bakalım…” der, “Bu mahallede ne kadar ev apartman varsa hepsinin posta kutusuna birer tane koyun şunlardan. Buraya pideci açtığımızı bilmeyen kalmasın.”
Değil mi? Sen tanıt, isteyen pide yesin, istemeyen yemesin. Oraya dükkânı açıp kös kös oturmanın âlemi yok. Yaktığın oduna yazık.
Bizde yayınevleri matbaacı mantığıyla iş görüyor maalesef. Sanki kitap basmıyor da oğlunun sünnetine davetiye basıyor adam; gelse gelse kaç kişi gelir, ona göre basalım da mürekkep ziyan olmasın… Mantık bu. Tanıtım yok, duyuru yok, takdim yok, sunum yok. Yok oğlu yok.
Sen de yazarsın; reklam istemiyorsun ki, okur senden haberdâr olsun istiyorsun; isteyen okur, istemeyen okumaz. Ama haberdâr olsun. Murâdın bu. Yayınevin bu konuda kılını kıpırdatmıyor, çok çok Nasreddin Hoca gibi “Bilenler bilmeyenlere anlatsın.” deyip tanıtım bahsini kapatıveriyorsa o yayınevinde kalır mısın?
April’i tercih etme sebebim de bu. Zaten sen bunu söylemişsin. Haklısın. Umarım dediğin gibi olur.
Sadece reklam-tanıtım gibi açılardan değil, her açıdan, yeni bir yayıneviyle birlikte kafanızın rahat ettiği neler var?
Reklamı unutalım. O hiç istemediğim, asla tasvip etmediğim bir şey. Edebiyatın reklamı olmaz. Ama tanıtım zorunlu. Nasıl ki kendi kendinle toplantı yapamazsan kendi kendinle de hem yazar hem okur olamazsın. Sen yazacaksın, yayınevin de okuru hem senden hem de senin ne yazdığından haberdâr edecek.
April’le çalışırken bu dinamiğin bir kısmından emin hissediyorum kendimi; memnun oluyorum. Huzurlu olabilmem için ise bu yeni yayınevinin oğlunun sünnetine gelecek tahminî komşu sayısına göre davetiye basma alışkanlığından vazgeçip “Bu düğüne bütün şehir gelecek ulan!” diyerek yiğitçe, çok kuvvetli bir iddiayla ortaya çıkması gerek.
“Zaten bu kadar okunur!” deyip zaten o kadar basmaya devam edersen, işte okunsan okunsan zaten anca o kadar okunursun; o zaman da ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın. Oldu mu şimdi? Olmadı. Bir yazar yeni bir yayınevine bu nedenle koşmaz, çünkü bu kadarını ZATEN her yayınevi yapar.
“Maceraları macera yapan felsefe bana yetiyor”
Sezgin Kaymaz özelinde değil, daha genel bir bakışla sorarsak yayıncılıkla, yazarlarla, dergilerle, kısacası mevcut edebiyat dünyasıyla ilgili neleri eleştirirsiniz?
Yayıncılıkla ilgili söyleyeceklerimin hepsini söyledim. İster eleştiri desinler ister iftira. Beğenmeyen yandan geçsin; bunlar benim düşündüklerim.
Yazarlar? Ne diyeyim şimdi? Tembellik etmesinler, bol bol yazsınlar, biz de bol bol okuyalım. Hayat kısa.
Edebiyat dergileri bu çağın gerçek gladyatörleri. Her sayıları ayrı bir var olma savaşı. Hepsine çok kıymet veriyor ve büyük saygı duyuyorum. İyi ki varlar.
Kitaplarınızın satır arasında daima, gerçekliğin ötesinde bizi gözetleyen, hatta tehditkar değilse de denetleyen bir güç oluyor. Bazen dürüstlük oluyor, bazen vicdan oluyor bu. Kalp temizse hiçbir şeyden korkulmaması mesajını verip ezber bozmanıza rağmen sizi “korku” türüne yaklaştırmalarını da pek anlamıyorum. Uzattım yine, kitaplarınız “teorik” içerikler barındırmıyor ama yine de tasavvufi, felsefi, ezoterik veya gnostik okumalar yapıyor musunuz, ilginiz var mı merak ediyorum?
Kısa bir cevap olacak ama ne bulursam okuyorum. Bundan öğreti kitaplarının en ağır abilerini yalayıp yutuyorum anlamı çıkmasın. Tercihim daima romandan yana olmuştur; maceraları macera yapan felsefe bana yetiyor.
Kitaplarınızın satır arasında hep bir “ruha, ruhun ve insanın özündeki iyiliğe inanma” durumu var. Sözgelimi bir ölüm sahnesinde bile durumu iyimser bir kabulleniş, bir avuntu ve tabiata, varoluşa “eyvallah” deme hali gibi… Söz konusu insan olduğunda, özellikle bu yüzyılda, gerçekten iyiliğe, özdeki iyiliğe inanıyor musunuz?
Her toprakta o toprağın meşrebine göre bir orman, bir buğday tarlası, bir meyve, bir çiçek bahçesi saklıdır değil mi? Ama su lâzımdır, çapa lâzımdır, humus lâzımdır, gübre, ışık ve besleyeceği şeye uygun hava şartları lâzımdır. Üstünde cıvıl cıvıl bir hayat yoksa bu o toprağın verimsiz olduğu anlamına gelmez; ihmâl edildiği, ya da daha fenası, hor kullanıldığı anlamına gelir.
İnsan da böyle. Her insanda iyilik, güzellik, barış ve esenlik saklı. İhmâl etmez ve hor kullanmazsan bunları sana misliyle geri verir.
Ben de uzattım ama, insandaki iyiliğe topraktaki berekete inandığım kadar inanıyorum.
“Bıçak Üreten Adam Kötü Değil, Onunla Can Alan Kötü”
Peki iyiliğin kötülüğe galebe çalması için bir birey veya bir yazar olarak Sezgin Kaymaz’ın formülü nedir? Üretmek mi, savaşmak mı, kabullenmek veya başka bir şey mi?
Bu konuda fazlaca ahkâm kesmek istemiyorum. Şunu söyleyip susayım: Üreterek başlamalı işe. Bıçak üreten adam kötü değil, onunla can alan adam kötü.
Kitaplarınızdaki temel meseleler; “Vicdan, şefkat, dürüstlük, sevgi, çocuklar, kadınlar, eşcinseller, hayvanlar…” Aslında bugünün dünyasının ve Türkiye’sinin temel medeniyet sorunları. Bu, yazma aşamasında bir mesaj verme ve sonrasında bir şeyleri değiştirme güdüsü oluşturuyor mu sizde?
Hayır. Bir mesaj verme, temel medeniyet sorunlarına çözümler önerme, işin en doğrusunu anlatma gibi bir kaygım olduğunu fark etsem yazmaktan ânında vazgeçerim.
Önceki soruya bağlı olarak, böyle bir güdü olsa da olmasa da okurlarınız üzerinde bir şeyleri değiştirmeye yaklaştığınızı düşünüyor musunuz yoksa insanlara sıcak, samimi hikâyeler-kahramanlar vermekten ibaret mi geliyor?
Okurlarımla tanıştığımızı, kavuştuğumuzu, birleşip bütünleştiğimizi, birbirimizi olduğumuz gibi kabûl ettiğimizi, bir tamam helâlleştiğimizi, anlaşamadığımız zamanlarda dahi anlaşamadığımız konusunda anlaştığımızı düşünüyorum.
Bir röportajınızda umudum uzaylılarda demişsiniz. Bunu açabilir misiniz biraz?
Çok yavaş anlayacak, binlerce yılda ancak anlayacak ama İsviçre’de bolluktan ne yiyeceğini şaşırmış adam Uganda’da açlıktan uyuyamayan çocuğun da aslında kendi çocuğu olduğunu anlayacak bir gün. İşte o gün her şey çok güzel olacak. Ya sürüne sürüne, estek köstek ereceğiz o güzel günlere, ya da bu yollardan çoktan geçip işin ilmini çözmüş birileri gelip kafamıza vura vura anlatacak. Bunun binlerce yıla kalmadan gerçekleşebilmesi için âdemoğlunun zihinsel ve ruhsal eviriminin bir hızlandırıcıya, bir katalizöre ihtiyacı var. Umudum uzaylılarda derken bunu kastetmiştim. Ah keşke.
Bu zamana kadar yazdıklarınızın tamamen dışında bir türde yazmak isteseydiniz ne olurdu? Mesela bir polisiye yahut eleştiriler, denemeler gibi?
Eleştirmek bana göre değil. Köşemde oturup sağa sola ateş edemem ben. O zaman denemeyi de bir kenara koyalım. Polisiye olur mu olur. Benim sağım solum belli mi olur?
Eski röportajlarınızda kısmen bahsi geçmiş ama bir de şimdi sormak isterim: Bir yazma ritüeliniz, disiplininiz var mı?
Yok. Katiyen. Ne zaman eserse o zaman yazarım. En güzeli.
Bilmediğim için soruyorum: Geçmişte yabancı dile çevrilen kitaplarınız olmuş muydu? Ve bugün bunun için çalışmalar var mı? Çünkü dışarıda da okunması lazım bence 🙂
İltifat etmişsin. Geçmişte yabancı dile çevrilmiş bir kitabım olmadı. Bugün ise April Bakele’yi İngilizce’ye çevirttiğini söylüyor. Ama bu tek başına anlamlı değil. Ee? Çevrilmiş de ne olmuş? Bilmiyorum. Çevrilmiş işte. Aferin.
Bitirirken, güncel okuma önerileri alalım mı sizden? Varsa bir kapanış notunuz, onu da almak isteriz ve tabii çok teşekkür ederiz.
Havada karada Tom Robbins oku. Bana daha çok teşekkür edeceksin o zaman.
Kapanış notum şu: Soruların çok güzeldi, hoştu, değişikti. Esas ben sana teşekkür ederim.
[su_divider top=”no” divider_color=”#000000″]
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)