“Yazmak benim için bir sanat değil, zanaattır.”
—Leskov
Nikolay Semyonoviç Leskov adını çok duymadığımız bir “Rus hikâyecisi”dir. 19. yüzyılın büyük edebiyatçı kuşağının yazarlarından olmasına karşın, onların dışında kalmış bir yazardır. Walter Benjamin’in 1936, Boris Eichenbaum’un 1940 yılındaki çalışmaları ile gündeme gelebilmiştir. Roman ve denemeleri, gazete yazıları da olan önemli bir yazardır ama Walter Benjamin onu “eşsiz bir hikâye anlatıcısı” olarak niteler ve onda hikâye anlatıcılığının bütün özelliklerini bulur. Çok bilinen “Hikâye Anlatıcılığı” denemesini, Leskov’u anlatmak için yazmıştır.
Walter Benjamin Leskov’un edebi kişiliğinden yola çıkarak yazdığı Hikâye Anlatıcısı adlı denemesine, “Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok,” diye başlar ve devamında “Leskov gibi birini hikâye anlatıcısı olarak tanıtmak onu daha yakınımıza getirmek değil, aksine ondan uzaklığımızı artırmak demek. (…) Bir şeyi layıkıyla hikâye edebilen insanlara gittikçe daha az rastlıyoruz. Sanki kesinlikle bizim olan, kaybetmeyeceğimizden emin olduğumuz melekelerimizden biri, deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimiz elimizden alınmış gibi.”*(s.86) ilâve eder. Hem Leskov’u anlatır hem de modern çağın dayattığı yaşam biçimimizde anlatı dünyamızda nelerin değiştiğine dikkat çeker. Anlatıdaki her değişikliğin bizi nasıl çölleştirdiği konusunda uyarılarda bulunur.
Walter Benjamin denemesinde tekniğinden dolayı Leskov’un eşsiz bir hikâye anlatıcısı olduğunu söyler.
“…hikâyeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder. Leskov bunda ustadır. (…) Olağanüstü ve mucizevi şeyleri bütün ayrıntılarıyla anlatır, ama okuru hiçbir zaman olayların arkasındaki psikolojik bağı kabul etmeye zorlamaz. Olayları kendi anladığı biçimde yorumlamak okura kalmıştır; böylece anlatı, enformasyonun yoksun olduğu genişliğe ulaşır.”*(s.93)
Nikolay Semyonoviç Leskov Rus yaşantısının en geniş tablosunu, kısa ve uzun öykülerinin bütünlüğüyle vermeyi başarabilmiş ilk Rus yazarı olarak kabul edilir. Döneminde bilinen, tanınan bir yazardır ama döneminin yazarları kadar çok okunmamıştır. Hatta döneminde Rusya’daki her kesim tarafından eleştirilmiştir. Onun için Gorki, “Bütün yabancı etkilerin tamamen uzağında, halktan en çok beslenen yazardır,”**(s.104) derken, Tolstoy onu “iktisadi ilerlemenin yetersizliğine işaret eden” ilk kişi olarak görüp tekniğini över: “Dostoyevski’nin bu kadar çok okunması tuhaf… Leskov’un neden bu kadar az okunduğunu hiç anlamıyorum. Hakikate bağlı bir yazar o.”*(s.95) diyerek görünmezliğini sorgular. Leskov’un görünmezliğin altında yatan neden aslında Rusya’nın içinde yaşadığı tarihsel süreçtir.
18. ve 19. yüzyıllar; Rus gerçekçi edebiyatının oluşmasını sağlayan çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıktığı, birçok reform hareketlerinin olduğu, sosyoekonomik gelişmelerin ve çatışmaların yaşandığı bir dönemdir. Herkesin belli bir anlayışta veya grupta kümelendiği o dönem Rusyası’nda Leskov hiçbir topluluğun içerisinde bulunmamış ya da hiçbir otoriteye boyun eğmemiştir. Bu karmaşık ortamda tarihle edebiyat arasında kurduğu ilişki ile toplumu değiştirmeye ve okuyucusuna “milli” bir kimlik kazandırmaya çalışmıştır. Bağımsız tavrıyla ve sözünü sakınmayan özgür, sivri diliyle de şimşekleri hep üzerine çekmiştir. Edebi kariyeri boyunca neredeyse her grup, Leskov’a cephe almıştır. O dönem geçerli olan Slavseverlik, Batıcılık, Muhafazakârlık, Liberallik gibi düşünce yapılarının içinde bulunmuş ve o yapının savunduğu görüşleri, kendi görüşünün süzgecinden geçirerek dile getirmiştir. Dönemin karmaşıklığında doğru ve yanlış, siyah veya beyaz gibi birbirinden net ayrılabilir durumda değildir. Çünkü Rusya bir yapılanma süreci yaşamaktadır. Bu olgu Nikolay Leskov’u Rus edebiyatında kalıba sığmayan bir yazar olarak karşımıza çıkarmıştır.
Benjamin bu durumu Hikâye Anlatıcısı’nda şöyle anlatır; “Yunan Ortodoks Kilisesi’ne bağlıydı. Dine ilgisi sahiciydi. Ama kilise bürokrasisine karşı çıkarken bir o kadar içtendi. Devlet bürokrasisiyle de iyi geçinemediği için hiçbir resmi görevinde uzun süre kalamadı.”*(s.88) Maksim Gorki de 1908-1909 yıllarında İtalya Capri’deki bir dersinde Leskov’u anlatırken onun, Rus edebiyatının özgün bir olgusu olduğunu söyleyip eklemiştir: “O bir popülist değil, bir Slavsever değil, aynı zamanda bir Batılı, liberal veya muhafazakâr da değildir.”**(s.88)
Nikolay Leskov, 1831 yılında Oryol’da memur ailesinin çocuğu olarak doğdu. Annesi soylu bir aileye mensuptu. Babası Ceza Dairesi’nde çalışıyordu. Çocukluk yıllarında pek de başarılı bir öğrenci olamayan Nikolay Semyonoviç’i de Oryol Ceza Dairesine kâtip olarak yerleştirdi. Babasının ölümüne kadar çalıştığı bu işten ayrılarak, 1857’de büyük bir İngiliz şirketinde işe başladı. Bu şirket adına Rusya’nın her köşesini dolaştı, yapıtlarına kaynaklık edecek pek çok zengin materyal topladı.
“…bu yolculuklar Rusya’daki koşullar üzerine bilgisini artırmakla kalmadı, aynı zamanda onu daha bilge kıldı. Bu sayede ülkedeki tarikatları tanıma fırsatı buldu. Bu da hikâyelerine yansıdı. Rus efsanelerini kilise bürokrasisine karşı mücadelesinde müttefiki olarak gördü.”*(s.88)
Eğitim hayatı başarısızlıkla sonuçlanmış ortaokul diploması alamamış fakat pek çok başarılı eseri hayata kazandırmış olan Nikolay Leskov böylece okul hayatında alamamış olduğu eğitimi, Rusya’nın yollarında, köylerinde, sokaklarında alabilmiştir.
Köyde yetişmiş, iyi koşullarda eğitim alamamış ve çoğu zaman kendini yetiştirecek kadar kitaba dahi sahip olamamış Leskov’un, önce Kiev’e, ardından gazetecilik yapmak için Moksova’ya ve Petersburg’a, Rusya’nın önemli üç büyük kentine gitmesi, bakış açısını genişletmiş ve edebi eser oluşturmada kendisine önemli katkıda bulunmuştur. Bu sayede kenti ve kentli toplumu yakından gözlemleme fırsatı bulmuştur.
Leskov Edebiyat diliyle halk dilini harmanlayarak renkli, canlı bir anlatım dili yaratmış, eşsiz yazı stili ve yenilikçi denemeleriyle dönemindeki ünlü Rus yazarlarının övgüsünü kazanmıştır. Rus dilbilgisi hakkındaki bilgisi ve Rusçayı kullanma konusundaki ustalığı “benzersiz” olarak kabul edilmektedir. Efsanelerden ve geleneklerden beslenerek, Rus halkının geniş bir panoramasını çizdiği gerçekçi romanlar, uzun ve kısa hikâyeler yazmıştır. Hemen hemen aynı yaşlarda olduğu Tolstoy’dan çok etkilenmiş, onun inanç ve ahlaksal yaklaşımlarına büyük yakınlık duymuştur. Tolstoy kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Leskov benim takipçimdi, ama taklit ruhu içinde değildi. Şimdi yolculuk ettiğim yöne başlamadan çok önce vardı. Birbirimizle tanıştık ve onun fikirlerimle yapmış olduğu anlaşmadan derinden etkilendim.”** demiştir.
Leskov öykülerinde anlatıcı, skaz, tekniği kullanmıştır. Rusça “anlatmak” anlamına gelen “skazat” sözcüğünden türetilen skaz sözcüğünün temsil ettiği anlatı biçimi, folklorik özellikler barındıran, sıradan insanların gündelik hayatlarını yansıtan, konuşma akıcılığında ve klasik edebiyatın katı kurallarına aldırmayan bir edebiyat türü olarak tanımlanır.
Leskov, Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i adlı uzun hikâyesini 1865 yılında yayınlanır. Bu hikâyeyi istediği gibi yazabilmek için, 1864 yılının sonbaharını Kiev Üniversitesi’ndeki erkek kardeşinin misafirhanesinde geçirir. Yapıtının tüyler ürpertici ve dehşete düşüren bölümlerini yazabilecek ruh haline bürünmek için, kendisini öğrenci cezaevi hücresine kapatır. Yıllar sonra yaşadığı bu ilginç deneyimi şu sözlerle ifade eder: “Bazen buna dayanamadığım için çok korkmuştum. Tüylerim ürpermişti, […] o zamandan itibaren, bu tür korkunç olayların tanımlarından kaçındım.”**
Yapıtı, eşsiz anlatı tarzı, temaları, sembolik çerçevesi, folklorik kaynakları kahramanlarını yönlendiren motivasyonları, edebi ve sosyal bağlamı ile çok önemlidir. Çoklu okumayı olanaklı kılan, göstergeli ve sembolleriyle her okumada farklı bir yönü keşfedilen bir öyküdür. Leskov’un ilk başyapıtı olan eser, Sovyet Rusya zamanında en ünlü operalardan biri olmuştur.
Nikolay Semyonoviç Leskov “Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i” isimli öyküsüne, “Bizim buralarda kişi kimi vakit öyle karakterlere denk gelir ki, karşılaşmalarının üzerinden kaç yıl geçmiş olursa olsun, onları ruhu ürpermeksizin anımsayamaz”***(s.7) cümlesiyle başlar. Leskov’un sözünü ettiği ürpertici karakteri, öyküsünde “kadın” kimliğinde karşımıza çıkar. Shakespeare’in Lady Macbeth’i gibi keskin arzularının ve hırslarının yönettiği, ruh ürpermeksizin hatırlanmayacak bir kadın olan Katerina Lvovna İzmaylova’nın hikâyesini dinleriz ondan. Sonuca ulaşmak için öldürmekten ya da kötülük yapmaktan hiç çekinmeyen, kendileriyle birlikte birçok insanın da felaketine neden olan Lady Macbeth gibidir Katerina da.
Katerina Lvovna İzmaylova güzel olmasa bile alımlı bir kadındır. Kendisinden otuz yaş büyük, iyi bir gelire sahip dul Zinoviy Borisıç ile evlenir. Kocasının evinde, seksen yaşında kayınpederiyle birlikte yaşamaktadırlar. Sürekli seyahat eden tüccar Boris’in yokluğunda can sıkıntısını ve ona bir çocuk doğuramamanın yetersizliğini yaşamaktadır. Evdeki hizmetçilerin varlığı kendisine yapacak iş bırakmamaktadır. Günleri boş, amaçsız, monoton ve can sıkıntısında geçmektedir. Sürekli odasında, uyuklayarak geçirdiği zaman sonrasında, uyandığında ise tekrar, “o Rus işi, tüccar evi sıkıntısı baş gösterirdi -derler ki; kendini güle oynaya asarmış kişi, bu sıkıntıdan.”***(s.9)
Günleri tümüyle tembellik, üretimsizlik ve hatta neredeyse eylemsizlik içinde geçmektedir. “… kendisine de bir odadan diğerine dolanmak kalırdı, boş gezenin boş kalfası. Her yer temiz pak, her yer sessiz ve boştu, evin hiçbir köşesinde ne canlı bir soluk, ne bir insan sesi işitilirdi…”***(s.9)
Leskov öyküsünde İzmaylova’ların evinin bir günlük yaşamıyla, olacaklar karşısında okura düşünme, karşılaştırma yapma fırsatı sunmaktadır.
Katerina’yı can sıkıntısına sürükleyen eylemsizlik ve kocasının ihmali kişiliğinde tehlikeli bir birikim yaratmaktadır. Üstelik ibadet etmeyen biridir Katerina. Hıristiyanlık öğretilerine dair ne tek bir satır okur ne dua eder ne de kiliseye gider. “Okumaya da hevesli değildi Katerina Lvovna, hem zaten Kiev Pateriki dışında evde kitap filan da yoktu.”***(s.9)
Evin erkeklerinin olmadığı bir günde yakışıklı fakat şıpsevdi bir zampara olan çiftlik çalışanı Sergey ile tanışıp aşk yaşamaya başlamasıyla birlikte, günleri farklı bir yönde ilerlemeye başlar. Katerina’yı hayatı boyunca anlayan tek insandır Sergey. Onunla girdiği ilişkiden sonra artık karşımızda gerçek Katerina’yı buluruz. “Katerina Lvovna coşkun bir yaradılışa sahipti, yoksul genç kızlık yaşantısında sadeliğe ve hürriyete alışmıştı.”***(s.8) Eski coşkun kişiliğine döner.
Coşkun yaratılış cinsellik olarak da karşılığını bulunca, adeta yaşadığı sıkıntılı yılların acısını çıkaran bambaşka birini buluruz karşımızda. Cinsel arzularının akıldan bağımsız kör ve ısrarlı baskısına yenik düşen, şehvet düşkünü Katerina Lvovna İzmaylova ile karşı karşıyayızdır. Bu aşkın sonunda içgüdüsel bir tutkuya kapılarak, öyle hırslanır, öyle bir dönüşüm geçirir ki, hikâyenin acımasız kadın karakteri olarak bambaşka biri olur ve kasabanın Lady Macbeth’i sıfatıyla anılacak eylemlere girişir. Kösnül duygularının sürüklemesinde kayınpederini, kocasını ve kocasının yeğenini gözünü kırpmadan öldürür. Sevgilisiyle birlikte olmak için bütün ahlaksal ve toplumsal kuralları yıkar, dile düşer. Hiçbir şeyi umursamaz. Katerina yıkıcı bir sel olmuş, çağlamaktadır.
Kocasının yeğenini öldürürken, hiç olmadık bir şekilde, kasabalıya yakalanınca tutuklanarak, Sergey ile birlikte hapse atılır. Yargılandığı süre içinde sevgilisiyle birlikte aynı hapishanede olmak Katerina’yı mutlu etmeye yetmektedir. Sergey’in soluduğu havayı solumak, gardiyanlara rüşvet vererek sevgilisiyle buluşmak, onun tarafından okşanıp sevilmek saplantı haline gelmiştir. Çünkü mahkemede de söylediği gibi; Katerina bütün cinayetleri Sergey için işlemiştir. Sergey’in ise Katerina’ya olan ilgisi sadece parası içindir. Bütün olanlardan sonra eline bir şey geçmediği için Katerina’nın yüzünü dahi görmek istememektedir. Başına gelenlerden sorumlu tuttuğu Katerina’ya çok kızgındır.
Çapkınlığa hapishanede de devam eder. Katerina’nın kendi ihtiyaçlarından keserek yolladığı paraları mahpus kadınları elde etmek, gönül eğlendirmek için kullanır. Sevgilisiyle birlikte olmak için, çeşitli fedakârlıklarda bulunan, gardiyanlara rüşvet veren Katerina’yı soğuk öpüşlerle başından savan Sergey, hapishanenin en güzel, en genç kızını elde etmek için Katerina’yı kullanmaktan çekinmez. Ağrıyan bacağına sarmak bahanesiyle ondan aldığı ipek çorapları ve parayı gözüne kestirdiği kızı elde etmek için kullanır.
Yargılama sonrası kürek cezasına çarptırılan diğer mahkûmlarla birlikte gemiye bindiklerinde, kendi çorabını, hapishanede güzelliğiyle dillerde dolaşan Sonetka’nın ayağında gören Katerina, yıldırım çarpmışa döner. Üstelik Sergey onun yıkılmış haliyle dalga geçer, kıza sarılarak, onu öper. Katerina Lvovna İzmaylova, akıldan bağımsız olan kör ve ısrarlı arzusuyla geldiği yerde her şeyini kaybettiğini ancak öpüşme sahnesiyle anlar. Çıkış yolu tektir, hasmı olan genç kızın bacaklarına yapışıp rüzgârın azgınca dalgalandırdığı nehre atlar. Suyun yüzünde durmaya çalışan kızın kurtarılmasını engellemek için, “… güçlü bir turnabalığının yumuşak bir çamçanın üzerine atılması gibi.”***(s.83) kendisiyle birlikte onu da dibe çeker. Leskov’un bu hikâyesini Katerina Lvovna karakterinden yola çıkarak, arzu duygusunun yıkıcılığa dönüşmesinin hikâyesi olarak okumak mümkündür.
Freudyen bakış açısı “arzu”yu bir ihtiyacın tatmine yönelik ve hatırlanmak üzere hep kendini doğuran bir duygu olarak tanımlar. Arzu dürtünün en dolaysız şekilde kendini gösterdiği güçlü bir duygudur. Dolayısıyla arzu nesneden önce vardır ve odaklanacak bir şey bulduğunda yaşamımıza dâhil olur. Haz ilkesine göre çalışan bir duygu olan arzu, ardında bilinçdışı bir duygulanımı barındırır. Bilinçdışı ise korkular, vahşet dürtüleri, mantık dışı ve bencilce ihtiyaçlar, kabullenilmez cinsel arzular, utanç verici deneyimler, ahlak dışı gibi dürtülerden oluşur. Bu anlamda arzu dürtünün en dolaysız şekilde kendini gösterdiği güçlü bir duygudur. İnsan değişimlerinin ve dönüşümlerinin kaynağıdır. Davranışlarımızı, dünya görüşümüzü kısaca kişiliğimizi belirler. Bir devinim, bir harekettir, dolayısıyla değiştirme gücü ve istenci arzuyu içerir. Arzu itici güçtür ama denetlenmeye, süperegonun süzgecine ihtiyacı vardır.
İnsan kişiliğinde çok hassas bir denge üzerinde duran arzu, ulaşmak istediği hazzın şiddetine göre hırsa, özellikle de güç ve iktidar hırsına evrilirse yok etme gücünü de içinde taşıyan yıkıcılığa dönüşür. Bu anlamda Mtsensk’li Lady Macbeth, bizim Katerina Lvovna İzmaylova, arzunun yıkıcılığa dönüştüğü karakteri temsil eder. Leskov’un insanı dehşette bırakan anlatımı ile hikâyenin sonunda seçtiği “Turna Balığı” da, hem anlatının özünü anlatması bakımından, hem de yarattığı atmosfere uyması bakımından çok güçlü bir imgedir. Açgözlü avcı balık, yamyam balık olarak bilinen Turna Balığı etçil, kendi kardeşlerini yemekle ünlenmiş, yırtıcı bir balıktır.
Arzusunun yıkıcılığında insanlıktan çıkan Katerina, kendisiyle birlikte kocasının ve ailesinin, Sergey ve Sonatka’nın felaketine neden olur. Olayların sonunda beklediği mutluluk ve doyumu sağlayamadığı gibi, her şeyini kaybeder. Anlatının başında işlenen cinayet, sonuna dek devam eder. Kötülüğün kötülüğü ve ölümlerin ölümleri tetiklediği insan hırsı, gözünü kan bürümüş bir halde ortada dolaşarak can alır durmadan. Leskov da hikâyesinde evrensel bir insani duygunun hırsa dönüşmesinin felaket getireceği konusunda insanları uyarır gibidir
İnsan var oldukça arzusu ve hırsları da var olacaktır, önemli olan onların kendisini çözümsüzlüğe sürüklemesine izin vermeyeceği iradeye sahip olup arzuyu yaşama sahip çıkma iradesine dönüştürebilmek, yaşamın güzelliğini hırsa feda etmekten vazgeçebilmektir. Önemli olan, Turna Balığı olmamaktır!
Kaynaklar
*Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin, Metis Yayınları
**Tayyip Çakan, Nikolay Leskov (1831-1895) ve Rusya’da Edebiyat ve İdeoloji, Yüksek Lisans Tezi
***Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i, Nikolay Semyonoviç Leskov, Okuyan Us Yayınevi
Freud, Arzu Dürtü ve Çatışmaları Açığa Çıkarmak, Yason Yayıncılık