Richard Yates herkesin bildiği ama kimsenin okumadığı, eleştirmenlerce sürekli övülmesine rağmen kitapları pek baskı yapmayan, hatta bir ara raflarda bulunamamaya başlayan bir yazar. Vonnegut yere göğe sığdıramıyor, Hare en büyük üç Amerikalı yazardan biri olarak gösteriyor, The Atlantic kendisinden Amerika’nın en hüzünlü, Times ise 20. yüzyılın sezgisi en kuvvetli yazarı diye bahsediyor. ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de en çok, hatta sadece, Revolutionary Road (Bağımsızlık Yolu, çev. Esra Birkan, Yapı Kredi Yayınları, 2017) romanıyla biliniyordu. Kısa süre önce Yalnızlığın On Bir Hali adlı öykü kitabı da Yüz Kitap etiketiyle (çev. Yasemin Akbaş) okurlarla nihayet buluştu. Nihayet, çünkü bu, yine Vonnegut’a göre, “Bir Amerikalı tarafından yazılmış en iyi öykü kitabı.”
Yates, Hemingway ve Fitzgerald’la karşılaştırılmış zamanında. Gerçekten de yalın ve tasarruflu dili ve insanların kendi kişiliklerinden kaynaklanan trajedileriyle bu iki yazarı, özellikle de Fitzgerald’ı biraz andırıyor. Fakat Yates’in trajedileri ve kahramanları Fitzgerald’a göre çok daha ufak ölçekli. New Yorklu alt orta sınıftan insanlara odaklanıyor en çok: Genç gazeteci ve yazarlar, taksi şoförleri, alt düzey ofis çalışanları. Trajediler ise Yates kadar keskin bakışlı olmayan birinin farkına bile varamayacağı kadar sessiz ve içten yaşanıyor. Hayal kırıklıkları ve yalnızlıkla boğuşan, asla başarılı olamayacağı gerçeğiyle yüzleşen, daha doğrusu yüzleşmemek için gerçeği inkâr eden insanlar bunlar. Dışarıdan bakanın asla göremeyeceği yaralar açılıyor, gündelik koşuşturmalarda gizleniyor yenilgiler.
İşte Richard Yates’i o kadar özel yapan da bu inanılmaz güçlü sezgisi ve gözlem gücü, insanların maskelerinin ardına kadar nüfuz eden keskin gözleri ve öznelerine karşı derin sevgisi. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor. İnsanın ayağına dolanan o kibri, gerekeni yapma konusundaki cesaretsizliği, sıradanlığı ve o sıradanlıkla yüzleşmemek için kendini hayaller ve projelerle oyalayanları ve her insanın nasıl da kendi içinde her zaman yalnız olduğunu görüyor ve en yalın ve sade haliyle onu tespit ediyor. Her şeye nüfuz etmiş o ince ve ölçülü hüzün, yalnızlık ve yenilgi duygusu asla peşinizi bırakmıyor. Kahramanlar sadece biraz daha boynu büyük, biraz daha ayaklarını sürükler halde hayatlarına devam ediyorlar. Ama Yates’in ustalığı esas bu noktadan sonra zirveye ulaşıyor.
Öykülerinde olsun, romanlarında olsun, bir noktada kendinizi alamayıp karakterlere tepeden bakmaya, onlara bıyık altından gülmeye başlıyorsunuz. Derken öyle bir sahne yaşanıyor ki sanki sizin kendi hayatınızdan çekip çıkarılmış, başrolünde ya siz ya da çevrenizden birileri var. Bir an kendinizi Yates’in gözünden görüyorsunuz ve utanıyorsunuz. İşte o an kendinizle yüzleşiyorsunuz. Bir türlü cesaret edemeyip atamadığınız adımlar, bir zaman ayırıp uğraşabilsem ah neler yapardım dedirten ardı arkası kesilmeyen projeleriniz, havadan sudan sohbetlerdeki ufak ihanetleriniz, şiddetle birini eleştirirken aslında nasıl kendi zaaflarınızı örtmeye çalıştığınız, kendinizi nasıl zaman zaman –çoğunlukla da sevenlerinizin sizi koruma çabaları yüzünden– dev aynasında gördüğünüz, gece uyumadan önce aklınıza gelince uykunuzu kaçıran ufak günahlarınız ve korkaklıklarınız bir bir gözünüzün önünden geçmeye başlıyor. Sıradanlığınızı hissediyor ve onunla, bir anlığına da olsa, barışmak zorunda kalıyorsunuz. Tabii ki, bu sadece bir an sürüyor ve siz siz olmaya devam ediyorsunuz.
Çevrenizdeki insanlara da başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. O her toplantıda olay çıkaran, uzun uzun öfkeli e-postalar döşeyen komşularınıza, iş arkadaşlarınıza bakışınız değişiveriyor. İnsanların maskelerinin ardını az da olsa görmeye başlıyorsunuz. Yates okumak gerçekten hem başkalarını hem de kendinizi çok daha iyi anlamanızı sağlıyor, empatinizi pekiştiriyor.
Üstelik, Yates tüm bunları yaparken insandan umudunu kesip kapkaranlık bir dünya da çizmiyor. Karakterlerine karşı sevgisini hissedebiliyorsunuz. Onların eksiklik ve zaaflarını bir eleştiriye çevirmiyor. Onları yargılamıyor, olduğu gibi kabul ediyor. New York sokaklarında uzaktan hüzünlü ama sıcak bir gülümsemeyle insanları izlerken canlandırabiliyorsunuz yazarı.
Yazar adeta, “Sen de bizdensin,” diyor okura: Büyük başarılar elde etmen, soylu kahramanlıklara girişmen gerekmez. Yalnızsın, mutsuzsun, kibirlisin, hayal dünyasında yaşıyorsun, her gün ufak yenilgiler tadıyorsun, çelişkiler dolusun ve çok büyük ihtimalle hep sıradan biri olarak kalacaksın; çünkü sen insansın ve insan olmak güzeldir.