Çağdaşlık ve modernizmin ivedi bir şekilde yürüdüğü yerkürede, atladığı yerler de vardı elbet. Zaman Seyyahı da, o yerlerden birinde hızla ilerlemekteydi. Hiçbir varlık, onun kat ettiği yolları kat etmez. Onun çektiği çileleri çekmez ve içinde bulunduğu yalnızlığın kenarından bile geçmek istemez. Dile kolay, ortalama yedi yüz gündür yollardaydı. Kah otostopla, kah bir traktörün arkasında ve şu anda da olduğu gibi ziyadesiyle yaya olarak devam etti yoluna. Sakalları uzadı, saçları birbirine dolandı ve tepesi iyiden iyiye açıldı bu geçen zamanda.
Tahta bir köprüden geçti, altında kurumaya yüz tutmuş bir nehir vardı. Elindeki bilenmiş bıçağı köprünün korkuluklarına vurdu; tak, tak tak ve tak tak… Soldaki korkulukta bulunan ahşap sütunlar, sağdakine oranla daha sıktı, büyük ihtimalle inşaat sırasında artan tahtalardan biri buraya emaneten sıkıştırılmıştı. Köprüyü geçtikten sonra kerpiçten bir ev gördü. Duvarları dökülüyordu. Evin önünde de yaşlı bir adam bekliyordu. Sıcaktan dumanlar çıkıyordu yoldan, yaşlı adamın görüntüsü de dalgalanıyordu dumanların arasında. Zaman Seyyahı yürüdükçe, yere bakan yaşlı adam yavaşça kaldırdı kafasını, tozun dumanın arasında az buz seçilen yüzü iyice netleşti, koca bir kesik vardı sol gözünden dudağına uzanan. Uzun uzun baktı Seyyah’a, biri tarafından gözetlenmek, hoş bir şey değildi o topraklarda. Hangi topraklarda kabul gördüğü de meçhul. Seyyah’ın adımları yavaşladı, yaşlı adamla arasında biraz mesafe bırakarak başını öne eğip, eliyle karnı hizasında dışa doğru yarım daire çizerek selamladı.
“Hoş geldin,” dedi yaşlı adam Seyyah’a. Hoş bulduğunu söyledi Seyyah, yaşlı adama doğru yaklaştı. Uzun uzun baktılar birbirlerine, süzdüler, tanımaya çalıştılar birbirlerini. Beli yüksek bir pantolon giymişti yaşlı adam, mavi bir gömleği vardı, pantolonunun içine sokmuştu. Seyrek saçlarını sağa taramıştı, faulleri gri, diğer yerleri beyazdı saçlarının. Alt çenesinin ortasında tek dişi yoktu.
“Hayrola delikanlı, nedir seni buralara sürükleyen…”
“Zaman Seyyahı’yım ben efendi. Buraya birini bulmaya geldim.””
“Kaç zamandır seferisin? Hangi zamanları gördün?”
“Doğumumdan bugüne kadar olanları belki biraz da daha öncekileri ama topu topu otuz senedir yollardayım.”
Seyyahlık mertebesine ulaşmak kolay değildi. Kimine göre herkes seyyahtı zamanda. Doğduğundan bugüne dek kaç sene görüyordu insan. Sabit bir zamana tıkılıp kalmıyordu kimse. Herkesin delip geçtiği bir duvar vardı, yeni doğmuş ve yol ortasına bırakılmış bir bebek bile büyüyordu öyle ya da böyle. Tabi esas mesele bu değildi. Esas mesele, anımsayabilmekti her bir zamanı. Gezgin olmak gibiydi aynı, seyir defterini aklına kazıyabilmekti. Şehirden şehre giden bir tüccarla gezgini ayıran hudut gibiydi aynı. Biri veresiye defteri tutarken, diğerinin seyir defter vardı. Hatıratını yazardı. Gezmek için gezerdi, para kazanmak için değil. Zaman Seyyahı olmanın da birinci şartı buydu: Göbek bağını keseni de, yolunu kesip canını alan eceli de tanıyıp bilebilmekti son anına kadar.
“Geç. İçeri buyur. Şarap ikram edeyim sana…”
Sade bir evi vardı yaşlı adamın. İsmini sordu Zaman Seyyahı, cevaplamadı. “Bir Seyyah’ın aksine, hiçbir anımı hatırlamam ben, şaraptan galiba,” dedi ve cam bardaklara şarapları doldurdu, bardağını kaldırdı.
“Yalnız,” dedi yaşlı adam, “Bizde cam cama değil, can cana değer.” Bardağı tutan ellerini birbirine değdirdikten sonra şaraplarını içtiler. Üstüne güzel de bir tütün sardılar. O andan sonra dili çözüldü ikisinin de. Şüphesiz ki Seyyah’ın anlatacak daha çok şeyi vardı fakat yaşlı adam da boş değildi.
“İnsanlar bu ölümden niye bu kadar korkarlar anlamıyorum Seyyah. Her bebek kendi rızkıyla doğduğu gibi, ölümünü de getiriyor yanında. Doğmadan ölünmez ya.”
İlk ölüm, ilk hayatla başladı, her hayat bir ölüm sayılırdı aslında. Ölüm, bir kavram değil –somut bir canlıydı. Bir gün karşılaşıp, şimdi değil diye diretip, nihayetinde hay hay diyerek kanatlarının altında uyuyacaktı her varlık.
“Hiç, birini öldürdün mü?” diye sordu Zaman Seyyahı.
“Allah affetsin…”
“Allah affetsin.”
Yaşlı adam aynı soruyu Seyyah’a da sordu ama tek kelime etmedi bu hususta. Bildiği tek şey, ileride birini öldüreceğiydi. Onca yolu gelmesinin nedeni de buydu aslında. Teptiği kilometrelerce yolun haricinde, doğumundan bugüne alıp verdiği her nefeste, kendi dışında, biri daha gidecekti öte tarafa onun vasıtasıyla. Seyyah’ın esas yolculuğu da, buydu aslında. Şaraplarını bitirdikten sonra dışarı çıkıp yanıp kül olmuş köyde yürüdüler. İkisinden başka canlı yoktu, hayat çoktan terk etmişti orayı. Medeniyetse Seyyah’ın beline taktığı bıçağın vidalarında ve giydiği kıyafetlerin dikişlerinde saklıydı. Ay, beyaz yüzünü yaşayanlara gösterirken eve dönme vakitleri gelmişti. Şüphesiz ki insana canlıdan başka hiçbir varlık zarar veremeyecek olsa da bu boşluk ve nefesten yoksunluk tedirgin ediyordu ister istemez.
“Zaman Seyyahı demek… Duymuştum hakkınızda birkaç şey, eskiden, eskiden dediğime bakma çok eskiden buralarda hayat varken, birileri çok sık bahsederdi sizden…” Zaman Seyyahı duraksadı kagir evin mavi boyalı ahşap kapısının önünde.
“Kalacak yerin yoktur senin, evelallah köy boş, kal istediğin yerde ama havası bi’ garip buranın, ürpertiyor insanı…” Yaşlı adam saf insan portresi çizmişti Zaman Seyyahı’nn zihninde. En büyük zaafıydı insanın; her şeyin farkında olduğu halde surete kanıp gardını düşürmek. Seyyah’la yaşlı adamın ilişkisi de bunun gibiydi. Sıcak bir konukseverlik unutturuvermişti hatırladığı her şeyi. Çapkınlığıyla nam salmış güzellere kalbini kaptıran çakı gibi delikanlılar ve gelinlik çağındaki kızlar gibi. Tüm bunlardan öte birkaç mühim özelliği daha vardı Seyyahlar’ın. Bir amaç uğruna çıkarlardı yola, ana ve babalarından geçen bu özellikleri nedensiz değildi. Serüven demişti ataları bu özelliğe. Varoluş sebepleri kısacası… Bu varlığın kaynağını ve akacağı yatağı bulmak bizzat Seyyah’a aitti. Normal bir insanınkinden onlarca kat daha derin hafızalarından aldıkları ilham ile yürümeye başladıkları günden itibaren çıkarlardı serüvenlerine. Bu hafıza, kendinden öncekilere ait olan biteni de kapsamaktaydı elbette. Basit bir örnek vermek gerekirse bir Seyyah; dedesinin yediği bir yumruğu hatırlayabilirdi aynı bölgeye bir yumruk yerse ya da yumruğun sahibini bulabilirse. Tabii hiçbir Seyyah, bir yumruk için düşmezdi yollara şayet o yumruk bir cana mal olmadıysa. Serüvenini tamamlayıncaya dek hayatları devam eder, ta ki amacıyla yüzleşip, muvaffak olunca, ay yüzünü gösterdiği vakit, sükuta ererdi gün doğuncaya dek –varsa- ardından gelecek nesle devredebilmek için bayrağı.
“Bu serüven diyorlar sanırım, nasıl oluyor o?”
“Varsa intikam…”
“Yoksa?”
“Dünyada bu kadar musibet varken, elbet bulunur alınacak bir intikam.”
“Şimdi bu böyle tüm dünyadaki Seyyahlar arasında bir akrabalık var mı?”
“Soy soy… Annem, babam, dedem… Diğerlerini bilemem, muhakkak ki en tepede eski bir ağaç vardır, ondan düşen meyvelerdir Adem ve Havva misali ama sonradan yol ayrımı işte, diğer insanlar gibi…” Yaşlı adam ağzını şapırdata şapırdata Seyyah’ın yanında getirdiği kumanyayı yerken, “Güzel” dedi, yutkundu, “Biliyor musun? Yıllar önce burada bir Seyyah daha vardı, anlayacağın yolu buraya düşen ilk Seyyah sen değilsin. Ama çok önce tabi ben çok gençken, hayat henüz terk etmemişken…” Seyyah hiç tepki vermeden seyretti yaşlı adamı, lokmasını bitirdi, ağzını kazağının koluna sildi:
“O zamanlar salgın hastalık vardı buralarda, ölen ölene… Genci, yaşlısı, erkeği, karısı ne var ne yoksa… İşte Seyyah geldi sonra, buluverdi çözümü… Sıkıntı yeni doğan bebeklerdeymiş… Topladık hepsini yükledik bir römorka götürdük attık hayvan davasından husumetli olduğumuz bir köye…” Kumanyadaki eski kaşarı, ekmeğin arasına koyup koca bir lokma ısırdı, “Sana şeyden sordum akraba mısınız diye… Aşıktım ona, ilk fırsatta ‘gel evlenelim’ diyecektim de işte hastalık falan derken olmadı… Zaten o bebekleri bırakıp döndükten sonra ölüsünü bulduk kadının öğle vakti… Sana ‘Allah affetsin’ demiştim ya hani…” Olay Seyyah’ın ilgisini çekmeye başladı, “İşte onu öldüren karının kafasını kestim, bakma sen af dilediğime, zerre pişmanlık duymuyorum söz aramızda… Bir tepeye çıkmış güneşe bakıyor, battı batacak, öyle mırıldanıyor, günah çıkarıyor haspam… Dayanamadım, aldım elime bıçağı koydum gırtlağına, sonrasını Allah affetsin…”
“Allah affetsin,” dedi Seyyah, “Tabii hastalıklar kesilmedi, bir ben kaldım sağ… Çok denedim gitmeyi, doğduğun büyüdüğün, af edersin aşkını gömdüğün yer, beceremedim.” Buruk bir gülümsemeyle sobaya odun attı. Harlanan ateşin yaktığı odunların çıtırtısı ıssız köyde yankılanırken esen rüzgarın uğultusu ürpertmekteydi canlı, cansız herkesi. Ve Seyyah, bu gece de alamamıştı istediğini, bu gece de bulamamıştı yanında götüreceği kişiyi. Fakat biliyordu yaşlı adamla tesadüfen karşılaşmadığını. Ölü bir köyde canlıya rastlamak olağan bir şey değildi. Ya adresini alacaktı yol arkadaşının ya da bizzat yol arkadaşı olacaktı. Emin olmanın tek bir yolu vardı, o da yaşlı adamın iki dudağının arasında saklıydı. Belki bir saat bekleyecekti, belki bir ömür. Sabır, zamanın olmazsa olmazıydı. Zamansa Seyyahlar’ın ortak atası… Sabredip yaşatan, her yeni gün yeni bir şans tanıyan zamanın akışına sabretmek her Seyyah’ın boynunun borcudur. Dağınık bir rota, dağınık kıyafetler, dağınık saçlar ve dağınık bir serüven… Temeli dağılmış bir hayatı toplamak mı daha mantıklıydı, yıkıp yenisini yapmak mı diye düşündü Seyyah, derken yer çekimine yenik düştü gözkapakları, başka bir sabaha uyanmak üzere.
Annesini gördü rüyasında, Seyyah’ın üstünü bir battaniye gibi örten karnını okşuyordu. Ninni gibi bir şeyler söylüyordu büyülü sesiyle. Rahminin içinde yankılanan sesi işitiyordu Seyyah, daha da altına giriyordu üstünü gerçek manada örten battaniyenin sanki annesinin rahmiymiş gibi.
Seyyahsın sen,
Zamandan başka, yok bir mahkemen
Ateş gibi yakmaktansa
Su gibi ak, doldur bütün çatlakları, besle bereketinle, kudretinle.
Derken değişti dünya kısa bir sürede. Aydınlandı her yer, kararması kısa sürdü. Göğe yükseldi sonbaharda düşen yapraklar gibi uçtu. Gezdi köyü örten kubbede, yaşama tanık oldu. Bir yandan da şimdiki ıssız köyde cirit atan, tüm ifrit ve enkebitlerin sesini duydu. Annesini gördü alevlerin karşısında. Elinde bir meşale, üzerinde küllerle, sanki su gibi olmasını söyleyen o değilmiş gibi… “Benim serüvenim,” dedi, “Bu köyü küle çevirmek, hayatı bu köyden alanların, hayatlarını söndürmek!” Yeniden girdi ana rahmine, bir el onu çıkarttı dışarı, içi bebeklerle dolu bir traktörün römorkuna yükledi. Sonra yeniden alev aldı her yer, “Bebekler!” diye bağırdı annesi, ayağını kapana kıstırmış bir tilkinin çığlığını andırıyordu sesi, “Bebeğim…” Annesinin omuzuna düşmek istedi, rüzgar onu yeniden rahme götürdü. Yine o ninniyi duydu, “İntikamdan uzak dur, kan akmadıkça… Öfkeni kontrol et-“ dediği anda sallandı dünya, tanıdık bir erkek sesi yankılandı odada:
“Hakikat!”
Yaşlı adam, kan çanağı gözlerle karşıladı Seyyah’ı, “Bugün buradan ayrılacağım,” dedi Seyyah çantasında taşıdığı kumanyayı kahvaltı niyetine yerken. O sırada hiç ummadığı bir şey oldu, yaşlı adam hiç beklemediği bir soruyu sordu, “Birini arıyorum demiştin? Kimdi o?”
“Hakikat…” dedi Seyyah, “Hakikat…” diye tekrar etti yaşlı adam, göz bebekleri büyüdü, dökülmüş kaşları çatıldı, seyrelmiş saçları diken diken oldu, “Hakikati duyan kulaklar tıkanır, söyleyen diller susar… Hakikati gören gözler rengini kaybeder, griyi görür sadece… Hakikate varan nefis, her şeyden vazgeçer. Sahiden… Aradığın şey o mu?” Derin bir nefes alıp, karbondioksiti dışarı üflerken başını onaylama manasında bir aşağı, bir yukarı salladı Seyyah. Kumanyayı yarım bırakıp, yola çıktılar. Rüyasında gördüğü yerlerden geçti Seyyah, yaşlı adamla beraber. Küle dönmüş evleri, ahırları gördü. O farkına vardı gördüğünün rüya olmadığını, Seyyah olan annesi bir şeyler anlatmak istiyordu oğluna. Serüveni ağır ağır ortaya çıkıyordu, yaşlı adamı takip etmeye devam etti.
İskeleye varıp bir kayığa bindiler. Rüzgar sert esiyorken eski, kürekli bir kayıkla dalgaların insan boyuna ulaştığı suları geçmek pek de akıl karı değildi doğrusu. Alabora olma korkusuyla geçen yolculuk sonucu soluğu küçük bir adada aldılar. Adada sadece çalı çırpının insan boyuna yaklaştığı bir mezarlık vardı. Bir zamanlar hayatın hüküm sürdüğü köyden daha uzağa kurmuşlardı mezarlığı. Her ne kadar ölümü kovmak isteseler de hayat beyaz bayrağı çoktan çekmişti. Paslanmış demirden kapısının ardında birkaç mermer başlığın dışında, sıklıkla tahtalarla belirlenmişti yatanların yerleri. Geri kalanı ise yığılmıştı toprağın altına. Mezar yerlerinin üstüne basa basa bir tepeye doğru yürüdüler, “Geldik” dedi yaşlı adam, “İşte Hakikat! O güzelim Hakikat, buralarda bir yerlerde yatıyor!”
Kuru ağaçların çıtırtısı, esen rüzgar ve yaşlı adam, her şey durdu aniden, zaman kısa bir mola verdi akışına. Seyyah’sa annesinden hatıra kalan anılardaki o sesin kime ait olduğunu hatırladı.
“Hakikat’i tanıyor musun?” Cümle kurmak için aldığı her nefesten sonra yeniden durdu zaman, gözünün önüne geldi ölen insanlar. Annesinin sesi yankılandı kulaklarında, “Yalan söylüyor o vicdansız, tek Seyyah var burada!”
“Tanımam mı? Seyyah’ı, aşık olduğum kadını öldüren hasta kevaşe…” Zaman yeniden durdu, önce kendi gözünden gördü dünyayı, bir römorkta giderken, sonra düşen yaprağa dönüştü annesini gördü bir tepede:
“Sükuta ermeye hazırım, batan güneşle beraber… Sağ kalırsan şayet duyacaksın sen de bunları, senin de bir serüvenin olacak elbet ama şunu unutma-” derken zaman yeniden akmaya başladı, “Hakikat benim annemdi,” dedi Seyyah, “O da benim gibiydi, diğeri yalan söylemiş size, bütün köye… Sen bu yüzden hayattasın, çünkü benim serüvenim…” Konuşmak, nefes almak güçleşti. İkisinin de şah damarları belirginleşti, bu denli ani durup – akan zamana dayanmak Seyyahlar için bile mümkün değildi. Yeniden gördü annesini, yeniden duydu sesini, “Şunu unutma: İntikamdan uzak dur, kan akmadıkça… Öfkeni kontrol et boğazına bıçak dayanmadıkça…” derken annesinin kesilen boğazından akan kana zaman da eşlik etti.
Rüzgar yeniden estiğinde, Seyyah’ın gözleri bugünü görmeye başladığı anda, yaşlı adam Hakikat’in öldüğü tepede Seyyah’ın da boğazına bıçak dayadı o yaşta bir insandan beklenmeyecek çeviklikte.
“Annemin serüveni, o bebekleri, bizi, buradan gönderip ölüme terk ettiren şarlatanın hükmünü sona erdirmekti… Yapmış da, sen onun sükuta ermesine engel oldun, kanını akıtarak. Benim serüvenim ise,” yaşlı adam bıçağı iyiden iyiye bastırmıştı, tek kelime etmiyordu. Elleri zangır zangır titrerken hırıltılı nefesinin şiddeti artmaktaydı fakat Seyyah boğazına dayanan bıçaktan damlayan kana ve acıya aldırış etmeden belindeki bıçağa davrandı ve yaşlı adamın kaburgalarının ortasındaki boşluğa sapladı. Adem elmasındaki bıçağın baskısı önce arttı, ince bir kesik daha attıktan sonra yavaşça yere yığıldı yaşlı adam.
“Benim serüvenim… Tamamlandı.”
Hakikatle, annesi olan Hakikat’in yattığı yerde yüzleşti Seyyah. Batan güneşle beraber sükuta ermeye hazırdı. Çok değil, kısa bir süre sonra gökyüzünde parlayan bir yıldıza dönüşecekti.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.