[DİKKAT] Bu yazıda, Ahlat Ağacı filmini henüz izlemeyenler için keyif kaçırıcı ipuçları olabilir.
Nuri Bilge Ceylan’ın merakla beklenen filmi Ahlat Ağacı, dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivali’nde yapmasının ardından ülkemizde gösterime girdi. Cannes’da büyük beğeni toplayarak dakikalarca ayakta alkışlanan film, gösterime girdiği ilk haftasonu itibariyle sinemada en çok izlenen Nuri Bilge Ceylan filmi olarak rekor kırdı. Senaryonun oluşmasında, alıştığımız Nuri Bilge Ceylan ve eşi Ebru Ceylan işbirliğinin yanı sıra bu kez Akın Aksu’nun katkısı bulunuyor. Kendisi aynı zamanda filmde oyuncu olarak yer alıyor. Gelecek filmlerde bu başarılı ortaklığın devamı olacak mı merak ediyorum. Gökhan Tiryaki’nin etkileyici görüntü yönetmeliği ve hakkı verilmiş oyunculuklarla üç saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum. DVD’si çıktığında tekrar izlemek istediğim sahnelerle beraber çekim arkası görüntüleri için sabırsızlanıyorum.
Filmin üzerimde yarattığı etki hâlâ sürerken, Ercan Kesal’ın, Bir Zamanlar Anadolu’nun (2011) hazırlık sürecini anlattığı Evvel Zaman (2014) kitabını tekrar açıyorum. Kesal, Bir Zamanlar Anadolu’yu çekerken filmin “mekansız ve zamansız” olmasını amaçladıklarını belirtiyor.
“Günümüzde ve Anadolu’nun ortasında bir bozkır kasabasında yaşananları anlatan filmde, aslında ‘mekansız’ ve ‘zamansız’ bir konumda olacaktık. Dünyanın herhangi bir yerinde ve çok önceden yaşanmış olabileceği gibi, günümüzden çok sonra, bilinmeyen bir başka yerde de aynısının yaşanması kuvvetle muhtemel bir hikâye olmalıydı.” (s.10)
Ahlat Ağacı’nın ise tam olarak günümüz Türkiye’sinin koşullarında geçtiğini görüyorum. Filmi yer aldığı zaman ve mekan bağlamından koparmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerinin arasında toplumsal konularla en çok içe içe geçen filmi olarak ayrışıyor. Ayrıca bu filmin, özellikle Kasaba’nın (1997) ve Mayıs Sıkıntısı’nın (1999) içinde tanımlandığı, “taşra sineması”na ait olmadığını da söyleyebilirim. Çünkü Doğu Demirkol’un canlandırdığı baş karakter Sinan’ın, işsiz bir genç olarak yaşadığı geleceksizlik hissinin ve belirsizlik kaygısının, taşranın sınırlarını aşarak daha geniş kitlelere ulaştığını düşünüyorum.
Üniversiteden mezun olup eve dönen Sinan’ın bir hayali olduğunu görüyoruz, yazdığı kitabı bastırmak. Filmle aynı adı taşıyan kitabın yayınlanması, kurgunun oturduğu ana konuyu oluşturuyor. Film elbette pek çok açıdan ele alınabilir, özellikle sinematografik açıdan değerlendirilmesini sinema eleştirmenlerine bırakıyorum. Genç bir yazar adayı olan Sinan’ın kitabının basım sürecinde yaşadıklarına ve bu bağlamda özellikle babası ile kurduğu ilişkiye odaklanmak istiyorum.
Eve döner dönmez, ailesinin geçim sıkıntısı ve babasının kumar borçlarıyla karşılaşan Sinan, kitabını bastırmasının kolay olmadığını anlıyor. Destek bulmak amacıyla belediye başkanı, iş adamı ve bir yazarla kurduğu iletişimler üzerinden Sinan’ı daha yakından tanımaya başlıyoruz. Kendisine göre nüfuzlu kişilerin karşısında, düşüncelerini sivri bir dille çekinmeden ifade eden, diğerlerinden farklı olduğunu düşünen ve insanları sevmediğini açıkça söyleyen bir genç olduğunu görüyoruz. Yüksek egolu bu davranışlarının altında, yaratmanın verdiği meydan okuma tavrı ve kendinden önce yaratılanlara bir başkaldırı olduğunu söyleyebiliriz. Murat Gülsoy’un (2004) belirttiği üzere “Sanatın özü, her bir egonun diğerlerine karşı hissettiği tiksintinin nasıl alt edildiğiyle bağlantılıdır.” (s.57). Sinan’ın özellikle tanınmış yerel yazar karşısında takındığı eleştirel tavır ve kendini kanıtlama çabası bu görüşle bağdaşıyor.
Bu başkaldırı aynı zamanda babasına karşı bir duruş da içeriyor. Taşrada öğretmenlik yapan ve kalan vaktini köydeki işlerle geçiren babasına dönüşmekten korktuğunu, kendisini babasından ayrıştırmak istediğini anlıyoruz. Babası ne zaman köydeki işlere yardım etmesini istese, gönülsüz olduğunu açıkça belli ediyor, hatta reddediyor.
Sinan’ın kitabının yayımlanması, farklı olduğunu düşündüğü fikirlerinin kabul görmesi ve daha çok kişi tarafından görünür olması anlamına geliyor. Yalnızca Sinan için değil yazdıkları ilk kez yayımlanacaklar için geçerli olan bu durumu, Murat Gülsoy (2004) şöyle açıklıyor:
“Bir yayıncının yazdıklarınızı yayımlamayı kabul etmesi metinlerinizin edebiyat sınıfına dahil olduğunun ilk göstergesidir. Yayımlanmak, onaylanmak demektir. Toplumsal olarak tanımlanmış otorite merkezlerinden birinin metinlerinizi edebiyat olarak tescil etmesi sizi utançtan kurtaracaktır.”(s.51).
Ahlat Ağacı kitabını sonunda bastıran Sinan, kitabını önce annesi için imzalayarak heyecanını onunla paylaşıyor. İçeriğinden bağımsız olarak, oğlunun bir kitap yazması bile annesinin gözünde başlı başına bir onaylanma anlamına geliyor. Annesi bu kitabı çocukluğunda oğlunun hareketlerini tuhaf bulanlara, deli diyenlere bir cevap niteliğinde görüyor. Sinan ise “Bakalım kitap beğenilecek mi, belki itiraz edenler, dava açanlar olacaktır,” diyerek, adeta kendince meydan okuyuşuna bir muhatap arıyor. Böylece görüşlerinin ciddiye alındığını kendine kanıtlamayı umuyor.
Anne oğulun uzunca süren bu diyalogunu çok gerçekçi ve anlamlı buldum. Kitabının basıldığını henüz söylemeden önce, annesine “Sen de babam gibi sorumsuz bir adamla evlenmeseydin,” diyebilecek kadar ukala çıkışlar yapan genç adam, sevincini paylaşırken bir o kadar tutuk davranıyor. Duygu durumundaki bu hızlı geçiş hoşuma gidiyor. Sinan başkalarına karşı fikirlerini cesaretle savunduğu halde, en yakınlarına kendini ifade etmekte zorlanıyor. Annesi ise yaşadığı bunca sıkıntıya rağmen “Herkes paradan puldan bahsederken, çok güzel konuşan, kırların, çayırların renginden, kuzulardan bahseden babası ile evlendiği için pişman olmadığını, yine olsa yine evleneceğini,” söyleyerek tercihini gururla dile getiriyor. Bu söylemdeki, gençliğinde doğaya dair güzel cümleleri olan baba figürü, bize Sinan’ın yazma niyetiyle ilgili ipucu veriyor. Ahlat Ağacı kitabını yazarken, babasının çocukluğunda anlattığı öyküden esinlendiğini öğrenince taşlar yerine oturuyor. İnsan neyi yazmak ister diye düşündürüyor.
Tristram Shandy kitabının önsözünde, Orhan Pamuk neden roman yazıldığını şöyle açıklıyor (Pamuk’tan alıntılayan, Gülsoy, 2014, s.59):
“Bütün büyük romanlar zaten bildiğimiz, ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğimiz gerçekleri göstermek için yazılır.”
Böylece Sinan’ın içten içe benzemekten korktuğu babasının özündeki değerleri anladığını ve bu gerçekleri onu küçümseyenlere karşı gösterebilmek için yazdığını söyleyebiliriz. Her ne kadar, annesini dile getirirken eleştirmiş olsa da, babasının içinde gördüğü iyilik ve hoşlukta, annesiyle aynı noktada buluştuklarını düşünüyorum.
Peki yazmak ve kabul görüp yazdıklarını yayımlatmak bir yazar için yeterli midir? Elbette önemli olan yazılanların anlaşılmasıdır. Aradan geçen zamanın ardından Sinan, kitabının bir alıcısı bile olmadığı hatta annesi ve kardeşi tarafından bile okunmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor. Ahlat Ağacı’nın esin kaynağı olan babası ise kitabı okuyan tek kişi oluyor. Okuyan, anlayan ve beğenen tek kişi diyebiliriz. Annesine imzaladığı kapakta “Sadece senin için ve senin sayende,” demiş olmasına rağmen -annesinin katkısını yadsımadan- aynı notu babasına ithaf ederek okumanın mümkün olduğunu düşünüyorum.
Son sahnede, babasının bile su çıkarma iddiasını kaybettiği kuyunun dibini kazarken gördüğümüz Sinan’ın halini neye yormalıyız? Çaresizliğe mi, kabullenişe mi yoksa umuda mı? Benim yorumum; Sinan’ı kuyunun dibine indiren şey, yazdıklarıyla babasının beğenisini ve sevgisini kazanmasında ve anlaşıldığını düşünmesinde saklı. Egosu aşağıya inen Sinan’ın, önceden küçümsediği ve reddettiği işleri yapmakta artık bir sakınca görmediğini ve yazdıklarına değer veren babasının mücadelesine katkıda bulunmaktan çekinmediğini anlıyorum. Kitap, Sinan’ın beklediği etkiyi yaratmasa da babasıyla uzlaşmaya varmasını sağlıyor.
İçerdiği bu kadar yerel öğeye rağmen, Ahlat Ağacı’nın uluslararası boyutta beğeni ve değer bulmasının altında, baba oğul ilişkisinin ve sanatsal içerik yaratmanın verdiği hislerin evrenselliği olduğunu düşünüyorum.
REFERANSLAR
Gülsoy, M. (2004) Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları, İstanbul: Can.
Kesal, E. (2014). Evvel Zaman, İstanbul: İthaki
Elçin Yıldızbayrak 1988 yılında İstanbul’da doğdu. 2010 yılında Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Özel bir şirkette Bilgi Teknolojileri alanında çalışmaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ve okumaya olan heyecanını sürdürdü. Okuduğu kitaplar ve izlediği filmler üzerine yazdığı bir blogu ve hikaye çalışmaları var. Halk oyunları oynamakta ve fırsat buldukça seyahat etmektedir.