Ersan Üldes ile modernist romanlara duyduğu ilgiden yola çıkarak düşünce ve izlenimlerin derinleşmesinden doğan kitabı Modern Meram ’ı konuştuk.
Ersan Üldes, Büyük Romanları Okumak alt başlığı ile yazdığı Modern Meram’da “büyük” romanların neden “büyük” roman olduğunu, bunun aslında ne anlama geldiğini, yazar ve eseri arasındaki mesafeyi modernist romanlara duyduğu ilgiden yola çıkarak aktarıyor. “Kimsenin yeni bir şey keşfedesi yok,” diyen Üldes, kurmaca dışı bu eserde, öğrenilmiş algıları da sarsıyor. Bir de şöyle diyor: “‘İyi’ romanlar yazılıyor, merak etmeyin. En azından ben karşılaşıyor, okuyorum.” Keyifli okumalar…
—Röportaj: Damla Karakuş
Modern Meram ‘ın Yazarı Ersan Üldes:
“Okur merak eder, yazar da o merakı kaşıyıp durur.”
Ersan Bey, merhaba! Yeni kitabınızla karşımızdasınız. Modern Meram nasıl ortaya çıktı?
Modernist romanlara hep ilgi duydum. Onların uzun yıllar düşünülmüş ve fazlaca emek verilmiş yapıtlar olmasını, roman sanatına verilen bir değer olarak gördüm. Ancak aynı zamanda bu değerin doğru değerlendirilmediği, aşkınlaştırıldığı ve imgelerin gölgesinde heba edildiği yönünde bazı düşünce ve izlenimlere de sahiptim. Modern Meram, işte bu düşünce ve izlenimlerin derinleşmesinden doğdu, diyebilirim.
Yazım süreci nasıl geçti?
Çalışma, uzun yıllara yayıldı tabii. Söz konusu romanları yeniden okumak ve onlar üstüne yazılmış kuramsal incelemelere dalmak işin en zevkli kısmıydı. Sonrası biraz sancılı ve yorucu oldu. Fakat yine de pişman değilim. Sonuçtan memnunum.
“‘Büyük’ Romanların Yol Açtığı Ayrışma” başlığıyla başlıyor Modern Meram. Gözümüzün önünde apaçık duran, ancak bizim kaçırdığımız en önemli ayrışma nedir?
Bu ayrışma, evet, sizin de belirttiğiniz gibi gözümüzün önünde aslında. Fakat ne yazık ki yalnızca metne bakanların gözünün önünde. Bugün imgelerden, mitlerden, biyografilerden başını kaldırıp da metne yoğunlaşmak o kadar zor ki, doğallıkla bu ayrışmayı görmek de zorlaşıyor. Tek bir alanda değil, birçok alanda kırılma yaratan modernist roman, kendisinden önceki bir akıma ya da o akımın kullandığı bir forma yönelik bir muhalefet olarak algılanmamalı sadece. Form ilkesine karşı toptan bir muhalefettir modernizm ve kendisinden önceki bütün yapıları, neredeyse her anlamda yaya bırakmak uğraşındadır.
Modernist romanla birlikte, hikâye aktarma şekillerinin bütünü tepetaklak olur, karakter kendi bilinci içine çekilir, zaman kavramı gerçek zaman kavramından ayrışır, dil soğur ve katılaşır ve gerçeklik farklı boyutlarıyla tartışılır hâle gelir. Bunlar da az şey değil. Tabii bu arada, “hikâye biter,” diyoruz ama hemen düzelterek söyleyelim, “bitmesi gerekir.” Evet bitmesi gerekirdi, fakat bitmedi. Çünkü insanlık hikâye tüketmeyi hep sevdi ve bundan sonra da sevmeye devam edecekmiş gibi görünüyor. Roman sanatı, modernizm ile birlikte hikâyeyi terk etse de romanın bir hikâye ya da olay aktarma sanatı olduğunu düşünenler harıl harıl yazmaya devam ediyorlar. Edecekler.
“Bir romanı anlamak mümkün mü?” sorusunun peşinde misiniz?
Hayır, değilim. En azından şunu söyleyebilirim; bir romanı “anlamak” dendiğinde ben, yaygın anlayışın dışında bir şey anlıyorum. Sıradan bir okur davranışı olarak olayları ve karakterleri bütünüyle kavramaya çalışmak bir anlama çabası mıdır? Okur merak eder, yazar da o merakı kaşıyıp durur. Bu davranış, bütün çoksatarlarda, özellikle de polisiyelerde sonuna kadar sömürülür. Bence bir romanı anlamak, bütün bunların dışında, bir zevk alma meselesidir. Olay takibi, içselleştirme, özdeşleşme ya da bunlar gibi tarih öncesi güdülerden bağımsız bir romanı okumaktan zevk almak, daha doğru anlamaktır bana kalırsa. Proust’un devasa eserini kaç defa okudum, hangi karakter nerede ne yapıyor, hâlâ bilmiyorum. Ama şunu da biliyorum ki bilmek zorunda değilim. Canım çektiğinde, rastgele bir yerinden açar büyük bir zevkle okurum. Aynı soruyu bir eleştirmen olarak yanıtlarsam da yanıtım çok fazla değişmez. O romanın tarihsel olarak nerede durduğuna, sanatsal alanda ne yapmaya çalıştığına kafa yormak, yarattığı varoluşsal keşiflerin ve varsa mizahının keyfini çıkarmak, gerçek bir anlama çabasıdır benim için.
“Modernist romanlar, postmodern teori için, olumsuz anlamda da olsa, her zaman “büyük” kitaplar olarak kalacaklar.”
“Büyük Roman” ne demek? Yani şunu demek istiyorum, bir romanın büyük roman olduğunu belirleyen koşullar nedir? Bu koşullar geçmişten günümüze ne gibi farklılıklar gösterdi?
Aslında çok tercih ettiğim bir tabir değil. Sıfatı özellikle tırnak içinde kullanmamın sebebi de bu. Postmodernist teorinin, kendini modernizm karşıtlığı üzerinden tanımlarken sık sık başvurduğu bir argüman var: “Büyük anlatı.” Bu tabir, özellikle Lyotard ile birlikte, postmodern teoride vazgeçilmez bir dayanak olarak yerini alır ve modernist metinleri olumsuz bakışla yargılamaya yarar. İlk planda bu bakış çerçevesinde, bir başka deyişle postmodernin objektifinden bakarak ve bu çalışma özelinde “büyük” sıfatını kullandım. Ama çoğunlukla biz, aynı zamanda “iyi” olduğunu düşündüğümüz, klasik olmuş, tarihe kalmış kitapları da bu sıfatla niteleriz. Bir üçüncü “büyük” de, biraz tuhaf bir kullanım olmakla birlikte, fiziksel/hacimsel olarak büyük, yani çok sayfalı kitaplar için söylenegelen şekilsel tanımlamadır.
Bu üç kullanım, elbette birbirinden çok farklı, fakat ilginç olan şu ki, modernist romanların neredeyse tamamı her üç anlamda da büyük (hem postmodern bakışla makro hem iyi hem de hacimsel olarak dev gibi) kitaplar kategorisinde değerlendirilebilir eserler; o yüzden, Kayıp Zamanın İzinde, Ulysses, Şato, Mrs. Dalloway, Ses ve Öfke, Niteliksiz Adam, Vergilius’un Ölümü gibi modernist romanları tanımlarken, topluca “büyük” sıfatını kullanmakta sakınca görmedim. Değişen koşullarla birlikte, yalnızca “iyi” dediğimiz “büyük” kitapların belirlenmesinde bir kriter değişikliği olabilir. Çünkü modernist romanlar, postmodern teori için, olumsuz anlamda da olsa, her zaman “büyük” kitaplar olarak kalacaklar.
Modern Meram ‘da şöyle bir şey söylüyorsunuz: “… simgelere boğulmadan ve okuma zevkinden de feragat etmeden ‘büyük’ romanlara yaklaşabiliriz.” Bazen bahsi geçen “büyük” romanlar, okur için bir korku duvarı. Çoğu zaman entelektüellik göstergesi. Peki o duvarı aşmak için öneriniz nedir?
Evet, bunlar genelde “zor” görülen ve korkulan romanlar. Şüphe yok ki bu romanlar okurdan biraz çaba istiyor. Ama ben yıkılmayacak denli güçlü bir korku duvarının varlığına inanmıyorum. Biraz çaba isteyen metinlere karşı, sıradan okur her zaman, Musil’in tabiriyle “güvenmediği bir ameliyata girmiş” gibi hisseder, bu doğaldır. Okurları ameliyata ikna etmek için bu kitabı yazdım, ama bu romanların kolay olduğunu da iddia etmiyorum. Sadece, emek veren sonucunu alacaktır, diyorum. Biraz çaba harcayan için çok eğlenceli romanlar olduğunu, yer yer örnekler vererek ispatlamaya çalıştım.
Sizin bir okur olarak “Büyük” romanınız hangisi, yazarınız kim?
Kastınızın “iyi” roman olduğunu hesaba katar ve mutlaka cevaplamak durumunda kalırsam Niteliksiz Adam, derim. Ve Musil. Onun mizah tarzı hâlâ biricik, bu alanda yanına yaklaşan bile olmadı. Ama roman tekniği olarak aşıldığını düşünüyorum. Ya da en azından aşılması gerektiğini.
2011’de Avrupa’nın En İyi Kurgu Kitapları Antolojisi’ne seçildiniz. Özel bir alanda ülkesini temsil eden bir yazar olmak nasıl hissettiriyor? Ya da sanırım size şöyle sormalıyım: Nasıl hissetmeli? Tabii bunun yanında ödülleriniz de var. Ödüllü bir yazar olmanın yüklediği bir sorumluluk var mı ya da olmalı mı? Bu konudaki düşünceleriniz neler?
Zafiyet Kuramı adlı romanım bu seçkiye girdi, sevindim. Ama öncelikle mizahi ve eleştirel yanıyla değer bulduğu için ve bunun sonucunda Enrique Vila-Matas, Alek Popov, Olga Tokarzcuk ve László Krasznahorkai gibi yazarlarla aynı seçkide yer aldığım için sevindim. İlk romanımı yayınlayabilmek içinse ödüle göndermek zorundaydım. Çünkü başka bir şansım, bir tanıdığım yoktu. Bunun dışında ödüller beni fazla ilgilendirmiyor, kimseyi de ilgilendirmesin isterim. Ödüllerin misyonu, en fazla yeni kitaplar keşfetmek ya da kıyıda köşede kalmış iyi metinlerin daha geniş kitlelerce görülmesini sağlamak olabilir. Ama ne yazık ki işler öyle yürümüyor, kimsenin yeni bir şey keşfedesi yok.
“Kundera’nın dikkat çektiği gibi, mizah ölürse roman sanatı da ölecek.”
“Büyük” romanları okumak alt başlıklı bir kitap yazdınız. Peki, bu “büyük” romanların yazılması konusunda neler düşünüyorsunuz? Ortaya konulduğu dönemler, onları yazan yazarlar, özellikle gündeme geldiği zaman dilimleri… Bu işin matematiğinde neler var?
“Büyük” romanlar dediğimiz modernist eserlerin çoğu, bütün edebi kaygıları dışarıda bırakarak söylersek, modernitenin, dolayısıyla ulus devletler döneminin vaatlerinin karşısına dikilmiş yapıtlardır. En genel bakışla ulusal bilinç, ulusal kültür gibi sloganlarla dolaşıma sokulan bir kalkınma hamlesi olarak görebileceğimiz modernitenin siyasal biçimi olan ulus; gelenek, görenek ve imtiyazların yerine geçen ve aklın ilkelerini sözde temel alan yasalar eliyle yapılandırılmış bir bütünlüktür. Bu bütünlüğü de en iyi şekilde temsil etmesi gereken toplumdur. Modernist romancıların daha bireysel bir tavır takınmaları, toplum, devlet, bürokrasi ve kurumlar karşısında kalan aciz bireyin dramını ve aynı anda gülünçlüğünü öne çıkarmaları da modernite alerjisi yüzündendir. Proust burjuvazi içindeki bireyi, Kafka bürokrasi karşısındaki bireyi, Musil yasalar altındaki bireyi, Svevo toplum kıskacındaki bireyi anlatır, en genel hatlarıyla. Evet, görüldüğü gibi ve her şeyde olduğu gibi, bu işte de bir matematik var ve dönemin ilgi çeken “konu”ları etrafında roman yetiştirmek, bu denklemin bir parçası değil.
Eserlerinizin ortak özelliği nedir? Hangi amaçla yazıyorsunuz?
Şunu yeni fark ettim; bütün romanlarım bir apartman dairesinde geçiyor. Bunu fark ettiğimde çok şaşırdım. Nasıl ki en iyi tanıdığım kesim yazarlarsa en iyi tanıdığım yer de apartman dairesi demek ki. Oturup cenneti yazamam, çünkü bilmiyorum. Ortak yön olarak, bütün romanlarımın mizahi bir bakışa sahip olduğunu söyleyebilirim. Kundera’nın dikkat çektiği gibi, mizah ölürse, roman sanatı da ölecek. Buna ben de samimiyetle inanıyorum.
Roman yazmanın incelikleri sizce nedir? Buna ek olarak Ersan Üldes’in yazma rutini, çalışma prensibini de sorabilir miyim?
Televizyona dizi yazmanın mutlaka bazı incelikleri vardır, reklam yazmanın da incelikleri olur ve bunlar önemlidir. Ama roman söz konusu olduğunda, oturup da bu tür incelikleri konuşmak, sanki mesele bu incelikleri havada kapıp uygulamaktan ibaretmiş gibi algılanabilir. Bu da asıl meseleyi ötelemekten başka işe yaramaz. Zira roman, bir incelikten ziyade, yoğun emek isteyen, bolca muhakeme gerektiren bir uğraştır. İnsanlar beğensin diye roman yazılmaz mesela, duygulanıp da roman yazılmaz, başından geçen bir şeyi anlatmak aşkıyla da roman yazılmaz. Roman, bir sanat türü olarak, örnekleri, tarihi ve devrimleriyle önümüzde duruyor. Bu disipline eğilmekten başka yapacak bir şey yok. Çalışma prensibime gelirsek; profesyonelce bir yazma rutinim olmadı hiçbir zaman, olamadı, okuyabildiğim zaman okuyor, yazabildiğim zaman da yazıyorum.
Geçmişten bugüne bir değerlendirme yaparsak; insanın yaratıcılığı ve hayal gücü bir yerden sonra yeni eserlerin ortaya çıkmasına izin vermiyor mu? Klasiklerden sonra “büyük” romanlar okumak mümkün değil mi? Üzerinden yıllar geçince bugünkü yazılanların da birer klasik olarak anılması sizce ne kadar mümkün? Nostalji ve klasik arasında ince bir çizgi mi var?
Genelde duyduğumuz şikâyet şöyle: “Eskisi gibi iyi romanlar yazılmıyor artık.” “İyi” romanlar yazılıyor, merak etmeyin. En azından ben karşılaşıyor, okuyorum. Ama bunlar “eskisi gibi” değil. Eskisi gibi olursa zaten “iyi” olmaz. Genel olarak okurların alıştıkları yapılarda olmayabilirler ama Türkiye’de de dünyada da çok iyi romanlar yazılıyor. Ama yine Musil’in aynı tabiriyle söylersek, okurlar bu romanlarla karşılaştıklarında “güvenmedikleri bir ameliyata girmiş gibi” hissediyorlar. Bunun sebebi yine kısırlık. Tabii sonra da tembellik. Genel olarak okurlar, onları yoracak, dolayısıyla onları şüpheye düşürecek, güvenlerini kıracak ve eksik hissettirecek metinlerden kaçmayı tercih ediyorlar. Çünkü güven eksikliği çağımızda bir hastalık olarak görülüyor. Mantığı, kişiyi geliştirmemek üzerine kurulu kişisel gelişim kitaplarının, aynı mantıkla yazılmış ıslah ve aşk romanlarının yoğun ilgi görmesi de bu yüzden. Sonuç olarak, iyi romanlar var. Göz önünde değiller, evet, çünkü pazarlamaya hiç yatkın değiller. Göçmen sorunlarını, azınlık meselelerini ya da cinsel kimlikleri kolay pazarlanır formda konu etmemiş ve gerçek hayat ya da tarihi gerçeklik gibi bir iddiası olmayan romanların, işi gerçekten çok zor. Ama görenler görüyor.
Bunca zaman çok sayıda biyografi yazmış olsam da iş kendimden bahsetmeye gelince, yanakları al al olan küçük bir kız çocuğuyum. İçimdeki kırmızı balonu her gün gezintiye çıkarıp bulutlara gönderiyor, sonra bana geri dönmesini bekliyorum; aslında hepimiz gibi. Ben sadece o dönene dek yazıyorum… Daha ayakları yere basan cümleler kurmam gerekirse: Merhaba, ben Damla Karakuş. 1 Eylül 1990 doğumluyum. Mühendislik diplomamdan uçak yaptığımdan beri sadece yazıyor ve bazen de resim yapıyorum. Hayatta en çok hayvanları, ağaçları, çiçekleri ve bulutları seviyorum.