Burhan Sönmez’in yeni kitabı Labirent İletişim Yayınları’ndan çıktı. İntihar girişimi sonucu hafızasını kaybeden genç bir müzisyeni konu alan roman; okuyucuyu zaman, kimlik, bellek kavramları arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Geçmişini yeniden inşa etmeye çalışan Boratin’e, İstanbul Boğazı, Galata ve Beyoğlu’nun sokakları ile Haydarpaşa Garı eşlik ediyor. Böylece hem geçtiği mekânların görselliği hem sorgulattığı kavramların derinliği açısından karşımıza zengin bir roman çıkıyor. Mevsimlerin, kıtaların ve zamanın ortasında asılı kalan Boratin; çarkları şaşmayan saatlerin, geçmişi içine hapsedip şimdiyi yansıtan aynaların ve bir görünüp bir yiten deniz fenerlerinin yarattığı büyülü atmosfer içinde giderek kayboluyor. Bu çok katmanlı romanı, pek çok bakımdan ele almak mümkün iken, beni en çok etkileyen unutmak, hatırlamak ve bellek kavramlarına odaklanmak istiyorum.
Labirent, geçmiş zamanların yüceltilmesini ve kıymetli bulunmasını şu şekilde ifade ediyor:
“Hayatta da, eski zaman önemli. Bugün değil dün değerli, ondan önceki gün daha da değerli.” (s.28)
Yalnızca yaşını almış kuşaklara özgü kalmayarak, gençler arasında bile giderek daha çok kabul gören nostalji hissinin altında ne olduğunu düşünüyorum. Hafıza çalışmalarının önde gelen ismi Halbwachs (1925-2016) anılarımızın zamanla değiştiğini belirtiyor:
“İçinde yaşadığımız an içinde toplum bize belki sadece pek çekici olmayan yönlerini gösterir; izlenimimiz ancak zaman içinde, düşünme ve anıyla değişir.” (s.149)
Bu görüşe göre, zaman içinde, geçmişi hoşlanmadıklarımızdan özgürleştirerek yeniden kurgulamak ve şeklini değiştirmek mümkün oluyor. Böylece geçmişin bize kalan parçaları daha benimsenen, sevilen hale geliyor ve nostalji duygumuz pekişiyor. Herkes geçmişini yeniden kurgulayıp, istediği ölçüde hatırlamakta özgür iken, bunu yapamayan Boratin’e arkadaşları bir geçmiş vermeye çalışıyor. Eskiden başarılı bir müzisyen ve sevilen bir dost olduğunu dinleyen Boratin’in aklı karışınca arkadaşının sözlerini hatırlıyor:
“Geçmiş ile tarih arasında fark var. Herkes sana bir geçmiş vermeye çalışırken aslında bir tarih verir. İlkinde her şey canlı, ikincisinde ölüdür.” (s.112)
Halbwachs’un aşağıdaki açıklamasıyla beraber, buradaki ölünün anlamının toplumun artık geçerli olmayan dinamiklerinden geldiğini anlıyorum:
“…artık var olmadıklarını hatırladığımız ya da az çok bizden uzaklaşmış olarak hatırladığımız insanların gözümüzün önüne yalnızca ölü bir toplumu, her halükârda kurallarının çoğu, zaman aşımına uğramış olacak denli şu an içinde yaşadığımız toplumdan farklı olan bir toplumu getirmesidir… Sonuçta geçmişteki toplumun en acı verici yönleri unutulur… Ama zihnin, anılarını toplumun baskısı altında yeniden oluşturduğuna inanıyoruz.” (s.148)
Geçmişte yaşanmış ve sona ermiş baskıları, bugünün gözlüğü ile bakıp hatırlarken eksiltip hafifletebiliyoruz. Ancak diğer yandan anılarımızın da baskılar sayesinde şekillendiğini anlıyoruz. Böylece Boratin’in onu intihara en çok sürükleyen nedeni hatırlamak istemesi anlam kazanıyor. Geçmişte üzerinde baskı yaratan her ne ise bunu hatırlayınca belki de diğer anılarına kavuşması mümkün olan Boratin şöyle diyor:
“Ben bununla yetinebilirim. Bu kente ve kendime alışabilirim. Boş bir bellekle yaşayabilirim. Bu kadar. Bir tek şunu öğrenmek isterdim: Uğuruna ölünecek ne vardı hayatta?” (s.100).
Nostaljinin güzelliğine geri dönecek olursak; Halbwachs, hatırlamak istemediğimiz yönlerine rağmen geçmişi değerli yapanın, bu acılara katlanma hissimiz olduğuna işaret ediyor:
“Ancak, ona acıyla katlandığımızı hatırladığımız bu uzak hatıralar dünyası, buradan geçip gitmiş olanlar ve kendisinin en güzel parçasını bu dünyada bırakmış olanlar için bile yine de anlaşılmaz bir çekim gücü içermektedir.” (s.144)
Acılara katlanmak için ise sabra ihtiyaç olduğu vurgulanıyor. Sabretmesine dair öğütlenmekten sıkılan Boratin’in söylediği gibi:
“Sabret, yeter. Ablam da sabır diyor. Bu sözcük başka dillerde de bu kadar çok kullanılıyor mu?” (s.107)
Hatta sadece başka dillerde değil, başka dinlerde de acılara sabretmenin önemli bir yeri var. Tıpkı Boratin’in evinde önceki ev sahibinden kalan İsa ile Meryem biblosunun anlatmaya çalıştığı gibi. Eşyalara bakarak geçmişi anlamlandırmaya çalışan Boratin sorguluyor:
“İki bin yıl önceki bir çarmıhın acısı neden bugün de sürüyor?” (s.112).
“Evsahibemin mermer bibloyu neden yanında götürmediğini merak ediyorum… Yaşlı kadının onlara inanması, İsa ile Meryem’in acısını azaltmadı.” (s.77).
Acıyı azaltmanın tersine, inanmanın, İsa ile Meryem’in acısının kuşaklar boyu devamlılığını sağladığını ve toplumsal belleğin bu baskılar sayesinde şekillendiğini düşünüyorum.
Diğer yandan toplumsal belleği mekândan ayrı değerlendiremeyiz. Öncelikle iç mekâna bakacak olursak, Boratin eşyalarının yeri hiç değişmeyen evinde kendini iyi hissediyor:
“Ben akşamları hep evde olurum, ilk kez dışarı çıkmak tuhaf geldi. Kendimi bu salonda güvende hissediyorum… Evin hep aynı düzende Boratin. Buraya gelen, her şeyi her zaman yerli yerinde bulur. Kim bilir kaç kuşaktır yerinden kıpırdamayan koltuklar, dolaplar, tablolar.” (s.69).
İç mekândaki kalıcılığın ve süreğenliğin insanı rahatlatması gibi, toplumsal belleğimizde de simge haline gelmiş mekânların sürekliliği, geleceğe dair güvenimizi tazeliyor. Toplumsal mekanların sürekliliğin sekteye uğramasıyla, geçmiş ve gelecek arasında kurduğumuz bağlar zedeleniyor diye düşünüyorum. Uzunca zamandır görmediği ablasını ziyaret etmek üzere Haydarpaşa Garı’na giden Boratin’in, garın işlevsiz hale geldiğini görünce sarsılması gibi. Oysa bu yolculuğu gerçekleştirebilseydi, belki anılarını yerli yerine getirip, geçmişine kavuşabilecekti.
Anılarını tamamlayamasa da, garda kalakalmış halde beklerken, gözlerini yeniden açtığından bu yana yağmuru hiç görmeyen ve merak eden Boratin’in yüzüne bir damla düşmesi içimi bir nebze rahatlatıyor. Zamana dair bunca vurgunun ardından romanın yağmur ile sonlanması, bana ister istemez, Before the Rain-Yağmurdan Önce filmini çağrıştırıyor. Milcho Manchevski’nin bol ödüllü filminin unutulmaz dizelerine bir gönderme olabileceğini düşünüyorum.
“Time never dies. The circle is not round”
Zaman asla ölmez. Çember yuvarlak değildir, anlamına gelen bu dizeler zamanın doğrusal olarak ilerlemediğini, kırılmalar ve kopmalar yaşandığını anlatıyordu. Kim bilir, Boratin eski hayatının son gecesinde yine taksiyle Haydarpaşa Garı’na gitmekteyken, vazgeçip Boğaz Köprüsü’nden atlamış olabilir miydi? Böylece geçmişiyle ilişki kuramamasına rağmen, farkında olmadan başlangıç noktasına, bir başka benlikte dönmüş olabilir miydi?
Yayımlanmasının hemen ardından okuduğum Labirent’in bana bugün sorgulattığı yukarıdaki kavramların yanı sıra, gelecek bir zamanda artık farklı bir benlikteyken, yeniden elime aldığımda, bambaşka anlamlar bulabileceğim derinlikte olması, şimdiden keyif veriyor.
REFERANSLAR
Sönmez, B. (2018). Labirent, İstanbul: İletişim Yayınları
Halbwachs, M. (2016) Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri. Büşra Uçar (Çev.). Ankara: Heretik.
Elçin Yıldızbayrak 1988 yılında İstanbul’da doğdu. 2010 yılında Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Özel bir şirkette Bilgi Teknolojileri alanında çalışmaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ve okumaya olan heyecanını sürdürdü. Okuduğu kitaplar ve izlediği filmler üzerine yazdığı bir blogu ve hikaye çalışmaları var. Halk oyunları oynamakta ve fırsat buldukça seyahat etmektedir.