Tanıtım bülteninden: Varlık Eylül dosyası yoganın, yoga pratiğinin, yoga yoluna girişin anlamını; beden ve ruh ikiliği karşısında üstlendiği rolü konu ediniyor. Çağımız hem zihinlerin hem de bedenlerin kapitalist denetim ilişkilerinin odağı olduğu bir çağ. Ruhu besleyecek kültürel ürünler ruhu fakirleştiriyor, yaşam kazanmak için yapılan işler ruhu da bedeni de kötürümleştiriyor. Kentin kentli için yaşanamaz hale geldiği bir çağda, ilişkiler derinlik yoksunluğu çekiyor, günlük yaşamın koşuşturmacası insan yaşamının içine düştüğü boşluğu körüklüyor.
Julia Kristeva Ruhun Yeni Hastalıkları kitabında çağımız insanının temel sorununun bir ruh eksikliği çekmesi olduğunu yazmıştı. Modern insanın psişik aygıtının bozulmasından mustarip olduğuna dikkati çekmişti. Biliyoruz ki çağımızda inanç sistemleri radikalleşerek insana faniyken elde edemediği mutluluğu öte dünyada bulmayı öneriyor. Zihinler katılaşıyor, bedenler dinî savaş aygıtlarına dönüşüyor. İnsan kendi türünden diğerlerinin varlığına tahammül edemez hale geliyor.
Bu saptamaların ışığında Varlık Eylül dosyasının ilk yazısı Yeşim Ceren Çapraz’a ait. “Yogayı Spinoza ile Düşünmek” başlıklı yazı nasıl olup da maddi ve sınırlı bir beden, maddeden bağımsız esnek bir zihin üzerinde etkili olabilir, zihin ve beden uyumunu yoga ile sağlamak mümkün mü gibi sorulara cevap arıyor. Yazıda önce Descartesçı beden ve zihin ayrılığı ele alınıyor, ardından yoga öğretisinin beden kavrayışı Spinoza’nın bedene dair düşüncesiyle birlikte tartışılıyor.
Dosyanın ikinci yazısı birçok Türk filminin ve televizyon dizisinin senaristi ve yoga eğitmeni Gül Dirican’ın. “Zaten Öyledir” başlıklı yazısında Dirican kendisini yoga pratiği ve eğitmenliği açısından anlatıyor. “Sen okyanusta bir damla değil, bir damlaya sığmış okyanussun” deyişine bağlı kalarak, yoganın anlamını öznel bir dille aktarıyor.
Sekiz yıldır yoga eğitmenliği yapan Dilek Rodoplu ile Nilgün Tutal söyleşiyor. Rodoplu yoga pratiği ile tanışmasını, deneyimlerini ve Mayıs ayında Atina’da katıldığı Vipassana inzivasını anlatıyor.
Dosyanın son yazısı Orhan Şener’e ait. “Bir Simülasyon Olarak Instagramda Yoga İmgeleri” başlıklı yazısında Hindistan’dan yola çıkarken uhrevi bir arayışken Kaliforniya’ya geçip oradan dünyaya yayılırken bedensel bir egzersize dönüşen yoga pratiğinin sosyal medya ve Instagram’daki hallerini açımlıyor. Yazıda çağımızın iki önemli düşünürü Jean Baudrillard ile Guy Débord’un gösteri, simulakr ve hiper-gerçeklik nosyonlarıyla medyatik olguya dönüşen yogayla gösteri olgusu tartışılıyor.
Yoga konusu bizi çağımızın mistisizm arayışı hakkında daha derinlikli bir düşünmeye doğru yöneltiyor. Yoga 1960’lı yıllarda Hindistan’dan Batı’ya geçti, merkezi İstanbul olan yoga dersleri, kursları ya da dernekleri Batı’daki bu akımın etkisiyle yavaş yavaş var olmaya başladı. Yoganın küresel yolculuğu açısından uzun bir tarihsel süreç ve sürecin içinde farklı akışlar söz konusu. İleride hazırlayacağımız bir dosyada yoganın dünyaya ve sonra Türkiye’ye yolculuğunu, Georges Bataille’in mistisizmi ile yoga arasındaki bağlantıyı, Mircea Eliade’ın yoga konusunda yazdıklarını, Cemil Meriç’in Hindistan ve yoga hakkındaki fikirlerini ve Luce Irigaray’ın L’oubli de l’air (Havanın Unutuluşu) başlıklı eserini tartışabilmeyi umuyoruz.
Nilgün Tutal
Varlık Edebiyat Gündemi’nde Orhan Kemal
Varlık dergisinin Eylül 2018 sayısında Edebiyat Gündemi: “Orhan Kemal’in Yapıtlarında Coğrafya ve Çocuklar”. Bu büyük yazarımızın yapıtlarını inceleyen isimler ise İbrahim Yıldırım, Gürsel Korat, Ayşe Sarısayın.
“Orhan Kemal tarlalardan ve fabrikalardan yükseleceğini düşündüğü sosyalist dünyanın sanatını yapmak için coğrafyaya yaslandı, çok iyi tanıdığı bir bölgenin dili içinden, kendine özgü anlatım yolunu kurdu. Sol edebiyat yükseldi yükselmesine de Orhan Kemal metinde apaçık siyaseti ya da (kendi deyişiyle) sosyolojiyi sevmedi; bir düşünceyi, tezi ya da önermeyi açıkça ortaya koymadı.”
“Orhan Kemal’in Coğrafyası” – Gürsel Korat
…
“Orhan Kemal’in çocukları konu aldığı öykülerindeki çocukların çoğunluğu çocuk olarak algılanmayan kişilerdir. Yazarın bu tutumu konusunda tabii ki çeşitli öngörülerde bulunulabilir. Bunlardan biri, neredeyse ‘patria potestas’ eğiliminde olan ve yazarın “Baba Evi” romanında iri gövdeli bir korkudan ibaret diye tanımladığı bir babanın gölgesinde yaşanamayan çocukluk olabilir.”
“Orhan Kemal’in Uzun Yol Arkadaşları: Çocuklar” – İbrahim Yıldırım
…
“Yoksulluğun, açlığın pençesine düşen genç kızlar, hatta kız çocukları cinsel sömürüye alabildiğine açıktır bu ortamda, fuhşa sürüklenmeleri işten değildir. Kimileri “Fare Zehiri” öyküsünde bir eczanede kasiyerlik yaparak felçli babasına, kalabalık ailesine bakan onurlu, çalışkan göçmen kız gibi beş delikanlı tarafından kaçırılıp ırzına geçildikten sonra ölüme sürüklenir, kimileri “Kötü Kadın” olmaya. Kimsenin beğenmediği “Kötü Kadın”, dert yanar anlatıcıya: “Herkesin gözlerinin içine bakıyorum. Herhangi bir iş, o da yok. Ölmek istiyorum.””
“Orhan Kemal Öykülerinde Kız Çocuklar, Çocuk-Kadınlar” – Ayşe Sarısayın