Uzun yıllardır Orhan Karaoğlu’nun yanında çalışıyorum. Bana kattığı çok şey oldu. Nikâh şahidimdi hatta. Fakat Orhan Bey’in başına çok talihsiz bir olay geldi. Yaklaşık altı aydır oğlu Evren’den haber alınamıyordu. Her yerde arandı, tarandı hatta tüm dünya seferber oldu desem abartmış olmam fakat hiçbir sonuca ulaşılamadı. Orhan Bey günden güne gözümün önünde eriyordu. Vicdanı olan hiçbir insan bu duruma tepkisiz kalamazdı. O iyi bir patrondu ve her şeyin en güzelini hak ediyordu. Ben de Evren bulunsun diye elimden gelen her türlü desteği sağlıyordum. Orhan Bey’in hukuki işlerinden sorumluydum. Yanımda çalışan sekiz kişi vardı, iyi bir ekiptik. Karaoğlu Holding; nakliyeden turizme, gıdadan tekstile kadar birçok şirketi bünyesinde barındırıyordu. Şükürler olsun ki bugüne dek tarafımıza açılan her davadan alnımızın akıyla çıktık. Tüm bunlara ek olarak, ekibimle beraber ahlaka aykırı hiçbir görüşü savunmadık. Kısacası geceleri başımı yastığa koyduğumda içimi sızlatan hiçbir şey geçmiyordu aklımdan. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, anlata anlata bitiremediğim işimden istifa etmem gerekti. Dilekçemi verdim, hayli buhranda olan Orhan Bey de hemen onayladı. Sebebini dahi sormadı. Daha ciddi problemleri vardı çünkü.
İstifa etme sebebime gelecek olursak: İki ay önce boşandım. Cennet kadar güzel bir evlilik tek celsede bitti. Hâkim, “Boşanmak istiyor musun?” diye sorduğunda “Hayır!” diye haykırmak istedim fakat eşimi yani eski eşimi daha fazla müşkül duruma düşürmemek için “Evet” dedim isteksizce. Sevmiyordu artık beni, gözümün içine baka baka evimizin bahçesinde söylemişti bunu. Yapacak hiçbir şey yoktu. “Keşke beni sevseydin,” dedim. Yirmi beş sene öncesinde dönmüştüm o cümleyi kurarken, on yaşında istediğim bisikleti paramız yetmediği için alamadığımız zamana. Babamın gözlerinin içine bakıp, “Keşke daha çok paramız olsaydı,” dediğim o acı dolu anı yeniden yaşamıştım. Aradaki tek fark, babam bu cümleyi duyduğunda kahrolmuştu, eşim ise son derece nötr bir ifadeyle bavulumu vermişti elime. Haklıydı. Tabii konumuz bu değil. Velhasıl bu olaydan sonra geçirdiğim kederli günler ve Orhan Bey’in oğlunu arayış sürecinde yanında olmamam sebebiyle alacağım maaşı hak etmediğimi düşündüm ve istifa ettim. Sahip olduğum evi satıp Balıkesir’e yerleşmeyi düşünüyordum. Elif’le de planımız bu yöndeydi tabii daha ileriki yaşlarda. Bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Hayatın yaptığı tatlı şakalara gülecek durumda değildim. Trajikomedi konusunda son derece usta bir Tanrımız vardı.
Dün gece baskın bir ziyaret sonucu ekibimi ağırladım evimde. Gitmemem, kalmam konusunda ısrar ettiler. Nasıl mutlu oldum… Birileri hâlâ çok seviyordu beni. İstikbalimi, sıhhatimi düşünüyordu. Onlara layık bir yönetici olduğum konusunda hemfikirdik fakat artık çok geçti. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Duvarımdan indiremediğim fotoğraflara bakıp üzülmeleri, sonra bana acıyan gözlerle bakıp daha da üzülmeleri canımı sıkmıştı. Evet bir şeyleri aşabilmek için tüm somut hatıraları yok etmem gerekiyordu belki de fakat beynimden, kalbimden atamadığım duyguların kuşe kâğıda basılmış suretlerini atsam ne olur, yaksam ne olur. Güzel bir akşam geçirdik, biraz içki içtik ve eski günleri yad ettik. Akan zamanla beraber herkes gitti birer birer, bir ben kaldım yine. Buna alışmam gerekiyordu. Kuracağım yeni hayata kimseyi dahil etmeyi düşünmüyordum.
Koltukta uyuklarken kapı çaldı, rüya zannettim ve uyumaya devam ettim. Yeniden çalındı, ısrarla. Gelenin Elif olduğundan adım gibi emindim. Dönecekti, özlüyordu benim gibi, biliyordum. Berduştan hallice görünümüme aldırış etmeyip kapıyı açtım. Gelen, Orhan Bey’di.
“Müsait misin?” dedi ve olumlu cevabı aldıktan sonra içeri girdi.
“Bugüne dek benim için çalıştın. Üzerinde emeğim olduğunu reddetmezsin diye düşünüyorum. Hoş, senin de benim üzerimde hayli emeğin var. Tanıştığımız günü düşündüm bugün. Avukatlığı seçmeden önce bir cinayetçi olmak istediğinden bahsetmiştin. Kafan bu işe çok yatkın, belli. Davaları bir dedektif gibi yürütüyordun zaten. Öyle donelerle yükleniyordun ki karşı tarafa, çapraz sorgu gibi… Diyecek söz bulamıyorlardı. Bugün senden çok önemli bir şey isteyeceğim.”
“Elimden geldiğince yardım etmek isterim ama- “
“Aması yok bu işin… Herkes Evren’in öldüğünü düşünüyor fakat o yaşıyor. Çok ciddi bir kanıt elde ettim. Sana gelmeden önce polislere de bildirdim bunu fakat uğraşmayacaklarını biliyorum.”
Püfür püfür esen klimaya rağmen ter su içinde kalmıştım evde. Diyalogdan bağımsız, mevsimle alakalıydı tamamen. Son on yılın en sıcak yazını yaşıyorduk. Ve Orhan Bey, bu sıcakta bile uzun pardösüyle geziyordu. İç cebinden bir defter çıkardı:
“Al, oku şunu…”
Karakura Kasabası yazıyordu defterin ilk sayfasında. Evren’in el yazısıydı bu. İkinci sayfadaysa bir not vardı:
Hayatı, bir düşün içinde yaşamak istiyorum artık. Uyandığımda kaybettiğim umutlarımı bulabileceğim bir galaksi var mı içimde, bilmiyorum. Adımın Evren olmasından ötürüydü belki de içine düştüğüm bu sonsuz boşluk. Bilmiyorum… Bu defteri son derece çaresiz bir anında bulacağını biliyorum baba. Herkes öldüğümü düşünüyor biliyorum, haksız da sayılmazlar. Çok uzun zamandır ölüydüm zaten, bedenen yaşıyor olsam da… Hepinizi çok seviyorum…
“Araştırdım, Şile’ye yakın bir yerlerde burası. İnternette hiçbir bilgi yoktu. Eski kitapları, ansiklopedileri araştırırken buldum. Senden buraya gitmeni istiyorum oğlum, git ve diğer oğlumu bana getir.” Bu profesyonel bir talep değildi. Tamamen aramızdaki hukuka dayanarak istenmişti. Neden ve nasıl kabul ettiğimi bilmiyorum. Reddedecektim oysaki.
“Saat 06:00! Uyanma Vakti!”
Cep telefonumun alarmı uyandırdı. Küçük bir çanta aldım yanıma, her ihtimale karşın birkaç parça kışlık kıyafet de koydum içine. Hayat sürprizlerle doluydu. Tekmenin nereden geleceği belirsizdi. Yolda giderken kasabayı araştırmak istedim fakat hakikaten de hiçbir veri yoktu. Geride bırakacak hiçbir şeyim kalmadığı için korkmuyordum. Ne olacaksa olsun. Belki de bu vesileyle dinecekti dayanılmaz acım.
Sekiz sularında limana ulaştım. Küçük bir feribot götürecekti beni bu hakkında hiçbir şey bilmediğim kasabaya. Çok da insan yoktu seyahat eden. Sigara içmek için güverteye çıktığımda birkaçıyla sohbet etmeye çalışsam da hepsi fazlasıyla ketumdu. Gülmüyorlardı, feribotun o kadar kötü bir enerjisi vardı ki kendimi Davy Jones’un mürettebatıyla yolculuk yapıyormuş gibi hissettim. Anakara gözden kaybolmuştu. İşin en ilginç yanıysa İstanbul’da hava; terden tişört değiştirtecek kadar sıcakken denizde, ağzımdan dumanlar çıkartacak kadar soğuktu. Tabii denizin, karadan daha serin olması normaldi fakat bu soğukluk tarif edilemeyecek kadar garipti. Tüylerim ürperdi… İçeri geçip ısınma kararı aldım. Dün gece tam anlamıyla uyuyamadığım için kafamı pencereye yaslayıp gözlerimi dinlendirmek istedim.
Elif’le birlikteydik feribotta, martılar uçuyordu tepemizde. Rüzgâr saçlarımızı uçururken, aşk şarkıları söylüyorduk birbirimize. Elimden tuttu, söz verdik o gün… Her ne olursa olsun, ayrılmayacaktı yolumuz. Her sorunun üstesinden gelecek kadar çok seviyorduk birbirimizi, ne olursa olsun savaşacaktık. Sarıldık, yanağımdan öptü beni. Kahverengi gözlerine baktım, baktım, baktım… Korna sesiyle uyandım. Aynısı oldu yine. Koca bir hayatı ve güzel fırsatları anakarada bırakıp bilinmeze yolculuk yapmak canımı yakmıyordu fakat yaşanan güzel anıları bir rüyada bırakıp uyanmak yakıyordu ciğerlerimi. Atmosferden çıkan astronotun başlığını çıkarması gibi nefessiz kalmıştım. Kolay değildi…
Yirmi iki yaşındaydım onu tanıdığımda. Yirmi ikinin ortaları, bir sonbahar akşamı… Her şey o kadar harikaydı ki bu, aşk ya da sevgiyle açıklanamazdı. Bambaşka bir duygu. O beni çok seviyordu, âşıktı. Bense ona hayrandım, tapıyordum. Tabii belli etmemeye çalışıyordum bunu. Hiç kıskanmıyordum, gizlemiyordum kimseden. Bir sanat eseri gibiydi gözümde, asla değer kaybetmeyecek… Sanki Makas Eller’in Tim Burton imzalı film rulosu gibi ya da Edgar Allan Poe’nun el yazmaları… Bir masal gibiydi her şey, bir eylül masalı. Güverteye çıkıp sigara içme kararı aldım. Tabii öncesinde karman çorman çantamın derinliklerine gizlediğim deri ceketimi bulmam gerekiyordu. Of, her şey karmakarışıktı. Ceketi bulmak kolay oldu, umarım gideceğim yerde benden istenileni de tek parça halinde yerine getirebilirim. Sisten göz gözü görmüyordu. Tepemizde kargalar uçuyordu, bağrışlarıyla inletiyorlardı denizi. Feribot ilerledikçe, sislerin ardında belirdi Karakura… Ağır ağır yanaştı feribot, halatlar bağlandı babalara. Hava gerçekten buz gibiydi, geceden kalma çiyler donmuştu resmen. Bir grup denizci, ellerinde çanları sallayıp duruyorlardı.
“Sizi karşılıyorlar, ‘Hoş geldiniz dertli adamlar’ diyorlar bir nevi.”
İskelede bekleyen, üzerinde kırmızı palto olan soluk tenli bir kadın yüksek ihtimalle bana söylemişti bunu. Her ihtimale karşın emin olmak istedim:
“Bana mı dediniz?”
“Evet, çanlara… Aman, zillere tuhaf tuhaf bakınca açıklama gereği duydum. Yeniden hoş geldin. Ben Zeynep, Karakura’daki rehberin.”
Bir rehber talep ettiğimi hatırlamıyordum. Bu durumu Zeynep’e de söyledim.
“Evet, biliyorum fakat burada bir rehbere ihtiyacın olacak. Yoksa kaybolur gidersin açıkçası. Burası diğer yerlere benzemez.” Sis o kadar yoğundu ki önümü bile göremiyordum. Haklıydı sanırım. Ayrıca tepemizde uçuşan kargalar korkutmuştu ister istemez. Kalacağım otele doğru yürürken, ufak tefek sorular sorup hem kasabayı tanımak hem de beni Evren’e ulaştıracak ipuçları edinmek istedim.
“Neden bu kadar çok karga var? Ayrıca hava hep böyle mi?”
“Karga mı? Onlar kuzgun, burayı seviyorlar herhalde. Hava meselesine gelecek olursak burada dört mevsim yaşanmadı hiçbir zaman. Hava ya yağmurludur ya da değildir. Sıcaklık da hep bu seviyededir. Bazı zamanlar da olağanın altında düşse de üzerindeki deri ceketle uzun yıllar yaşarsın dert etme.”
“He yok, o kadar uzun süre kalmayacağım.”
“Umarım.” Belki klişe olacak ama bu umarım cevabının sebebini ilerleyen zamanlarda anlayacakmışım gibi hissettim. İki katlı, ahşaptan bir binanın içindeydi kalacağım otel. Daha doğrusu motel. Eski bir yer olmasına rağmen temiz ve derli topluydu. Bir banyo, bir yatak ve gardırop vardı odamda. Kıyafetlerimi değiştirmeden uzandım, biraz uykuya ihtiyacım vardı. Eğer hislerim beni yanıltmıyorsa Karakura, bir şeyleri geride bırakmam için fazlasıyla yardım edecekti bana.
Rüyamın en güzel yerindeyken alacaklı gibi çaldı kapıyı birisi. Apar topar kalkıp kapıyı açtığımda karşımda Elif’i gördüm. İçeri girdi, iyi de burada ne işi vardı? Bunu ona da sordum, beni takip ettiğini söyledi. Elinde küçük bir valiz vardı, saçları dağılmıştı. Kaküllerini de kendi kesmişti sanırım yine. Çok mutlu oldum onu görünce. Konuşmak istediğini söyledi ve elimi tuttu. Aylar sonra ilk kez…
“Neden peşimden geldin?”
“Çünkü merak ettim,”
“Neden merak ettin?”
“Çünkü seviyorum!” dedi ve sarılıp ağlamaya başladı. Omzumu ıslatan gözyaşları, saçlarını okşayan ellerim ve pencerenin pervazına konan kuzgun… O kuzgun, gagasıyla pencereye vurmaya başladı. İşte o sese uyandım, yeniden! Elif yoktu tabii, bilmediğim bir yerde tek başınaydım. O gittiğinden beri, bilmediğim bir dünyada yalnız yaşıyordum gerçi, alışkın olmam gerekiyordu. O an fark ettim ki başım gövdemin üstünde oldukça, bambaşka bir galaksiye gitsem de kaçamayacaktım gerçeklerden. Bir tatile gitme fikrini veren arkadaşlarım olmuştu mahkeme sürecinde. Hiçbir halta yaramayacağını biliyordum. Kalkma vaktim gelmişti, işe koyulmam gerekiyordu.
Resepsiyonda duran adamla sohbet ettim, biraz. Eğer Evren buraya geldiyse, muhakkak bir eğlence mekânına uğramıştır.
“Burada öyle çok eğlence mekânı yoktur, bir Sağanak var. Alkol, müzik falan filan işte ne istersen…”
“Bu Sağanak denilen yer nerede peki? Nasıl bulabilirim?”
“Sağanak mı? Sağanağı bulamazsın, ona yakalanırsın. Şaka bir yana, bu caddeden dümdüz devam et tabelasını görürsün zaten.”
Sis yüzünden bastığım yeri göremiyordum, tabelayı nasıl görecektim bilmiyordum. Neyse, çıkıp yürümeye başladım, Zeynep de ortalarda görünmüyordu. Rehberlik edecekti sözde. Eğer anlattığı kadar varsa kaybolacaktım muhtemelen. Kaldı ki istediğim de buydu. Bir yerlerde kaybolmak, her şeyi unutmak. Mahkeme öncesinde Elif’in kapısına dayanmıştım. Eski fotoğraflarımızı, videolarımızı gösterip vazgeçirmeye çalışmıştım. Tabii ki işe yaramadı. O akşam telefonunun bozulduğunu ve her şeyin silindiğini söyledi bana, format atmak zorunda kalmış.
“Umarım senin de telefonun bozulur ve format atmak zorunda kalırsın,” demişti bana da. Telefon neyse de zihnimin sağlam bir formata ihtiyacı vardı. Telefon demişken, neredeyse yüz kere aramıştım Orhan Bey’i. Ulaşılamıyordu. İşin ilginç yanı İstanbul’dayken dakika başı çalan telefonum burada son derece sessizdi. Yürümeye devam ettim. Adım attıkça beliriyordu evler, dükkânlar ve suretler. İlerledikçe yüklenen video oyunu haritaları gibi. Sokak lambalarının ışıkları delip geçiyordu sisi. Hiçbir faydası olmuyordu gerçi, sisin ardında sis vardı yine. Çevremdeki binaların kaybolduğunu fark ettim, bu kayboluş öyle mistik bir olay değildi tabii. Yaşam alanının dışına çıkmıştım muhtemelen, geri dönmem gerekiyordu. Derken bir rüzgâr esti, hafif seyreltti sisi. Onu gördüm karşımda, mavi ışıklı tabelasıyla:
Sağanak Müzikhol
İçerisi hayli kalabalıktı. Yuvarlak masalar gelişigüzel yerleştirilmişti. Kapının hemen karşısında sahne, sahnenin hemen sağında da bar vardı. Teypten çalıyordu şarkı, program başlamamıştı. Sarı bir ışık hakimdi mekâna. Sahneyse mor, pembe ve kırmızı renkleriyle aydınlatılmıştı. Dışarısı nasıl sisliyse, içerisi de dumanlıydı. İstisnasız herkes sigara içiyordu. Masaların hepsi doluydu, bara doğru yöneldim ben de. Bir bira söyledim kendime, yanımda oturan adam barmenle sohbet ediyordu. Konuysa ölümsüzlüktü. İstemeden kulak misafiri oldum:
“Ölüyorsun gidiyorsun, bir şey bıraksan ne olur bırakmasan ne olur?” dedi barmen, karşısındaki adamsa çılgına dönmüşçesine ayağa kalktı, “Saçmalama! Alexander Flemin damarlarında dolaşıyor-” derken ışıklar söndü ve müzik başladı. Sahneye çıkan kadın, loş ışıkların altında şarkısını söylemeye başladı. Lakin alkış ve ıslık sesleri yüzünden hiçbir şey duyulmuyordu.
“Ne dedin?” diye bağırdı barmen, “Alexander Flemin,” dedim diye cevapladı karşısındaki. “Damarlarında dolaşıyor! Penisilini bulan adam. Buradan çoktan göçüp gitse de hâlâ içimizde…” Sahnedeki kadın bana pek de yabancı olmayan bir şarkı söylüyordu, “Hayalin serabın yeterdi bana, sevda zindanlarında” bu sözleri duyuna yeniden ayaklandı: “Ya da bak Fikret Kızılok’a, o da burada!” Haksız sayılmazdı. Bedenen olmasa da gıyabında bizimleydi. Eğer bir başka evrende hayattalarsa kulakları güzel güzel çınlıyordur muhtemelen. Bir şekilde konuya girip Evren hakkında bilgi toplamam gerektiğini unutmuştum. Keşke bütün gerçekleri bu şekilde unutabilseydim. Bu kalabalığın, bu sisin içerisinde Evren’i nasıl bulacaktım onu da bilmiyorum. Dikkatimi çeken bir diğer önemli şey de Karakura’da kadın sayısının çok az oluşuydu. Müzik sustuğunda araya girip Evren’i soracaktım barmene. Hem biram da bitmişti zaten, onu tazeletirim diye düşündüm. Yırtıcılar, avlanırken su kenarlarına pusu atarlar genelde. Ne kadar saklanırsa saklansın, susayacaktır elbet antiloplar. Vahşi Batı’da da durum pek farklı değildir. Olan biten her şeyin almanağı barlardadır. Şerif de olsan, kovboy da olsa, soyguncu da olsan, fahişe de olsan, elbet içeceksin. İçecek ve daha iyi bir günün hayalini kuracaksın. Av mıydım, avcı mıydım bilmiyordum. Bu sorunun cevabını kısa süre içerisinde aldım:
“Abi! Senin burada ne işin var?” Evren arkamda belirivermişti. İlk etapta tanıyamadım. Dalyan gibiydi son gördüğümde, kıpkırmızı yanakları ve han kapısı kadar geniş omuzları vardı. Tanıdığım Evren gitmiş, yerine başka biri gelmişti sanki, solgun bir beniz ve sönük omuzlarla pejmürde bir haldeydi.
“Burası çok gürültülü, dışarıda konuşalım” dedi ve kapının önüne çıktık. Sağanak Müzikhol’ün ışıklı tabelasının altında oturduk. Bir sigara çıkardı cebinden, bana da ikram etti. Yaktık birer tane.
“Sen buraya nasıl geldin abi?”
“Baban gönderdi… Tüm dünyayı seferber etti adam. Ulan bu nasıl iş, burnumuzun dibindeymişsin! Herkes öldü zannediyor seni. Sen ne yapıyorsun oğlum!”
“Babam… Yazık adama, o kadar çaresizdi demek…”
“Mektupta da yazmışsın, çaresizlik derken neden bahsediyorsun? Bahsediyordun.”
“Babam bana çok küçükken bir palyaço almıştı, pelüş… Devasa bir şeydi. İşte ilkokulda yaz kampına gittiğimde, beni özlediğinden ona sarılıp uyuduğunu söylemişti babam. Ben de o malum notun yazılı olduğu defteri palyaçonun içine sakladım. Yani yine…” Gözlerim dolmuştu. Orhan Bey gibi ketum bir adamı o halde düşünemiyordum. İçine ata ata bir deri bir kemik kalmıştı. Ona rağmen asla taviz vermiyordu katılığından. İnsan sevdiği birini kaybettiğinde bambaşka birine dönüşüyordu. Belki de Elif’in gitmesindeki sebep de buydu. Beni kaybettiğini düşünmüştü ve bambaşka biri haline gelmişti. Evet konumuz bu değildi ama aklımdan da çıkmıyordu.
“Hazırlan da dönelim yarın,” dedim, Orhan Bey’le ilgili konuşursam ağlardım muhtemelen.
“Dönemem, fırsatın varsa daha doğrusu dönebiliyorsan sen dön. Ama benim için artık çok geç…” Ne demek istediğini anlayamamıştım. Bir şeyler geveliyordu ve dış görünüşüyle beraber ruh hali de normalin dışındaydı. Biraz daha üstüne gidersem her şeyi anlatacak gibi bir hali vardı. Derken içeride bir gümbürtü koptu. Camlardan birkaç tanesi kırıldı, kapı açıldı ve birbiriyle yumruklaşan bir grup adam dışarı çıktı. İçeride de sandalyeler ve şişeler havada uçuşuyordu. Evren’le aynı anda ayağa kalktık. Bu tufanın bizi de yutacağı barizdi.
“Kasap var… Hemen yanında da marangoz. O binada, 18 numaraya git! Ben bir ölüyüm, bunu sakın unutma” dedi ve yumruklaşan grubun arasına karışıp gözden kayboldu. Üstüme doğru gelen kalabalığı görünce ben de tam aksi yöne doğru koşmaya başladım. Sisin arasında kendimi unuttururum diye düşündüm. Benimle bir alıp veremedikleri yoktu ve olmadık bir sebep yüzünden darp edilmek istemiyordum. Otele kadar koştum, odama geldiğimde zar zor nefes alıyordum. Bir süre soluklandıktan sonra oturup düşündüm. Bu tuhaf yerden bir an önce gitmem gerekiyordu. Ama yapmam gereken son bir iş daha vardı: Evren’in verdiği adrese gidecektim.
Verilen kararın etkisi vakit geçtikçe anlaşılıyor. İnsan, sabah uyandığında güne karar vererek başlıyor ve bu son derece zahmetli bir iş. Hangi kıyafeti giyeceğin, hangi yolu tercih edeceğin ve ne yiyeceğin gibi sözde hayatın renklerinden olan bu öğeler daha güne başlamadan yıpratıyor berrak zihinleri. Tıpkı verilen karar gibi, içine düşülen müşkül durumda sonradan zuhur ediyor. Bunun en büyük örneğini anneannemin vefatında yaşamıştım. Ailem çalıştığı için o büyütmüştü beni. İlkokul ve lise yıllarımı onun yanında geçirmiştim. Ölüm haberini son derece soğukkanlılıkla karşıladım. Cenazesinde herkes hüngür hüngür ağlarken ben konuklarla ilgileniyor, şakalaşıyor ve yer yer eğleniyordum. Üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra bunalımlı bir gecede telefona sarıldım ve onu aramak istedim. Telefon çaldı ve kimse cevap vermedi. Telefonun hemen yanında, ahşap bir çerçevenin içinde duran ve tüm asaletiyle insanın gözünün içine bakan fotoğrafını gördüğümde karşılaştım acı gerçekle. O artık yoktu. Uzunca bir süre kendime gelemedim. Benzer bir durumu Elif’le boşandıktan sonra da yaşamıştım. Gerek Evren’in kaybolması gerek şirketin içinde bulunduğu zorlu bir kamulaştırma davası yüzünden günlerim ziyadesiyle yoğun geçiyordu. Dava sonuçlandı ve kazandık. Karar açıklanır açıklanmaz Elif’i arayıp müjdeli haberi vermek istedim. Sonrası ortada, hâlâ kendime gelmiş değilim.
Kararlardan bahsettim ya, işte Orhan Bey’in bana yaptığı teklife nasıl bu kadar hızlı karar verdiğimi anlayamıyordum hâlâ. Ve içinde bulunduğum tuhaf yeri yeni yeni yadırgıyordum. Yatakta geçirdiğim ufak çaplı bir ağlama nöbetinden sonra uykuya daldım. Her şey karanlık ve bir boşluktan ibaretti o esnada.
Gözlerimi açar açmaz giyinip dışarı çıktım. Sisle kaplı sokaklarda yürüdüm. Uzun zaman sonra ilk kez rüyamda Elif’i görmediğim bir gece geçirmiştim. Ya iyileşiyor ya da algılayamadığım olaylar vuku buluyordu. Evren’in tarif ettiği kasabı buldum, yanında da marangoz vardı. Kasap ve marangoz hararetli bir tartışma içindeydi. Bir süre uzaktan seyretmek istedim:
“Ha siktir oradan, caniymişim! Ulan ne canisi, asıl sen canisin be! O ağaçların canı yok mu? Onlar da canlı değil mi? Keserken bağırmıyorlar diye onları da eşya mı zannediyorsun? Senin talaş diye üzerine bastığın, süpürdüğün şeyler de bir nevi kıyma… Zevk için kesiyorsun, üç beş kodamanın evine sehpa olsun diye kıyıyorsun ciğerlerimize. Ben bir caniyim kardeşim, kabul ediyorum. Ama senin de benden aşağı kalır yanın yok!” Araya girip müdahale etmek istedim, yiyeceğim dayağı da hesaba kattım tabii. Bu cesaretin kaynağı dün geceydi aslında. Müdahil olmadığım olay yüzünden bir araba dolusu sopa yiyecektim neredeyse. Kısacası burada bir şekilde şiddete maruz kalacaktım, bari hak edeyim diye düşündüm:
“Peki gazete, dergi, kitap yani kâğıt için kesilen ağaçlara ne diyorsun?” Benim bu çıkışımdan güç alan marangoz, bir yabancının olaya karışmasını garipsemeden ekledi, “Ya da tabut?”
“Tabut mu? Burada tabuta ne hacet, yapma ya!” dedi kasap, kâğıt sorumu es geçerek. Varlığımı zerre umursamadan tartışmaya devam ederlerken, usulca girdim apartmana.
Merdivenleri çıkıp 18 numaralı dairenin kapısını tıklattım. İkinci vuruştan sonra kapı açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. El yordamıyla ışık anahtarını açtım fakat çalışmadı. Şarjı bitmek üzere olan cep telefonumun ışığıyla yolumu bularak kalın perdelerden birini açtım. Açar açmaz oda aydınlandı ve pencerenin pervazına bir kuzgun kondu. Acı acı bağırmaya başladı. Bu bağırışın hemen ardından yüzlerce kuzgun geldi pencerenin önüne. Sayıları gitgide artıyordu… Gagalarıyla pencereye vurmaya başladılar. Bir grup vururken, diğer grup şiddetle bağırıyordu. Onlar bağırdıkça ekibe yenileri katılıyordu. Gagaları pencereyi çatlattığında, refleks sonucu perdeyi çektim. Oda yeniden karardı… Kaçmak için kapıya yöneldiğimde bu şeytani kuş sürüsünün kanat seslerini duydum. Uzaklaşmışlardı. Bir süre daha telefonumun ışığıyla idare edecektim. Etrafa bakarken otel odamdan daha büyük olmayan evin ortasındaki masayı ve masanın üzerinde duran zarfı gördüm. Zarfın hemen yanında da bir el feneri vardı. Zarfı açtım, kâğıdın üzerinde boylu boyunca “SAKIN PERDEYİ AÇMA” yazıyordu, sonuçlarını biraz önce yaşayarak öğrenmiştim. El fenerininse oraya bilinçli bir şekilde yerleştirildiği aşikârdı. Feneri yaktıktan sonra odanın içini mor bir ışık kapladı. Ne olup bittiğini şimdi anlamıştım: Duvarlar, mor ışıkta görülen yazılarla doluydu. Eskilerin soğan mürekkebi adını verdiği bu madde sadece ışıkta görülebiliyordu. Sanırım Evren bana sağlam bir mesaj verecekti:
Karakura: bir düş yahut kâbus!
Buraya onu bulmaya geldim… Buldum!
Her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi.
Onu düşündüğüm bir gece bileklerimi kesmek istedim. Korktum, yapamadım. Yaşamak istemiyordum artık. Babamın defterinde Karakura notunu gördüm.
Araştırdım, hiçbir şey bulamadım.
Bir reklam çıktı karşıma: KARAKURA’DA TURSTİK BİR GEZİYE NE DERSİNİZ?
Burası umutsuz insanların yaşadığı bir bataklık. Boynuma ipi geçirip kuzgunlara yem olmak istiyorum. Buradan gitmek istiyorum!
Zeynep’e güvenebilirim…
Tanrım! Ellerim titremeye başladı. Evren gibi hayat dolu bir genç nasıl olur da kendini öldürme noktasına gelir, aklım almıyordu. Evet babasının mal varlığı ve nüfuzu sayesinde son derece rahat bir hayat sürüyordu. Bir şeyleri elde etmek için çabalama gibi bir zorunluluğu yoktu. Sanırım kendini öldürme meselesi de bununla ilintiliydi. Gerçi ben de çokça düşündüm bunu son zamanlarda. Sebeplerini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Hayatı kazanabilmek için hiçbir çaba sarf etmemiştik. Ebeveynlerimiz tarafından sunulan ilk armağandı bu. İnsan işte, emeğiyle kazanmadığı şeyleri çok kolay çarçur edebiliyor. Bize bahşedilen hayat, bilinçsiz bir şekilde kazanılan zaferin sarhoşluğundan ibaretti. Milli piyangodan kazanılan paranın düşünülmeden harcanması gibi harcıyorduk günlerimizi. Bu doğaçlama bir düşünce değildi. Elif’le gazetede gördüğümüz bir haber hakkında konuşurken kurmuştum bu cümleleri. O kadar hoşuma gitmişti ki unutmayayım diye not almasını istemiştim. Buradan gidecek ve yaşadıklarımı unutacağım. Bu lanet yerde geçirdiğim günlerin beni delirtmesine izin vermeyeceğim.
Koşarak çıktım Evren’in oturduğu apartmandan. Hava aydınlıktı fakat dışarıda bir Allah’ın kulu yoktu. Bunun yanı sıra kasap ve marangoz da kapalıydı. Hayat burayı terk etmiş gibiydi. Sislerin arasında bir kanat sesi duydum, ilk etapta rüzgârın uğultusu olduğunu zannettim. Hemen akabinde gelen kuzgun çığırtıları iyi şeyler olmayacağının alametiydi. Çakıldım kaldım durduğum yerde, adım atamadım. Duvarda yazılanların şoku hâlâ üzerimdeyken, sislerin arasından bana doğru uçan kuzgunları görmemle yere çömeldim ve başımı avuçlarımın arasına aldım. Parmaklarımın arasından baktığımda yüzlerce kuzgun gördüm, üstüme çullanmışlardı. Gagalamak yerine kanatlarıyla vuruyorlardı bana. Pençelerini sırtımda hissediyordum. Bağırmaya başladım can havliyle, etrafta sesimi duyacak kimse yoktu. Kalbim yerinden çıkacaktı, gözlerim karardı ve nefesim kesildi.
Ölüyordum.
Sıçrayarak uyandım. Vücudum kaskatı kesilmişti, hepsinin bir kâbus olduğunu anlayınca rahatladım. Gözkapaklarım kurşun gibi ağırdı, kendimi serbest bıraksam kapanacaklardı. Buna izin veremezdim, normalde beş dakika fazladan uyuyabilmek için ömrümden beş seneyi verebilecek olsam da buradan kurtulmak için çok daha fazlasından vazgeçebilirdim. Yerimden kalktığımda Zeynep’i gördüm karşımda, öylece dikiliyordu.
“Ne işin var burada?”
“Biraz daha kibar olabilirsin.”
“Yine mi kâbus?”
“Evet, yine kâbus. Hatta her şey bir kâbus… Kalk biraz, kendine gel. Sana bir sürprizim var,” dedi ve odamın kapısını açtı. Hayır kâbus değildi bu, rüyaydı. Elif kapıdan içeri girdi, gözleri doldu beni görünce. Koştu, sarıldı ve ağlamaya başladı.
“Gerçek,” dedi, “Rüya değil, gerçek” hâlâ ağlıyordu. Tırnaklarını sırtıma geçirdi, canım acıdı. Zeynep olan biteni öylece seyrediyordu. Araya girdi:
“Kuzgunlardan ben kurtardım seni, uykuda gördüklerinle karıştırma. Bunlar gerçek…” Kolayca ikna etti beni, gerçek olmasını istememden kaynaklı bir durumdu bu. Onunla aynı rüyada buluşacağım sonsuz bir uyku istiyordum artık.
“Çok özledim seni,” dedim ağlayarak. “Unutmadım… Evet, kısa bir süre geçti unutmamam normal ama asırlar geçse de unutmam… Bıraktığım gibisin, hâlâ çok güzelsin…” Gözlerinin içindeki parıltı ilk günkü gibiydi aynı. Gözlerimin içine baktı ve beni sevdiğini söyledi.
“Siyah bir balon almıştım sahilde yalnız başıma yürürken. O gün bir dilek diledim ve balonu azat ettim. İşte o dileğim hayatıma girmenle gerçek oldu. Beni bu denli, yani senin gibi sevecek kimse yok dünyada biliyorsundur umarım” dedi, sıkıca sarıldı ve koşarak çıktı odadan. Peşinden koşmak istediğim esnada Zeynep elindeki anahtarla kapıyı kilitledi.
“Ne yapıyorsun sen! Bırak gideyim!”
“Otur lütfen, konuşmamız gerekiyor.”
Nasıl oturabilirdim? Sevdiğim kadın uçup gitmişti kollarımdan, tıpkı rüyalarımda olduğu gibi. Kapıyı zorladım, kırmaya çalıştım, gücüm yetmedi.
“Orhan Bey seni buraya bilerek gönderdi. Burası her elini kolunu sallayanın gelebileceği bir yer değil. Burası kaybedenlerin meskeni. Sakince dinleyeceksen sana bir teklifte bulunacağım. Seçeneklerinden biri sevdiğin kadınla sonsuza dek mutlu bir hayat vaat ediyor, diğeriyse-”
“Tamam… Olur, tamam kabul ediyorum. Diğerini dinlemek istemiyorum!”
“Dinle lütfen… Orhan Bey’in eşiyle olan durumunu biliyor musun?”
“Sen neyden bahsediyorsun?”
“Cevap ver…”
“Bilmiyorum.”
“Güzel, bak dinle… Orhan Bey, henüz hamileyken terk etti eşini. Hakkında bir sürü dedikodu çıktı. Evren’in ondan olmadığı da bu dedikoduların arasında. Yalandı tabii. Evren pekâlâ Orhan Bey’in çocuğuydu. Kaldı ki bunun konumuzla ilgisi yok. Orhan, eşini terk ettikten sonra pişman oldu. İş işten geçmişti tabii. Kabul eder mi kadın onu en zor zamanında terk edip giden birini. Bunun üzerine hayli zor zamanlar geçirdi Orhan, bir tatil kararı aldı. O esnada gazete gördü Karakura’nın adını, yeni yerler keşfetmenin ona iyi geleceğini düşündü. Tıpkı senin gibi feribota atlayıp buraya geldi. İşte o gün az sonra sana soracağım soruyu ona da sordular yıllar önce. O reddetti; reddetti ve bu günlere geldi. Bakalım sen ne cevap vereceksin?”
“Sor artık…”
“Burası umutsuzların, kaybedenlerin meskeni… Bir şeyleri kaybedenler binebilirler buraya gelen feribota. Eşini kaybeden Orhan ve sen ya da annesini kaybeden Evren gibi. Öyle güzel bir yerdir ki burası, bir şekilde arar bulur ve getirir özlediğin kişiyi. Oturtur karşına az önce olduğu gibi. Ama acı bir gerçek var… Hiçbiri gerçek değil, gördüğün rüyanın içinde sonsuz bir hayat gibi. Orhan, ona yapılan bu teklifi kabul etseydi bambaşka bir hayatı olurdu şimdi. Burada bir şekilde yaşardı. Gerçek nedir bilmiyorum. Ama şundan eminim: Sen, suni bir Elif’e sarılırken, vaktiyle gerçekten dokunup kokladığın sevgilin, eşin senden uzakta bambaşka bir hayat yaşayacak. Ve bir gün, seni bulmak isterse şayet, izine dahi rastlayamayacak. Belki, buranın sahipleri uygun görürlerse bir ilanla ulaşacaklar ona. Ve senin bir yansımanı armağan edecekler ona.”
“Buranın sahipleri mi? Kim onlar?”
“Teklifimi reddedersen peşine düşüp bu bataklıkta sonsuza dek kalmanı sağlayacak olan kişiler. Ben de dahil herkes. Burayı meydana getiren şey kolektif bir düşünce. Lobide duran adam, kasap, Sağanak’ta şarkı söyleyen kadın, hatta ve hatta Evren bile… Orhan neden gelmedi biliyor musun? Çok açık: Bir kere reddedersen, bir daha dönemezsin. Kötü bir kâbus zannedersin yaşadıklarını. Kabul edersen, dönemezsin. Bu kadar basit. Şimdi, çabucak karar vermen gerekiyor. Reddetmen halinde bir sonraki feribota binmen için diğerlerini oyalayacağım. Tabii ben de buranın yönetenlerinden biri olduğum için, sana yapacağım iyilik de sınırlı olacak haliyle. Acele etmen gerekiyor.”
“Bana niye yardım ediyorsun?”
“İleride pişman olma diye. Bu kadarı yeter. Çabuk düşün! Evren’in 18 numaralı dairesinin bir alt katında, 09 numaralı dairede yaşayacaksınız. Belki de geçen zamanla beraber o sana yeniden döner bilemeyiz. Ya da kalan ömrünü özleyerek geçirirsin. Kararın nedir?”
Evet onunla bir rüyanın içinde sonsuza dek kalmaya razıydım. Ama şundan eminim ki o rüyalar bana kusursuz bir Elif getirecek. Zihnimde canlandırdığım, olmasını istediğim kadını oturtacak yanıma. Evet, teoride mükemmel bir şey gibi görünse de pratikte beş para etmez. Çünkü onu kusurlarıyla seviyordum.
“Beni feribota götür!”
Bu cümlemden sonra gözlerinin için güldü Zeynep’in, sıkıca sarıldı bana. Lobideki adamı oyalayacağını ve kalabalığı yanlış yönlendireceğini söyledi. Hızlıca çıktım motelden. Sisin içinde, çan seslerinin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Kısa süre içinde önce kuzgunlar, sonrasında Karakura halkı takıldı peşime. Barmen, marangoz, şarkıcı, kasap, Evren ve Zeynep de bu kalabalığın içindeydi. Feribotun ışıklarını gördüm. Yetişmek zorundaydım. Yetişecek ve gerçeğin dayanılmaz ağırlığının altına girecektim yeniden. Mahkeme öncesinde, “Sen güçlü birisin, bunları da aşarsın” demişti Elif. Gerçeklerden kaçacak kadar zayıf değildim. Feribota ayağımı attığım esnada zil çalan adamlardan biri tuttu kolumu. Tek bacağım feribotta, diğeri iskeledeydi. Feribot hareket etmeye başladığında ortadan ikiye ayrılacağımı düşündüm. Derken Zeynep, kalabalıkla birlikte koşarken sert bir omuz darbesiyle ittirdi kolumdan tutan adamı. Can havliyle bıraktı kolumu, güvertede yuvarlandım. Can simitlerinin asılı olduğu demirlerden destek alarak ayağa kalktım. Adamın elindeki zil de güverteye düşmüştü. Alıp cebime koydum ve nefretle naralar atan kalabalığa baktım. Gözlerini kapatıp açtı Zeynep, el salladım.
Orhan Bey’e ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Makul bir açıklama bulacaktım muhakkak. Kaldı ki bu anlattıklarıma inanacağını zannetmiyordum. Zeynep’in söylediklerine göre her şeyi unutacaktım zaten. Feribot, sisin içinden uzaklaşırken içine düştüğüm mutluluk süsü verilmiş umutsuzluk batağından çıktığım için şanslı hissettim kendimi. Doğru karar vermiştim. Ömrümün sonuna dek Elif’le olan fotoğrafımıza bakıp yaşayabilirdim. Sevse de sevmese de biz orada olacaktık. Bir çerçevenin içinde olmakla, sislerle kaplı çıkışı olmayan bir kasabanın içinde olmak arasında tek bir fark vardı: Çerçevenin dışında da bir hayatım olacaktı. Ve bu hayat, bir şeyleri değiştirebilmem için sonsuz fırsatlar verecekti bana. Tabii her şeyin daha kötü olması da ihtimal dahilindeydi. İçeri girip oturdum, benden başka kimse yoktu feribotta. Montumu çıkardım ve başımı pencereye yasladım. Ağır ağır kapandı gözlerim.
Karakura’yı asla unutmayacağım, montumun cebindeki zil daima hatırlatacak bu lanet yeri bana. Uyandığımda; bir şeyleri halledip üstesinden gelebilmek için çetin bir mücadeleye başlayacağım.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.